Fakir Baykurt’un ‘Kaplumbağalar’ı’,
Hicaz Makamı’ındaki Kanaryam Güzel Kuşum,
Ali Çavuş’un Madenci Kanaryaları Ve Duvar Yazarı Bir Çocuk…
Editör: Gülçin Sahilli
Kim söyleyebilir ki çocukluğun son gününü ya da ne zaman başladığını. Yazılmayan her şeydir aslında çocukluk, bir öğle vaktidir bir saatin her çeyreğinde. Düşsel bir dünyayı simgeler, çökekalır yüzümüzdeki kırışıklıklarımıza, iyice yerleşir, yaşlı çocuklar yapar bizden ve genç âşıklar oluveririz bir kez daha çocukluğumuzu hatırladığımızda. Bir özlemi çoğaltır, bir özlemi anlatır bende çocukluk; saldırır gibiyimdir sanki yel değirmenlerine, kendi yeldeğirmenlerime, düşlerini gerçekleştirememenin burukluğu içinde… Uzun bir şiire yolculuğa çıkmak gibidir. Ve aynı anda uzun bir yolculuğun şiiridir çocukluk… Bir eksikliği gidermek için yola çıkmak, tedirgin bir yaz gününde yağmur sonrası ortaya çıkan görüntüler, ıslak sokaklar, tren düdükleri, yılların birikmiş özlemlerinin ardından koşmak gibi bir şey çocukluk. Geri dönme isteği; denemek bir kez daha denemek, yepyeni bir güne, yepyeni bir yaşama doğmak yeni sevinçlerin, yeni umutların çoğalmasını sağlamaktır.
O çocukluk günlerinden biriydi. Geceler serin, geceler dingin ve yapayalnızdı sanki kasaba. Bir gece rüzgârı çıkardı kavaklığımızdan. Pencereden bakar, uzaklara takılırdı bakışlarım, ta ötelerdeki çocukluğumun soğuk ırmağına doğru. Sonbahar geceleriydi. Eve tutsak, yerleşikliğe tutsak ilişkilerdi hatırladıklarım. Yıldızlara bakmayı istediğim geceler. Bir kaçıştı o gecelerde yıldızlara bakmak çocuk kalbim için.
Eylül sonuydu. Akşamüstü evimizin merdivenlerinde bir kalabalık gördüm kavaklıkta oyun oynarken. Hava kararmaya başladığında eve döndüm merak içindeydim. Gelen gruptan iki kişi kalmış, annem ve babamla birlikte yuvarlak yemek masasında akşam yemeğine başlamışlardı bile. Mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra salona geçip misafirlere hoş geldin deyip ellerini öptüm. Babam: ‘’Hani geçen yaz bana okuduğun ‘ Kaplumbağalar’ adlı roman vardı ya oğlum, işte onun yazarı Fakir Baykurt ve eşi Muzaffer Hanım’’ diyerek bizi tanıştırıyordu. Birden heyecanlanmış ve insanın içini ısıtan bu romandaki ‘susuzluğu’ anlatırken hissettiğim gibi dilim damağıma yapışmıştı, en çok da ters çevrilen kaplumbağanın sıcakta kavrulmasını, yavaş yavaş ölmesini okurken orda olup da kaplumbağayı kurtaramamanın acısını yeniden duymuştum çocuk kalbimde…
Annem yemekten sonra, demlediği çayları misafirlerimize ikram ederken, Muzaffer Hanım Teyze: ‘’Fakir, çay içmesini bilmez!’’ deyince bir gülüşme oldu, bunun üzerine anlatmaya başladı:
“O günlerde, herkesin bildiği çayın yeni yeni içilmeye başladığı yıllarmış. Fakir, evlerinin önünde açılan kahveden gelen hoş kokulara dayanamayıp bir gün annesine: ‘Çay isterim, ille de çay!‘ diye tutturmuş çocuk inadıyla. Anası oğluna kıyamamış, elinden tutup kahvehaneye götürmüş. Kahveci Topal Hüseyin’e seslenmiş: ‘Hüseyin bir bardak çay getir!’diye. Çayın nasıl içileceğini bilmeyen Fakir, sıcak çaydan bir yudum çekmiş ama ağzı yanınca da çay bardağını yere atmış. Çay dökülmüş ama toprak yumuşak olduğundan bardak kırılmamış. Fakir, ‘Anam şimdi vuracak, beni, dövecek’ diye korku içinde bakarken annesi kahveciye seslenmiş: ‘Hüseyin, bir çay daha ver!’ diye. Fakir’e ikinci çay gelmiş, bu kez çayı üfleyerek içmiş. Yıllarca annesine sorup durmuş: ‘ Anacığım o gün çayı döktüğümde bir tokat vurmadın, neden vurmadın?’diye. Bu sorunun yanıtını yıllar sonra oğlunun öğretmenlik yaptığı köy okulunda vermiş Elif Ana… Muzaffer Hanım Teyzenin anlattığı olayın burasında Fakir Baykurt sözü alıp devam etti anlatmaya:
