CEREN AVŞAR, İNKÂR ŞİİRLERİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Söyleşen: BURÇİN LAÇİN ALTAY
Sevgili Ceren Avşar ile Lando Yayınları’ndan çıkan İnkâr kitabı üzerine 18.06.2025’te Eskişehir, Donkişot Sahaf’ta yaptığımız söyleşiden.
BURÇİN L.A.:
İnkâr; Sahra, Kırmızı Tüy, Cinne şiirlerinden oluşan bir öykünün şiire dökümünde efsanevi hikâyeyi sunuyor kitap. Aslında destan gibi yazılmış da diyebiliriz. Hatta bana İLYADA ve ODYSSEİA destanlarını da düşündürdü. Dinin masalları ya da mitleri, ilk insandan öncesine götürüyor şiirler. Başka bir gerçekliğin ya da hayal dünyasının içine sürüklüyor adeta. Hatta ruhani boyuta da taşıyan gerçeklik algısının değiştiği yeni bir gerçeklik yaratıyor. Bunu yaparken de insanlığın çözülmüş sırlarını da felsefi bir düzlemde duyuruyor. Şiirlere geçmeden bu ruhani dünyayı dünyamızla birleştiren içeriği oluşturmak ve destan gibi yazma fikri nasıl aklına geldi? Sen şair olarak bu boyuta nasıl geçtin? Bu şiirin yaratım süreci senin için nasıl bir süreçti?
CEREN A:
Burçin öncelikle bu güzel sorular için çok teşekkür ederim. Seninle sohbet ettiğimde anlaşıldığımı hissediyorum ve bu çok kıymetli.
Üç şiire de ismini üç kadın veriyor İnkâr’da. Kadınların ilki Sahra, neandertal bir kadın olan Kırmızı Tüy ve cinler ecesi Cinne. Ben hep kadın kadının yurdudur diye düşündüm. Bu yüzden bu üç kadını zamandan ve mekandan bağımsız birbirine bağladım. Birbirlerinin yuvaları oldular. Sahra’nın Adem için yaratılışını inkârı, Kırmızı Tüy’ün insanlığı kurtarma çabaları ve Cinne’nin gelecekten onlara yardımı hikâyenin temelini oluşturdu. Dini kitapları okudum ve mitolojik kitapları da. Sonra hepsini unuttum. Bu dediğim yaklaşık on beş yıl önce başlıyor. Unuttuktan sonra insan nasıl var oldu, yok oluşa nasıl sürükleniyor kendi eliyle bir de ben anlatmak istedim. Bütün okuduğum metinlerdeki o sesi koruyup kendi sesimi işin içine katınca o destansı dil oluştu. Dünya ilk defa insan eliyle yok oluşa sürükleniyor. Narsisizm bizi an be an tüketiyor. Buna çareyi bulsa bulsa kadınlar bulabilir benim dünyamda. Ötekileştirilmiş bütün kadınların sesi olma çabası ile yazmaya çalıştım.
BURÇİN L.A.:
Sahra şiiri, ilk şiir ilk bölüm şöyle başlıyor;
“Ey ya Rabb, ya Rabb!
Sıkıldım, suyumdan,
sıkıldım varlığımdan.
Her şeyinin olması
hiçbir şeyin varlığı.
Senin katında olmanın,
sana erişemememin ıstırabı.
Birken iki yap beni,
zıddımdan yeniden yarat.
Böyle bir duayla, bir yakarışı duyuyoruz burada… Ve devamında şöyle diyor şiirde;
Kabul oldu dualarım demek
Yaratacaksın bana bir eş,
Şahrat’ün-nar’lardan bir kadın mı?
Burada asıl karakteri görüyoruz, asıl anlatılmak istenen beklenmedik şekilde şiirde yaratılıyor.
Şahrat’ün-nar’a Sahra ismini koyan cinler var şiirde.
Ve şöyle diyor;
Bomboştu Sahra’nın yüreği,
anladı ki Adem,
kolay değil, doldurmak yürekleri.
Bir inancın, inançsızlıkla çarpışmasında ortaya çıkan güçsüzlük ve çaresizlik insana verilen ceza gibi şiirde de göz kırpıyor. Özellikle sevginin ne kadar güçlü bir duygu olduğunu, elde etmesinin de zorluğunu ruhani bir boyuttan sunuyor.
Ben de burada nedir, kimdir bu Şahrat’ün-nar diye araştırdım, mitolojisini, hikâyesini ve görsel olarak da sunmak gerektiğini düşündüm. Çünkü derinlikli bilgileri barındıran bir kitap ve bazı bilgiler bilinirse kesinlikle daha lezzetli bir hal alıyor.
Şahratü’n-nâr – Lilith (?)
