Hilmi HAŞAL
0- Şairin geçmişi vardır, şiirin geleceği… Başı-ortası-sonu, o kadar!
1- Harfler, heceler madeninde, düşler ve düşüşler işçisidir yaratıcı birey! Şair, öykücü, yazar… Öncülerinin / öncüllerinin izini sürer. Sürmelidir, zira gelenek ağının bir parçası olacağına inandığı “yeni ve büyük” yapıtını arayış yolu, ömrün(ün) son noktasına kadar gider. Eserinin söyledikleri / çizdikleri, yansıttıkları özgün olmalıdır! Alıntılar hariç, noktalama işaretlerini kullanmak da, kullanmamak da, bir tür tavırdır; biçim kurmak, yani ilke edinmek bağlamında… Kişisel tutumdur. Yaratıcı bireyin hakkı da denebilir buna!
2- Anlatıcı bir başkişi sezilmiyor olsa da, anlattığı dert, her kişiye uyarlanabilir. Eski deyişle her kişiye “teşbih” edilebilir. Her bireyde görülebilir türdendir: İnsan evladı, baştan sona kendine yakıştırır o derdi… Hiç kimse için eksik değildir, herkese göre fazlalık içerir sanki aynı “dert”ler yumağı… Ama herkes kendine yontar yaranın kabuğunu… Olay-izlek-karakter düğümlü akıp giden konular, ruhun / gönlün zulasından fışkırır… Sözün zulasından! Ona, dilin zulasından da denebilir. Zira insanın içsel çalkantı atlasını dolaşıyordur, okuyanın algısını dolaşıyordur, görünmez kalem erbabı sıfatıyla! En azından üç noktada, yani üç sacayağı üzerinde özgün ve anıtsaldır şiir; kurulmalar, kırılmalar, karılmalar serüveni içinde! İncinme bunaltısına denktir tümü! Yaşam-zaman ırmağından ulaşıyordur anılar deltasına. Yitirmeler, bitirmeler kasırgasından sonraya… Geçmişe kalan, yazılmışlar serpintisidir ya da ölümcül badireler tortusu… Tümü, bireyin anılar harmanındandır çünkü… Sonrası okuyanın / dinleyenin / izleyenin algılama / alma-anlama hanesine eklemlenir.
3- Bir şiir, okunduğunda, dönüp yeniden okuma arzusu / merakı uyandırıyorsa insanda, o şiire ve şairine de elbette, şapka çıkarılır! Okundukça, özünde barındırdığı nektar, içindeki aşk ve hayal közünde “rüya”sı belirginleştiğinde, anlatılarının mı şiir, şiirin mi özne (anlatılan) olduğu, sorusu sarsar, uyandırır okuyanı. Şaşkınlığı besler! Bir bakıma kendi anları / anıları ile yüzleştirir. Keza, aynı etki silsileyle rüzgâr estirir belleklerde. Kurgulanmış yaşantı karelerinden şiir dilinin ışıltısı seziliyorsa, yorum, abartı kötü olmaz, olamaz naçiz fikrimce… Zorlamasız anlatış, her karenin derinindeki lirizmi, söylemin yüzeyine yönlendirip taşımaktaysa hele…
4- Yaratım süreci, başta şiir, esin ile mi, emek ile mi yoksa sözcük sihirbazlığı / büyücülüğü ile mi yaşama katılır. Somut sonuca, metne ulaşır! Bazıları, söz konusu sürece “şiirin kurgulanışı” demektedir. Kişiye göre değişebilir bir yargı belki ama eserin / yapıtın yaratım / yazım / doğum süreci yalın değil sisli ama yoğun bir evredir. Yaratım gerilimine ve sonucuna dair “iyi” örneklerle dolu, edebiyat, şiir, öykü tarihi… Genel panorama büyük oranda öyle algılanıp kabullenilmektedir… Yazıya geçirilmiş yaşam ve estetik anlayış, kuşku yok ki sanatın “cevher” odağıdır. Vurgulamakta beis olmaz; varlık madenidir! Her şiirin izleği, konusu, (tema’sı) insana dair sızı barındırır genel kabule göre… İtiraz anlamsız: Sözcükler ve çağrıştırdıkları, yansıttıkları, temelli boş değildir, kof dememeli… Her kişi yüreğine sorar / sormalı karşılıkları ya da karşıtlıkları… O minvalde öncelikli ve de başat kaynaktır hüznün filizi… Hüsran Filizleri; Sözcüklerin şiir / imge zenginliği, dizelerin giysisidir ki tamamlayıcı bezemeler sayesinde, gündemin nabzına dokunur, dinler, görür, okur… Okşar ve sevecenlikle benimser. Yapıtı (eseri) ilgilisine, yani algı yatağına, odağına taşır. Bir nevi kutsar, yaratılmış nesneyi, “yepyeni” metni! O kadar!