“O yıllarda beş sınıfı birarada okutuyordum. Anamın ders izlemeye geldiği gün sınıfta estim gürledim. Ders bitince dışarıya çıktık, anama sordum: ‘Anacığım, nasıl beğendin mi öğretmenliğimi?’ diye: ‘Eh işte fena değil’ demesin mi anam: ‘Nasıl fena değil ya, müfettişler bile beğeniyor, sen fena değil diyorsun, neden böyle?’ dediğimde anam yıllarca bana rehberlik edecek birkaç cümlesiyle utandırdı beni:
“Yıllarca sordun durdun. Şimdi söylüyorum oğul, aç kulağını dinle! Ben sana çayı döktüğün gün kızsaydım, içindeki aslan küserdi. Dövseydim, o aslan ölürdü. Bugünkü gibi öğretmen falan olamazdın. İşte şimdi sen de benim yaptığımı yap ve sakin ol! Dayak atıp,esip gürleyip bu çocukların içindeki aslanı sakın öldürme emi!…’’
Muzaffer Hanım Teyze’nin başlattığı ve Fakir Baykurt’un anlatmayı sürdürdüğü bu ilginç hatıranın ardından babam bana seslenerek, yazı odasının duvarında asılı olan kemanını getirmemi istemişti. Akordunu yeniledikten sonra Rast Makamı’nda olduğunu söylediği keman taksimini icra eden babam: ‘’Hadi bakalım Ertan, birlikte söyleyelim, Mustafa Nafiz Irmak’a ait olan Hicaz makamındaki ‘Kanaryam Güzel Kuşum’ şarkısını.’’ diyerek konuklarına açıklamalarda bulunuyor, bense topluluk önünde ilk kez şarkı söyleyeceğim için heyecanlı, babamın bu beklenmedik isteği karşısında yarı şaşkın ve kızgın bir haldeydim. Uzun zamandır, babamın, sevdiği şarkıları bazen keman bazen de ud ile çalışırken, arada bana da öğretmeye çalıştığı eserlerden biriydi bu. Beni cesaretlendirmek için birlikte söylemeye başlamıştık ama şarkının ikinci kıtasında babam beni yalnız bırakmış, kemanıyla eşlik ediyordu sadece. Çok zorlanmış, ter içinde kalmıştım tek başıma yorumlarken. Şarkının sonunda herkes alkışlarken, Fakir Baykurt oturduğu yerden kalkıp beni tuttuğu gibi elleriyle havaya kaldırmış: ‘Aferin sana Ertan! İleride büyük bir sanatçı olacaksın sen!’ diyerek ödüllendirmişti… Gecenin ilerleyen saatlerinde çalan kapı ziliyle konuklarımız yola çıkmak üzere hazırlanırken ben aldığım ödülün coşkusuyla balkondaki salıncağımızda havalara uçuyordum…
Vedalaşmadan önce Fakir Baykurt, babamın hatıra defterine şunları yazmıştı:
“Bartın öğretmenleriyle, TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) şube toplantısı yaptığımız gün, Çaycuma öğretmenleri oraya gelirken Ziya Mısırlı’yı beraberlerinde getirdiler. Ali Nuri Güntekin bizi birbirimize tanıştırdı. Toplantı arasında kısa bir konuşma yapabildik. Aramızda dostluğun ilk ilişkileri başladı. Toplantıdan sonra Çaycuma’ya geldik. Dostlarımızla Ülke ve sanat konularında sohbet ettik. Sonra Ziya Mısırlı’nın evine geldik. Evin ve bu defterin sahibi Ziya Mısırlı, dopdolu bir dosttur. Kalbiyle ve kafasıyla dünyayı çok iyi görmekte ve anlatmaktadır. Ona başarılar.’’