Allah ilk insanı, Adem’i yaratmadan önce Şahratü’n-nâr’ı yaratmıştır. Allah ona dokuz yüz bin yıl (900.000) ömür vermiştir. Başı insan başı gibi, iki eli ve iki ayağı insan gibi olup, basından ayağına kadar insan yüzü gibi elinde, ayağında, karnında ve basında tastamam 4000 adet yüzü vardır. Her yüzünde de insan gibi kası, burnu, ağzı ve gözü vardır. Hak Teala onu ateş ile havadan yaratmıştır. Su ile toprak ona karışmamıştır.
Yalnızdır. Bu yalnızlıktan kurtulmak için Allah’a yalvarır ve bir eş ister. Allah duasını kabul eder ve ona bir eş gönderir. (Adem) Şahratü’n-nar evlenir ve 4.000’den fazla çocuğu olur. 900 Bin yıl yaşadıktan sonra ölür.
Benim öğrendiklerim bunlar ama bunların ışığında senin Şahrat’ün-nar’a yüklediğin anlam, kadınlara yüklenilen anlamları ve anlamsızlıkları da düşünürsek, nasıldır?
CEREN A:
Şahrat’ün-nar benim için sadece bir mitolojik figür değil. Kadının tarihteki en eski yalnızlığı. En eski inkârı.
Kadını yok sayan, onu ya şeytanlaştıran ya da kutsallaştırarak denetim altına alan anlatıların çok daha öncesine ait bir yankı gibi. 4000 yüzü var, her yüzü başka bir hâl. Bu bana çok tanıdık. Bugün de kadının her yerde birden olması bekleniyor; evde, işte, annelikte, aşkta, dirençte… Ama yine de hâlâ görünmez. Ve su ile toprak ona karışmamış deniyor. Yani Şahrat’ün-nar insan değil. Bu da kadına insanlık verilmeden önceki kadının simgesi gibi geliyor bana.
Bir varlık olarak yaratılıyor ama yalnız. Adem ile bile yalnızlığı bitmiyor. Adem onun yüreğini dolduramıyor çünkü varoluşunu sorguluyor. Bu noktada mesele aşk değil, tanınmak. Tanınmayanın yalnızlığı…
Cinler ona Sahra ismini veriyor. Çünkü insanlar henüz var olmadan, kadına dair bilgiyi taşıyan başka varlıklar vardı. Onlar tanıyor onu.
Ben Şahrat’ün-nar’ı yazarken, kendimi hem annemde hem Lilith’te hem direnen kadınlarda, hem sokakta yalnız yürüyen kadınlarda buldum.
Bu şiirle aslında bir kadının yalnızlığının Tanrı’ya bile erişemeyeceği kadar derin bir şey olduğunu yazmak istedim. Ve bu yalnızlık, bugünün kadınının da yalnızlığı. Bu hâl bir çağrı:
Kadın hep dua eden değil, artık kendi dualarını kendisi yaratan bir varlık olabilir mi?
Yani ben Sahra’da kadına yüklenen anlamların ötesine geçmeye çalıştım. Onu sadece “eş” olarak değil, “ilk varlık” olarak yeniden kurmak istedim.
Şiirin sonunda ise o kadın, yani Sahra, kendi yalnızlığını bir güce dönüştürüyor. Çünkü “birken iki olmak” bazen zıddını da doğurur ama kendinden eksiltmeden.
BURÇİN L.A.:
Kırmızı Tüy, upuzun bir destan sanki ve yine mitolojik bir hikâyeyi yeniden yaratarak, şairce anlatıyor Ceren. Burada da bambaşka büyülü bir hikâyeye rastlıyoruz, Kutsal Ana, Kabile, Ulu Su, Büyük Kuş, Yüce Ruh, Ön Bilici, Karataş gibi birçok efsanevi olgu üzerinden anlatıyor şiiri… Aslında alt metin olarak da adlandırabileceğimiz büyük bir sorgu da var bütün şiirin içinde…
İnsanlar hızlı hızlı giden şeylerin içinde sanki akıyorlar.
Zaman hafife almaya gelmez, buna nasıl cüret ediyorlar?
Hem hapsolduğu ruhani varlık olarak hem de insan ruhu olarak karşılık bulacak bir yerde duruyor anlatıcı karakter ya da şair… Şöyle diyor;
Kapkara bir lekeyim şimdi dünyalarında,
Işığın önündeki engelim.
Ve sonunda
Kırmızı Tüy artık yok
Kaderleri bağlayan ip artık yok.
Sıra bende.
Diyerek özgürlüğünü ilan ediyor. O kadar derin ve uzun olmasına rağmen şiire sığan bu hikâyede merak unsuru oldukça yüksekte. Kaderleri bağlayan ipin Kırmızı Tüy ile bağlantısını ve senin için hikâyesini sormak istiyorum? Ayrıca burada oluşturulan miti düşünürsek, sana göre nasıl bir hikâyenin şiire dönüşmesi bu?
