Gülçin Sahilli
Bu yazı, uzaktan seyretmenin tatlı su bilmişliğini içermemektedir. Bu yazı, yaşanmamış ekranlanmış acı içermemektedir.
Ben bir depremzedeyim. Duvarları çok yerinden çatlamış, artık oturması güvenli olmayan bir evin sahibiyim. Daha doğrusu orta hasarlı bir evin sahibiyim. Yani yarı yaşanabilir yarı ölünebilir olasılıklı beton duvarlarım var benim. Yuvam yaram oldu. İçine girip kaderimi kabullenirsem, akşamlarımı televizyon yerine duvarlardaki çatlakları izleyerek geçireceğim. Zaman içinde o çatlakların yaşam çizgimin kısalmasına etkisini, el falı kıvamında bir kadercilikle öğrenmem de kuvvetle muhtemel. Bu yazı ajitasyon da içermemektedir. Sakın yanlış anlaşılmasın. Yalnızca evsiz kalmak ne demek şu günlerde gayet iyi biliyorum. Ve konacak yeriniz olmayınca kanatlarınız çırpınmaktan kanamaya başlıyor. Geceleri kan kokusuyla uyumaya çalışıyorsunuz.
Bedenim geçici olarak başka bir evdeyken aklım günlerdir enkaz alanlarında. Kahvaltı hazırlarken, çamaşır asarken, bir kitap okurken, kendimden ayrılıp ezilmiş katların arasına giriyorum. Rüzgârda salınan ölü perdelerin içinden geçiyorum. Kırk yerinden kırılmış ev kapıları artık yaşama açılmıyor. Kapı kollarını zorlayıp belki bir uyuyanı uyandırırım diyorum ama uyuyanlar çoktan yokluk olmuşlar. Bu kış sahiplerini ısıtamayacak battaniyeler kasım ayazında boşluklardan havalanıyor. Koltuklar salonlarını terk etmemiş, toz içinde oturuyorlar yat yatmış binaların gövdesinde. Kırmızı giysili adamlar koşuyor aklımın yıkıntıları arasında. İyilik de bir yere kadar direnebiliyor ölümün katılığına. Aklımı o mahşer avlusundan kurtarıp alamıyorum.
Rüyalarımda bir katın aralığına da ben sıkışmışım, sadece elim seğiriyor. Karşıdaki duvarda oğlum eski bir anıdan gülümsüyor. Anının çerçevesi sol yerinden çatlamış. Bir adam elimi tutuyor, eli sıcak benimkinin aksine, elinde yaşam var. “Seni oradan çıkaracağım.” diyor oysa nafile. Bütün bina üzerime kurulmuş yeniden. Seğirmem bir süre sonra son buluyor. Gecenin bir yarısı kalkıp yaşadığıma inanmaya çalışıyorum. Yaşadığıma utanmamaya çalışıyorum.
Okulların önce salgından şimdi ise depremden olmadığını kabullenmeye çalışıyorum. Çatlaklar yalnızca evimin duvarlarında değil. Benim, bizim, İzmirlinin yaşamları şah yerinden çatladı. Hem de öyle kıyıdan köşeden iki sıva çekilince geçecek cinsten değil çatlaklarımız. Anılarımız çatladı. Biriktirdiklerimiz, yaşanmışlıklarımız, mutluluklarımız çatladı. Oyun parklarımızın yerinde çadırlar var. Çocuklar sallanmak yerine parkın ortasına kurulu sobalarda ısınmaya çalışıyorlar. Geceleri naylon bir çadırın içinde üşümeye direniyorlar. Parklar çatladı.
Yirmi senedir geçtiğim caddelerim, sokaklarım, belki komik gelecek ama yufkacım, kasabım, pastanem, manavımın binaları arasında sanki kimse ölmemiş gibi tekrar gezeceğime inanmaya zorluyorum kendimi. Tekrar oralarda ailemle keyifli anlar geçireceğime inanmaya çalışıyorum. Ölümün herkes için olduğunu, pisi pisine ya da göz göre göre gelmesinin gerçekliği değiştirmeyeceğini kabullenmeye uğraşıyorum. Hayatın devam ettiğini dayatıyorum vicdanıma… Ki o ediyor beni de çekip sürüyerek. Yerde taş toprak sürüklenirken baş aşağı duran bir pencereye tırmanıyorum. O yükseklikten ölüme bakıyorum. O alçaklığına bakıyorum insanlığın…
Sevindik enkazın altından bebekler çıkınca, çok sevindik; ağlayarak gülecek kadar sevindik. O dokunmaya kıyılamayacak narin bedenlerini o kadar saat karanlığa ve korkuya hapsettiğimizi yok sayarak. Geleceklerinde açtığımız kara delikleri görmezden gelerek sevindik.
Umut yerini kesin bir ölüme bırakınca binalardan kalanlar makineler tarafından küçük parçalara ayrıldı sonunda. Kamyonlara doldurulup götürüldü. Gözün görmediğine gönül katlanır yanılmasıyla yıkıntıların yerinde büyük boşluklar kaldı. Şimdi biz İzmirliler o boşlukların arasında eski yaşamlarımızı arıyoruz. Sanki cebimizdeki son bozukluğu düşürmüşüz de bir gözümüz sokak simitçisinde takılı bir açlıkla arıyoruz eskilerimizi. Birkaç parça cumartesi bulsak bile yetecek… Onları gözyaşımızla ıslatıp acılarımızı kaplayacağız. Ama yok işte, hiçbir şey kalmadı o günlerden geriye. Bir dakikalık sarsıntı onlarca yılı aldı elimizden, yerine de on onca yıl boyunca kapatamayacağımız yaralar koydu.
Kimi suçlayalım çünkü suçlamak da suç. Mağdur olmak başlı başına suç. Eğitimsiz müteahhidi, imar affının saklanmış seyrini, renkli karton binaları, gerçeküstü denetimleri, boş vermişliği, yok saymışlığı, kıymet bilmezliği, kimi, neyi, kimi, neyi… Depremi suçlayalım gitsin. Taşlayalım onu bir daha geldiğinde… Çünkü yine gelecek. Ve biz yine çaresizliğin ortasında bir doğa olayının insafına kalacağız. Çatlayan yalnızca binalar ya da taş, toprak değil; ar yerinden çatladık biz, alnımızın ortasında utanmaz bir nehirle geçiyoruz yaşamaktan.