Fakir Baykurt
(26.9.1968)
Aradan iki ay geçmişti, ekmek teknemiz olan ‘Görenkalp Mağazası’nın vitrinlerinin yeni yıl hazırlıkları için annemle babam İstanbul’a gittiler. Mahmutpaşa, Tahtakale, Mercan Yokuşu, dükkânımızın raflarını dolduran kazak, gömlek, pijama, iç çamaşırı vb. tekstil ürünlerinin toptan satışının yapıldığı merkezlerdi. İstanbul’a gidince, Cağaloğlu Yokuşu’ndaki yayınevlerine de gidilir, ‘ Görenkalp Kitaplığı’ için yeni çıkan kitaplar indirimli olarak alınırdı. Kasabadaki mağazamızın önünde duran nakliye kamyonlarından kaldırıma indirilen tahta sandıklar açılırken, kazak, gömlek ambalajlarının arasından çıkan bu kitapları eve taşımayı severdim en çok. Kimler yoktu ki bunların arasında… ‘ Varlık’ Büyük Çocuk Kitapları serisinden: İsviçreli Robenson, Gullıver’in Yolculukları, Pinokyo, Tom Amcanın Kulübesi, Doktor Doolittle’in Serüvenleri ve daha niceleri… ‘Büyük Eserler Kitaplığı’ serisinden Orhan Kemal, Panaıt Istrati, John Steınbeck, Dostoyevski’nin yayınlanmış bütün eserleri… Bunların içinde iki kitap vardı ki, Altın kitaplar’dan çıkan, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i ve Varlık Yayınları’ndan Jack London’un Martin Eden romanlarının kahramanları yıllar içinde hep karşıma çıkacaklar ve ben onları takip edecektim onlar da beni…
1968’in Aralık ayında Zonguldak’tan gelen anneannemle baş başa kalmıştım. Kış geceleriydi. Yıldızlara bakmayı sevecek bir arkadaşım yoktu. Anneannemle paylaşabildiğim saatler vardı sadece, kimi ortak duygular da vardı elbette. Bir de arasıra mırıldandığım ‘Kanaryam Güzel Kuşum’ vardı dudaklarımda… Yine şarkımı mırıldandığım bir gün anneannem: ‘’ Sen bu şarkıyı nerden öğrendin?’’ diye sorduğunda ona olduğu gibi anlatmıştım aylar önceki o akşamı. Küçük sevinçlerle, küçük mutluluklarla oyalandığım son gün olmuştu sanki. Rüzgârın soğukluğunu bir başka türlü anlamak, rüzgârın serinliği bir başka türlü hissetmek vardı artık kaderimde. Anneannem: ‘’ Dinle bak!’’ dedikten sonra anlatmaya başlamıştı:
“Deden anlatırdı oğlum, eskiden grizu sızıntılarını anlamak için, maden ocağının derinliklerindeki galerilere, kafesler içinde kanaryalar asılırmış. Kanaryaların yaşayıp yaşamadığına bakarak devam ederlermiş kazma sallamaya. Kafeslerdeki kuşlar ölmeye başladığında hızla boşaltırlarmış maden ocağını. Kanaryaların hassas kalpleri birçok madencinin hayatta kalmasını sağlamış bir dönem… O yıllarda Zonguldak’ta Uzun Mehmet Kuyusu’nda maden çavuşuydu rahmetli Ali deden. 13 arkadaşıyla birlikte Soma’daki 5 nolu kömür ocağında çalışma emri geldi bir gün. Annen senin yaşlarındaydı o zaman, teyzelerinle birlikte 6 nüfus yollara düştük. Yerleştirildiğimiz ahırdan bozma bir evde zar zor geçinip gidiyorduk. Geçici bir görev olduğunu, Zonguldak’a geri döneceğimizi düşünerek teselli ediyorduk birbirimizi. Hiç unutmam 20 Eylül 1952 tarihini. O gün sabah vardiyası için toplanan arkadaşlarına: ‘’Bugün bu ocaktan sağ çıkarsak, bize karada ölüm yok.’’ diyor Ali çavuş. Bütün karşı çıkmalarına, itirazlarına rağmen, zorla 5 nolu ocağa indiriliyorlar. İlerleyen saatlerde büyük bir patlama meydana geliyor, deden yaralı olarak kurtuluyor ama 12 arkadaşının göçük altından seslerini duyunca tekrar geri dönüp ocağa giriyor ve ikinci bir patlamayla birlikte, kanaryalar, Ali Çavuş ve arkadaşları havaya uçuyor. Paramparça olmuş cesetlerinden geriye kalan organları toplu halde, alelacele kimsesizler mezarlığına defnettiler… Zonguldak’a geri döndüğümüzde ailemizin tek erkek çocuğu olan Kâmil Dayın 5 kız kardeşinin ve benim sorumluluğumu üstlenerek okulunu bırakıp madene inmek zorunda kaldı…’’