5- Şiirin geçmişi, şairin geçmişinden büyüktür. Evet, büyüktür çünkü zaman, yani tarih, şiirin geleceğidir. Yol, meram (anlam), söz-imge-işaret ekseninde kat edilir. Kâğıdın yüzeyindeki boşluktan doluluğa (yazıya, metne) değin… Orada, öylelikle amaca ulaşılmayı sağlar.
6- İnsanın trajik hallerinin başında vahşiliği vardır. Diğer bir trajik hal de oburluğudur. Doymazlığı!.. Yani, açgözlülüğü… Tümü de yazıya geçirilmiştir. Edebiyatın, şiirin, öykünün, romanın da sorunları arasındadır kesinlikle… Hatta başındadır. Zira insan odaklı her konu ve konum, öncelikle ve özellikle yaratı/m kaynağıdır. Membaı… Giderken, yani dünya varlığını tüketirken ölüm de olgunlaşır. Olgunlaştıkça, bazı şiirler yorucu gelebilir okura… Okuyanı imge, simge ve izlek örtüsü altında tutabilir. Soyut, kapalılık, belirsizlik havası fazlasıyla etkindir. İskeletine ve binasına, yani kuruluş düşüncesine, estetik tavır egemendir. Şiir, “Bu iş zordur mirim!” dercesine yokuş gösterir, sadık ve de itinalı, meraklı okur gözlerine. Yaratım sürecinin ne denli sarp ve çileli olabileceğini koyar ortaya… Meraklı, ilgili, ısrarcı kişinin önüne… Öyle ya bu dünya kolaylıklar dünyası değildir; her daim zarafet ve nezaket barındırmayabilir içinde.
7- Şiir, nasihatlerden değil musibetlerden yararlanır. Hayatın gerçeklerinden beslenir; acı, hüzün, hüsran da vardır haznesinde… Akıl vermek, öneride bulunmak, yol göstermek şiirin işi değildir. İnsanoğlu acıyı tanır, bilineni tanır, kuşkuyu, korkuyu, ölümü ve tüm bunların kaçınılmazlığını kanıksar. Kabullenir! Ne demeli ki? İnsan kendi bilinmezlik kuyusundan gayrı her şeyi, herkesi tanır! Kusur ve kasvet zengini bireyi hayatın kahramanı yapar. Döngü, aynı gayyanın atlasıdır.
8- Kitaplar da yaş/alır, yaşlanır, eskir demeye getiriyordur, deneyimin bellek feneri… Sağ ve sağlıklı kalıp okuyabilmek önemlidir diye anımsatır. Bu iyi… Kitaplara kavuşmayı sürdürüyorsa insanlık, bu daha da iyi…
9- Sanatın yaratım anı rastlantıya ve içsel sıkıntıya göre çıkagelen bir parlama-patlama, bungunluk nöbetidir, derler. Bazıları kriz nöbeti der… Aniden yakalanılan bir nöbet, sarsıntı krizi diye de tanımlanabilir belki! Onca kargaşa içinde, var olma telaşı içinde, bir ışık sökün ediverir insanın gözlerine; ruhuna, zihnine, diline… Her yönden yorucu, yıpratıcı, yokuş yoludur, kat edilmiş süreç. Üstelik şüphelidir, risklidir de; yaratıya, esere / yapıta ulaşılabilir de ulaşılamaz da… Yani başarısızlık riskini içinde barındırır! Yaratım sancısının sonunda yeni ve büyük bir yapıta erişme güvencesi yoktur. Gerilimlidir, çilelidir süreç! Akla çengel olur bazen… Bazen takıntı, bazen “normal” hayata çelme olur; tökezletir gündelik zaman akışını… Olağan, gündelik olay / değişim seyri bulanık ve boğucu hallerden geçer. Arayış gayretinin bir yerindeki çavlanın ucuna ve sonrasındaki boşluğa varır… Tek bir hamle, bir kıpırtı, tek bir fırça izi, tek bir dize, bir imge veya simge, ileti (mesaj) uğruna saatler, günler tükettirmiştir oysa…
10- Şiire, öyküye, herhangi bir yaratı nesnesine giden yolda, bir simyacı gayreti ve titizliği gerekir. En önemlisi de o yolda çalışmak! Çalışmak, çok çalışmak, ayrıntılar kazısını, o ören ya da cevher alanını didik didik eşmek zorunludur. Zaman, sıkan bir mengeneye dönüşür üretilen “minval”e adanmış yaratıcıya; kahredici bir susma, ortama, nesnelere kilitlenme krizine tutulur kişi. Münzevidir artık! Düş ile var olur ancak!