CEREN A:
Kırmızı Tüy, benim için bir tür hafıza parçasıydı. Hem geçmişin hem geleceğin bilgisini taşıyan, görünmeyen bir bağın temsilcisiydi. Kabileyi bir arada tutan, sırları saklayan, inançları taşıyan, ama en çok da kaderi dizginleyen bir simge. Şiirin sonunda o tüy artık yok. Çünkü artık dizginlenecek bir kader yok. İnsan, kendi ipini çoktan kopardı. O bağ çözülünce, o tüy havada salınmak yerine düşüyor.
Yani anlatmak istediğim sadece bir mitin yıkımı değil; aynı zamanda bir çağın çöküşü. Kırmızı Tüy’le birlikte inançlar, aidiyetler ve yazgılar da yitiriliyor. Ve anlatıcı, “sıra bende” dediğinde, bu bir meydan okuma.
Artık dışsal bir tanrıya, büyüye, atalara değil; kendi iç sesine, kendi hakikatine yaslanıyor.
Çünkü hiçbir kutsal, onu tutmamış. Bu hem bir özgürleşme hem bir lanet gibi ama şiir orada susuyor. Şiirsel anlamda bu anlatı benim için sezgisel bir kurgu.
Mitoloji okurken, eski halkların dualarını incelerken Kırmızı Tüy’ü anlatma ihtiyacı hissettim.
Bazen bir şiir, önce görüntüyle gelir. Sonra anlamı büyür. Kırmızı Tüy, aynı zamanda kadim olanın yeniden yazımı. Yani kendi efsanemizi yaratma cesareti. Bugün hâlâ bize ait olmayan mitlerle, erkeklerin yazdığı kutsallarla tanımlanıyoruz.
Ben dedim ki:
“Hayır, benim de anlatacak bir hikayem var. Ve artık onu anlatmak istiyorum.”
Bu bir özgürlük bildirisi gibi okunabilir ama aslında bir tür yazgısız kalma hâli. Yani yazgıyı terk etmekle, yeniden yazmak arasındaki o dar ve kutsal boşluk.
BURÇİN L.A.:
Cinne, kitabın son bölümü…
“Sığınırım rabbine felâkın, halkettiklerinin şerrinden, ortalığı basan karanlıkta oluşacak şeylerin şerrinden, düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden ve haset eden hasetçilerin şerrinden.”
Sözleriyle başlıyor, bir dua bir sığınma ile…
“Ah insanlar ah insanlar birbirine kırılıyor.
Hayatta hiç insan kalmayıncaya değin savaşıyorlar Cinler.”
İnsanlığın, insanı duyguların yok oluşunu, sevginin yitirilişini anlatıyor sanki… Sonra cinler kraliçesi Cinne ve Ferit karakterleri üzerinden aktarılıyor şiir, öykü ya da destan. Aşk ve tutku derinden yansıtılıyor. Dünyanın oluşumunu ya da dünyanın kayboluşunu kendi dilinde dünyanın geri kalanı anlatıyor. Ve kitabın son cümlesi;
Dünya artık cinlerincinlerincinlerin evi.
Bu saptamaların haklılığını ve senin için buradaki karakterlerin önemini sormak istiyorum. Asıl sığındığımızın şiir olduğunu düşünürsek senin bu şiirde asıl dilediğin nedir? (Çünkü bir dilek, bir dua okuyorum burada:)
CEREN A:
Cinne aslında benim en çok içime sinen, ama yazarken de en çok düşündüğüm şiir oldu. Çünkü orada, artık hiçbir insani duyguya yer kalmamış bir dünyaya bakıyoruz. Sevgi, şefkat, utanma… hepsi yitmiş.
Ve şiirin başındaki dua… Aslında insanlardan korunmak için edilen bir dua bu.
İnsanlar o kadar kendi benliklerine kapandılar ki artık başka bir türün bile onları kurtaramayacağını düşündüm.
O yüzden Cinne bir cin; çünkü insanlığa dair tüm yükleri sırtından atmış bir varlık.
Ferit ise hem insan hem cin. Yani geçiş hâli. Bir ihtimal, belki başka bir yol olur mu diye… Ama o yol da kapanıyor.
“Dünya artık cinlerin evi” dediğimde aslında bir dilekte bulunuyorum:
İnsanın yok olmasını istiyorum. Ama bu fiziksel bir yok oluş değil.
Yıkılsın istiyorum bu kibirli form, bu yeryüzünü kanla ve betonla örten tür.
Yok olsun istiyorum kendini kutsayan, tanrısını bile çıkarına alet eden o bencil zihin.