Uzun Mehmet Kuyusu kadar uzun geçmişti o dakikalar. Buruk bir hüzün kaplamıştı benliğimi. Tehlikeli, ölümcül bir arayış içinde pencereden baktığımı hatırlıyorum. Ölü yüzler gibi sağa sola saçılmıştı avucumdaki misketler. Yerleşikliği seçmiş bütün kasabadakiler ölmüş gibiydiler o an… Duygular, düşler öldürülmüştü sanki içimde. Sıkıntılı ve hüzünlü bir dünyanın görüntüleri serilmişti, bir bilinmezi arayan çocuk gözlerimin önüne. İçimdeki şarkı bitmişti ve bir daha o şarkıyı söylemeyecektim artık. Eski bir ıslık kadar eskimişti kalbim bir gecede, yakamdaki beyaz karanfil solmuştu bir anda. Akşamın fotoğrafına korkuyla ilişirken yüzüm çocuktum, üşüyorum şimdi çok yoruldum tuhaf bir rüyayı hatırlamaya çalışırken…
Umutla umutsuzluk arasındaki gidiş gelişlerle dolu iki yıl daha geçmişti. Bir trenin vagonları arasında dolaşır gibi her birini ayrı ayrı sevdiğim Kavaklar en yakın oyun arkadaşlarımdı. Bugün bile eski çok eski bir yaşantının bölük pörçük anılarını düşürür belleğime. Birlikte geçirdiğimiz günlerin unutulmazlığından sözettiğimiz çocukluk sevgilileri gibiydi kavaklarım… Bir akşam vakti büyükbabamın elindeki Arnavut çakısıyla kavak ağacının kabuğunu ince ince kazıdığını görmüş merakla yanına gidip sormuştum ne yaptığını. Meğer her bir kavak ağacının gövdesine ‘Allah’ın Güzel İsimleri’ni’ kazıyormuş. ‘’Kavaklığımızda kaç kavak var biliyor musun, hadi say bakalım.’’ diyerek gülümsüyordu. 99 kavak saymıştım. Daha sonra kavaklardan birinin altına oturduğumuzda yanındaki alet edevat çantası dediği çantadan küçük bir boy kavala benzer bir şey çıkardı ve bir ezgi doldurdu kulağımı. Ne olduğunu sorup merakla elinden alıp üflemeye başladım ama ses çıkaramamıştım: ‘’Buna ‘nayçe’ derler evlat!’’ diyerek çantasına yerleştirdi gizler gibi. Bir daha da görmedim büyükbabamı nayçe üflerken. O günlerde bu müzik aletinin kavak ağacından yapıldığını düşünmüştüm ama büyükbabam bir gün beni ırmak kenarındaki sazlıklarla tanıştırmıştı…
Uzun bir şiire başlamak, yaşamın şiirine doğmak gibidir çocukluk ama ben ne zaman çocukluğuma doğru yola çıksam ‘mazi kalbimde bir yaradır!’ İşte o telaşlı yaz günlerinden birinde uyandığımda çektiğim fotoğraf sanki bir savaş alanından görüntülenmişti. Kavak ağaçlarım kesilmiş köklerinden sökülmüştü sanki. Üst üste yığılmış ölü askerler gibi toplu mezara gömülmeden önce son kez bana bakıyorlardı… Karar verilmişti, kavaklar yeni açılan kâğıt fabrikasına satılacak, İstanbul’a taşınacaktık… Ve ayrılık gelecekti günün birinde. Yeni bir yolculuğun başladığı anlardı. Zorlu bir serüvenin peşinden gidilecekti. Uzun çok uzun bir yolculuk başlamıştı içimde gözyaşlarıyla dolu…