11- Hep konuşulur, hatta herkes konuşur! Ne kolaydır, dinleyecek birilerini bulmuşsa, akıp giden konuşmalar bitmeyecekmiş gibi gelir anlatana… Tersi de varsayım dâhilindedir; dinleyecek kimse yoksa insan kendi kendine konuşamaz ya… Ya da konuşur diyelim, konuşur da sonrası önemli; soru işaretleri çoğalır!.. Hem, kendi kendine konuşana ne denir? Bilinir ki insanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır! Doğanın kucağındaki ömrünü üremeyle anlamlandırır, öyle sürdürür! Tüm canlılar gibi insan türü de karşılaşır, tanışır, kaynaşır… Bunun şiiri, öyküsü, oylumun her katında / her karışında sezilir. Bilindiği kadarıyla iyidir, güzeldir de bu… Karşı cinsten olup da birbirini arzu edenlerse rastlantının bağışıyla buluşur bir biçimde. Devamı dramatik sahnelere gebedir çoğunlukla; evlenirler, çiftleşirler, çoğalırlar… Ancak anlaştıkları kuşkuludur. Nedense bu durum da sayfalar dolusu malzemedir, edebiyat, sanat, şiir için… İki kişilik yalnızlıkta ya da cehennemde, bulurlarsa eksiklerini; “ego”larını, kendilerini bulurlar. Sonuç: Elden hiçbir şey gelmez. Söz biter!
12- Genellikle dinleme yetisi tıkandığında, kişiler arasındaki iletişim ırmağının suyu biter. Yani söz biter, çünkü konuşmaktan evvel, iki cins arasındaki koklaşma dönemi hileli ya da hesap-kitap(!) ile geçmiştir. İçtenlikten, dürüstlükten, vicdan denetiminden yoksun tüketilmiştir ortak zamanları… Ne ki o evredeki fırtınalara rağmen konuşmalar bitmez… Nedenleri araştırılmaz ya, her koşulda sağduyulu konuşma gereklidir. Gereklidir zira konuşa konuşa barışı bulamayanların trajedisidir gerçekleşen olay! Neden-sonuç özeti mi? Bağrış-çağrış kavgaya tutuşan insanlar arenasına dönüşür bu çağ…
13- Hep konuşulur! Herkes konuşur! Durumu anlayan anlar, anlaman için ise “vay haline!” denir… Edebiyat, sanat ortamının panoraması da keza çok konuşmaktan mustariptir. İşin aslı, herkes kendi aklının, kendi duygusunun kölesi ve efendilerine göre konuşur… Karşısındakini anlama çabası, eş-duyu (empati) çabası yetersiz kalır her seferinde… Öylelikle, kendi istenci doğrultusunda dünyayı / koşulları yönettiği inancına da kurban olur, modern birey… Bencillik zehriyle beslenmiş davranışlara mahkûmdur yani… Biten ömürden ders almaz insanoğlu. Sonuçta söz de biter, ömür de bitmiş olur: “Ol”ma masalının kitabı kapanır öylece… Olan olmuştur! Şiir taşı dikilmiştir zamanın ve toprağın böğrüne! Şiir taşı toprağın kalbindeki nişan değilse nedir? Masala kaynaklık etmiş kişisel serüvenin yani tüm o badirenin şiiri, öyküsü, günlüğü yazılmışsa ne âlâ… Yaşama dair paha biçilmez “derkenar!” diye öpülüp başa konur her şey! Yazılmışsa, okuyan okur, okumayana “can sağlığı!” denir. O kadar!
Plovdiv, Eylül 2018