Belki de bu bir lanet değil, bir umut.
Yeni bir varlık türü, yeni bir şefkat anlayışı, yeni bir ruh hâli gelsin diye.
İnsan gitsin ki sevgi kalabilsin.
İnsan gitsin ki başka varlıklar büyüyebilsin.
İnsan gitsin ki, dünya yeniden doğabilsin.
Benim şiirimde dua da lanet de aynı ağızdan çıkıyor.
BURÇİN L.A.:
Kitabı oluşturan Sahra, Kırmızı Tüy, Cinne şiirlerinin bağlantısını, nasıl bir düzlemde ilerlediğini, nasıl iç içe geçtiğini sen nasıl yorumlarsın?
Bütün bu şiirler ve derin düşüncelerden sonra kitapta bir isyan ve dünyayı hatta bütün boyutları ters çeviren bir anlamı da içerdiğini düşünebilir miyiz? Ve Ceren Avşar’ın asıl İnkâr ettiği nedir? İnkâr isminin oluşumu nereden geliyor?
CEREN A:
Sahra, Kırmızı Tüy ve Cinne şiirleri görünüşte birbirinden uzak gibi dursa da hepsi normlara karşı birer itiraz aslında. Bir tür “beden değiştirme”, “dil bozma” ve “dünyayı yeniden kurma” çabası.
Bu üç şiirde de cinsiyet, tür, zaman gibi kavramlar net değil.
Ne tam kadın var, ne erkek. Ne insan, ne tanrı. Ne geçmiş, ne gelecek.
Bu alanlar, benim için queer bir varoluş alanı çünkü queer sadece cinselliği değil, normların ötesinde bir yaşam kurgusunu da işaret eder. Kitap boyunca ben, tam olarak o normların içinden sıyrılmaya çalışan karakterleri konuşturuyorum.
Sahra mesela, onu tanımlayan tek şey yalnızlığı ve Tanrı’ya doğrudan konuşabilmesi. Sahra, erk merkezli yaratılış anlatılarına bir cevap gibi.
Kırmızı Tüy, kadim kabile hikâyelerinin içinden çıkan bir queer belleğin şiiri. Tüy, hafızayı temsil ediyor ama aynı zamanda yazgıya bağlılığı da.
Şiirin sonunda “Sıra bende” diyen özne, artık kaderini eline alıyor. Bedenin, geçmişin, tanrının ve toplumun çizdiği rolü bırakıyor.
O an, queer bir özgürleşme ânı.
Cinne ise insanın yok oluşuyla açılan bir başka dünyanın sesi.
Cinler, queer bedenlerin mitolojideki izdüşümleri gibi. Ne kutsal kitaplara tam dâhil ne tamamen dışarıda.
Sınırda, yarı görünür, yarı korkulan…
Cinne ve Ferit’in ilişkisi de bu sınırda yaşanan bir aşk. Ne tanımlanabilir ne inkâr edilebilir.
Ve işte tam burada “İnkâr” ismi devreye giriyor.
Ben bu kitapta normların, rollerin, zorunlu kimliklerin inkârını yazmak istedim.
Çünkü bazen bir şeyi sevmek, onu onaylamak değil; onun mümkün olduğu dünyayı inkâr etmektir.
“İnkâr” benim için bir özgürlük formu.
Kadının sadece anneliğe, erkeğin sadece otoriteye, aşkın sadece iki kişilik düzene, varoluşun sadece biyolojik cinsiyete indirgenmesine bir itiraz.
Bu kitapta dünyayı ve onun tanımlarını ters yüz etmek istedim.
Çünkü bazen ancak ters yüz ederek görebiliriz hakikati.
Ve ben şiirle, dünyayı önce kırmak sonra başka bir yerden kurmak istedim.
Hep bitirdiğim gibi bitireyim sohbetimizi: Bizi bağlayan şiire minnetle.
CEREN AVŞAR KİMDİR?
Şair Ceren Avşar, 1984’te İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümünü bitirdi (2010).
Kaos GL Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda çeşitli yıllarda birçok kez ödüle değer görüldü, ödüllü öyküleri Aşkın L* Hali adlı ortak kitapta yayımlandı (Nota Bene Yay., 2020).
İlk yayımlanan öyküsü “Sobe”dir (Kaos GL, 2010). Öyküleri ve şiirleri Kaos GL, Velvele, Şenlik, Yükleniyor Fanzin, Çıvgın Sanat, Buzdokuz, Buluntu Kutusu gibi çeşitli mecralarda yayımlandı. İstanbul’da yaşıyor.
Kitapları:
Tesadüfi Tezahürler (2021)
Gelemem Cezalıyım (2022)
Zihin İpleri (2024)
İnkâr (2025)