Artık gitme vaktidir kasabadan. Zaman bir ömrü anlatabilecek kadar uzun da olabilir bu sahnede. Yeni bir sürgün yeni bir umuttur da aynı zamanda diyerek özetleyeceğim şimdilik… Bir süre sonra Seka Selüloz ve Kâğıt Fabrikası’ndan uzun bir kasası olan nakliye kamyonu evimizin önünde durmuş eşyalar yüklenmeye başlamıştı. Kiracımız olan marangoz Hasan Amcaya yaptırdığımız üç katlı kütüphanemizin raflarına kitaplarımızı özenle yerleştirdim ben de. Şoför mahalli küçük olduğundan sadece annemle babam oturabilecekti. Beni kamyonun kasasında eşyaların arasındaki bir bölmeye yerleştirip brandayı da kitaplar ve diğer eşyalarla birlikte üstüme örttüler. Yola çıkmıştık. Bir süre sonra kamyonun şoför mahalline doğru olan kısmının silindir şeklinde paketlerle dolu olduğunu fark ettim. Üzerlerindeki yazılardan anlamıştım bunlar kâğıt balyalarıydı. Çocukluk arkadaşlarım, sevgili kavak ağaçlarım fabrikada kâğıda dönmüşler beni yolcu ediyorlardı. Kurşunkalemimle ilk cümlelerimi o kâğıt paketlerinin üzerine yazdığımı hatırlıyorum yolculuğum boyunca…
Uzun bir şiire başlar gibi kırmızı ayaklı bir güvercin oluyorum ıssız bir istasyon kanepesinde. Konuşmadan oturuyoruz sabaha kadar, uzaklarda bir plak sızlayıp duruyor 1971’deki yaram gibi… Yola çıktığımda on iki yaşındaydım, şimdi altmış iki, keşke 1971’deki gözlerimle bakabilseydim kendime, hayat bir okul bahçesinde devam edebilseydi ama olmadı; bir kitabı çalışır gibi çalıştığım hayatı, okulu kırar gibi kırmak istedim, olmadı, hayat kalbimi kırdı her seferinde. Ayrılırken kasabamdan bir kamyonun kasasında, çocukluğumun soğuk ırmakları bir bir arkamda kalırken, söğüt ağacından bir dal kırıp bıraktım Çaycuma Köprüsü’nden Filyos Irmağı’na. Üzerlerine ilk şiirlerimi yazdığım kâğıt balyaları ne yazık ki birlikte büyüdüğümüz kavak ağaçlarıydı. Kargalar doluşurlardı yağmurlu güz ikindilerinde kavaklığımıza, gökyüzünün yahudileriydi kargalar büyükbabam için nedense. Anlamadım. Bense her gün biraz daha uzayan, her gün biraz daha boy atan bir çocuktum hiç durmadan kavak ağaçlarına tırmanan… Bir serçe telaşıyla inmiştim pencerelerinden hüzün sarkan Üsküdar’a. Ta Kurtalan’dan kalkıp Haydarpaşa Garı’na gelen Kuşluk Treni’ndeki Gurbet Kuşları gibiydim Orhan Kemal’in, çocukluğumun Ney Bahçesi’ndeki sonbaharların kederini taşımıştım hayata. Yoksul makasçının gözlerinde vakitsiz bir gar uzanıyordu gördüm. Isırdığım elmanın çekirdeğiyle yüzleştim. Bir iç yarasıdır şimdi aşkı arayan o yaz içimde…
Üç yıl daha geçmişti. Üsküdar Ortaokulu’nu güç bela bitirebilmiştim. Bu arada babamın bestelerinden biri İzmir Radyosu solistlerinden Kutlu Payaslı tarafından seslendirilmiş, birkaç bestesini de TRT-Repertuar Kurulu’na göndermişti. O zamanki adıyla İstanbul Belediye Konservatuarı sınavları için kayıt yaptırmıştık Piyer Loti Sokağı’ndaki ahşap bir köşk içindeki büroya. Müzisyen olmamı istiyordu babam nedense. Sınava ilgi büyüktü. Çırağan’daki tarihi binada kalabalık her geçen dakika artıyordu. Ve nihayet sıra bana gelmişti, babam beni yüreklendiriyor, annem duaları peşpeşe sıralıyordu sırtımı sıvazlayarak. Uzun bir masanın iki tarafında oturan heyet-i umumiyenin önündeydim artık. Masanın başında