Kurt yüzü mübarektir.
Dede Korkut
“Eğer öykü tohumsa, biz onun toprağıyız. Eğer bir kurt öyküsü duyarsak, o andan itibaren bir süre bir kurt gibi dolaşıp durur ve dünyayı onun gibi görürüz. Gerçek hayatta da sadece öyküyü dinlemekle edindiğimiz bilgiyle hareket ederiz.” (Clarissa P. Estes)

Düşlerim ve dinlediğim öyküler ardımdan gelen bir gölge. Bir anlığına dönüp baktığımda gölgemin beni bazen bir insan şeklinde, bazen de vahşi bir hayvan görünümünde takip ettiğini görürüm. Kurtlar gibi… Onlar her zaman sessizce takip ederler. Önce geri çekilir sonra birdenbire ortaya çıkarlar. Ormanda sizi gizlice izleyen bir çift gözdür. Yolculuk öncesi gördüğüm rüyada bir cam kürem vardı. Üzerindeki yüzyılların tozunu silip parlatıyordum. Buna rağmen üzerine zamanın tozu bulaşan öyküleri gösteriyordu. Gözkapağımı hafifçe aralıyorum, sızan ışık cam küremdeki öyküleri çiçeklendiriyor.
Rotamız yüzyıllardır birçok medeniyete sahne olmuş Anadolu bozkırı. Yol Arkadaşım Trekking Grubu ile Ankara’nın ilçesi Çamlıdere’nin Akkaya köyünün Kurt yaylasına doğru yola çıkıyoruz. Yol arkadaşlığının önemi en çok yola çıkınca anlaşılır. Can Yücel ne der: “Kiminin suyu az, kiminin çok / Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca / Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya…” Biz boydan boya yıkanmaya gidiyoruz. Belki bahar yağmurları da eşlik eder bize. Bozkır ve güneş, şarkısını söyler cesurca.

Bulutlar üzerimizden geçip giderken Kurumcu göletinin kıyısında kurbağaların eşsiz vıraklamaları eşliğinde kahvaltı yaptık. Nilüferler açmış suyun üstünde. Kurbağaların çiftleşme mevsiminde olduğumuzdan koro şeklinde sesleniyor erkek kurbağalar dişilerine. Dişiler, koroda daha yoğun ve nitelikli sese sahip olan erkek kurbağayı tercih edermiş. Yani her kurbağanın çağrısı (vıraklaması) kendine özgü oluyormuş. Bazı kültürlerde kurbağalar yağmur ritüelinde kullanılıyor. Hava basıncı düştüğünde ağaç kurbağaları ağlarmış. Kurbağa ilkbaharda erken vıraklamaya başlarsa ağaçlar hızla yeşillenir, kurbağayı ilk karada gördüysen o yıl mutlu geçermiş. Her ne şekilde olursa olsun göl kıyısındaki vıraklamalar bir senfoni orkestrası dinlemenin zevkini veriyor.
Rakım 1400’ler… Kurt yaylasına doğru yürüyüşe başladık. Çıplak kayalıkları, kuru çalılıkları geçiyoruz sessizce. Yumuşacık bir rüzgâr bulutları sürüklüyor. İrili ufaklı göllerde kısa molalar veriyoruz. Gökyüzü bulutlarla birlikte göl sularında yıkanıyor. Yoğun bir yeşil örtü var yeryüzünü kaplayan, üzerinde neşeli kır çiçekleri dans ediyor. Çamlıdere ormanlarına girdiğimizde atmosfer değişiyor. Kırda bizi kavuran güneşin okları, ormanda ağaçların dallarında asılı kalıyor. “Şehirlerin sarı derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe, güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?” diyen Ahmet Haşim’e hak vermemek mümkün değil.
Zamanında bu bölgeye Oğuz Türkmen boyları yerleşmiş ve Ankara sancağına bağlı köyler kurmuşlar. Yediören köyü de böyle kurulmuş. Buraya yaylaya çıkarlarmış. Kurt yaylası adının nereden geldiğini merak ettim, araştırdım. Anlatılanlara siz deyin efsane ben diyeyim hikâye: “Zamanın behrinde saçları belinde, gözleri çimen yeşilinde bir kız yaşarmış köyde. Yayla için göç başladığında ‘Sakın ormana gitme. Orada bir kurt yaşar, alır götürür seni.’ demiş, ninesi kıza. Kız ‘Bu bir peri masalı değil. Hayatımın başlaması için ormana gitmeliyim, kurdu görmeliyim.’ diyerek karşı çıkmış. Tıpkı bugünkü gibi bir havada hem ninesine şifalı otlar toplamak, hem de kurdu görmek için ormana girmiş. Ormanın derinliklerinde tuzağa düşmüş kurda rastlamış. Kurdun pençesini tuzaktan kurtarıp topladığı şifalı otlarla sarmış. Kurt da karşılık olarak kirpiğinden koparıp vermiş. ‘Bunu kullandığın zaman gerçekleri göreceksin.’ demiş. Kız yaşamı boyunca kurdun kirpiğini kullanmış. Gerçeği sahtesinden ayırmayı, kalbini sadece akılla değil kalple de tartmayı öğrenmiş.”
O zamandan beridir buraya Kurt yaylası derlermiş. Yediören köyünün dağılması üzerine Gümele köyü kurulmuş. Bugün yayla kültürünü devam ettiren Gümeleliler Kurt yaylasını kullanıyor. Oldukça büyük ve bakımlı bir yayla. Yayladan geçerken puslu bir hava çöküp kara bulutlar indi yere. Hafiften bir yağmur eşliğinde geçtik yayladan. Loş havadaki ışıma kurtların zamanını çağrıştırıyordu. Gözüm ormana takılı kaldı. Kurdun izlerini ya da bir çift gözü görürüm diye. Kim bilir, belki diğer gözünden de bir kirpik koparıp bana verirdi. Tek sıra sessizce yürüyoruz, sadece ayaklarımızın altında kırılan dalların çıtırtıları duyuluyor. Önde grup lideri, zaman zaman sıkıntı çeken katılımcıları yanına alıyor ve grup hızını ona göre belirliyor. Bense en arkadayım, artçıyım. Geride kimsenin kalmadığına emin olmak için. Kurtların yürüyüş stilini uyguluyoruz aslında. Sessizce aynı taşın yanından, aynı dalın altından geçiyoruz.
Türk folklorunda kurt motifi koruma, uğur, bereket ve tedaviyi işaret eder. Halk rivayetlerinde Yabanabad’ın (Kızılcahamam), Kese ile Sipahi köyleri arasındaki kaplıcanın bir kurt tarafından keşfedildiği söylenir. Ormanda iyice yükseldikten sonra Sorgun göleti tüm görkemi ile karşımıza çıktı. Burası da adını bir çeşit ince sazdan almış. Sepetçi söğüdü denilen sazlardan hasır ya da sepet örerlermiş. Mitolojik ve masalsı bir rotanın sonunda, yol yorgunluğumu yalnız bir ağacın altında çayımı yudumlayarak çıkardım.
Dönüş yolundayız. Cam kenarında cilveleşen güneşin ışıklarını izliyorum. Işığın bana yöneldiğini görüp, içimi dolduran sevinçle yetinip susuyorum. Kırlara tutkun bir çocuğun, doymaz isteği var içimde. Güneşin kızlarına sesleniyorum Estes’in cümleleri ile: “Eğer dışarı çıkıp ormana gitmezseniz asla bir şey olmaz ve hayatınız da hiçbir zaman başlamaz.”