heyet başkanı olduğunu anladığım üstad müzik adamı Prof. Nevzat Atlığ oturuyor, yan taraftaki piyanonun başında birçok ünlü piyanistin hocası Süheyla Altmışdört, masada oturanlardan birinin İncila Bertuğ olduğunu hatırlıyorum bir de Ender bey ve Faruk Bey, heyetin diğer üyeleriydi yanılmıyorsam… Müzik yeteneğimi ölçmek maksadıyla yöneltilen birkaç soru ve nazari bilgiden sonra sıra ses ve şarkı icra sınavına gelmişti. Heyet başkanı önündeki listeye bir göz attı ve uzattığı kâğıttaki notaları okumamı istedi. Okudum. Bu arada Süheyla Hanım piyanonun tuşlarına hafif hafif dokunarak beni prova için hazırlıyordu sanki. Başını kaldırarak gözlüklerinin üstünden bana doğru bakan Nevzat Atlığ:
“Hadi bakalım evladım bize ‘Kanaryam Güzel Kuşum’ şarkısını seslendir!’’ dediğinde başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi ürpermiş, kızarmıştım. Biraz kekeleyerek: ‘O şarkıyı bilmiyorum efendim’ demiştim ama Nevzat Bey ardından: ‘O zaman bize en iyi bildiğin şarkıyı seslendir yavrum’ demişti. Bir an kendimi toparladım, en iyi bildiğim şarkı ‘Kanaryam Güzel Kuşum’du’. ‘Hatırladım efendim’ diyerek şarkıya başladım Süheyla Hanımın gülümseyen ve beni cesaretlendiren mimikleri, başıyla yaptığı hareketler eşliğinde. Bütün sınav heyeti gülümseyerek ve gözlerini benden ayırmadan dinliyordu. Heyecanımı ve öfkemi yenmiş, Fakir Baykurt’un huzurundaki gibi tamamlamıştım sınavımı. Birkaç gün sonra öğrenmiştim, 137 kişinin başvurduğu sınavda ilk 25’e girerek ‘Klasik Türk Müziği Nazariyat Bölümü’nü kazanmıştım…
O yıl ‘hazırlık sınıfı’nı da başarıyla bitirmiş ardından birinci sınıf derken ikinci sınıfa kadar gelmiştim. Okulun ve sınıfın yaşça en küçük öğrencisi ‘maskotu’ olduğumdan herkes yardım ediyordu takıldığım konularda…
1975 – 1976 öğretim yılıydı…
Bir gece önce Dede Efendi’den aşk şarkıları terennüm eden o çocuk, bir gece sonra Üsküdar’da bir duvara ‘DGM’ye Hayır!’ yazarak duvar yazarı olmaya karar verdi… Kendini sokaklara, meydanlara attı, savruldu, tökezledi, düştü, yara bere içinde kaldı… Ölüme sözlü hayata nişanlı bir kuşağın hazin hikâyesidir gerisi. Ölümleri ertelemek, yenilgileri unutmak, yaşama sürdürmek gerekecektir durmamasıya. Pulu yapıştırırken titreyen ellerim zarfta belli belirsiz bir leke bırakıyor, bir êhbârı değerlendiren kalbim ölülerle mektuplaştı…
Aradan 37 yıl geçti,2011 yılında Türkiye Yazarlar Sendikası genel kurulunda yönetim kurulu üyeliğine seçildim. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ndeki toplantı sonrasında Yıldız Sarayı Dış Karakol Binası’ndaki TYS genel merkezinin bulunduğu çalışma ofisine gittik yönetim kuruluna seçilen 9 arkadaş… Tarihi binanın giriş kapısına iki tabela çakılmıştı altlı üstlü. Alttaki tabeladaki amblemi tanıdığım için TYS’ye ait olduğunu anlamıştım. Üsttekini okumak için yaklaştım, ‘Devlet Konservatuarı Klasik Türk Müziği Koro Şefliği’ yazıyordu. O anda yüzümde oluşan acı gülümsemeyle birlikte ağzımdan şu sözler çıkmıştı üstteki tabelayı göstererek: ‘’ Oğlum Ertan! Okusaydın Klasik Türk Müziği Korosu’na şef olacaktın, okumadın Yazarlar Sendikası’na ‘Sayman’ oldun!’’
A.Ertan Mısırlı
15 -16 Haziran 2020