Demet TUĞRUL YÜCEİL
“Belki de yazmak eylemi, şu ufak tefek insan bedeninin koskoca bir dünyaya açılmasını sağlıyordur.” Tomris Uyar’ın bu sözleri, insanın var olduğunu yazarak kanıtladığının en güzel ifadelerinden birisidir. Sait Faik’e de “Yazmasaydım çıldıracaktım.” dedirten de bu değil midir?
Ömrünü okumaya, öğrenmeye, öğretmeye adamış; güzel sanatlardan edebiyat tarihine, mimariden müziğe, estetikten felsefeye, resimden psikolojiye kadar birçok alanda büyük ve bitmez bir iştahla kendini yetiştirmiş Ahmet Hamdi Tanpınar da “Şiirde sustuklarımı romanlarımda anlattım.” demiştir.
Tanpınar’ın romanları, modern öğeler taşımakla birlikte bireyin iç dünyasını ele alan romanlardır. Bu romanları okuyanlar, ilk romanına adını da veren “Mahur Beste” adında bir müzik parçasının Huzur ve Sahnenin Dışındakiler romanlarında da bahsedildiğini fark etmişlerdir.
Öyle ki Tanpınar ilk romanı (Huzur ve Sahnenin Dışındakiler ile bir nehir roman oluşturduğu düşünülen) Mahur Beste’yi, “Bir afetimahpeyker ile nüktelerim var.” sözleriyle başlayan ve klasik bir şaheser olan bu bestenin büyük bestekâr Eyyubi Bekir Ağa’nın ruhuna adamıştır.
Tanpınar’ın, üniversitede estetik, mitoloji ve sanat tarihi dersleri de verdiğini hatırladığımızda, bir müzik bestesinin, romanlarında bu kadar önemli yere sahip olduğunu garipsemeyiz.
Yaşadığım Gibi adlı denemesinde, müziğin hayatındaki yeri hakkında şu satırlara rastlarız:
“Çok sevdiğim ve daima ustalarım arasında saydığım Fransız şairi Charles Baudelaire bir şiirinde ‘Musiki çok defa beni bir deniz gibi alır ve solgun yıldızıma götürür.’ der. Bu güzel şiirin sonunda ise şair, musiki için ‘Ümitsizliğimin büyük aynası!’ çığlığını atar. Mûsiki karşısında benim vaziyetim de aşağı yukarı budur veya buna yakındır. Onu dinlerken kendi meleğime teslim olurum; beni taşıdığı tehlikeli uçurumlarda, ömrümün en güzel macerasını yaşarım. Hülâsa onunla beslenirim. Belki bilgisizliğimin imtiyazı, belki asabımın bir ihtiyacı, hiçbir sanat, muhteşem mimari bile beni bütünüyle cahili olduğum bu sanat kadar mesut etmediler, diyebilirim.”
Bir yandan Dede Efendi, Itri, Bekir Ağa bir yandan Mozart, Beethoven, Bach dinleyen Tanpınar, dinlediği bu müziklerle adeta kendinden geçerek gerçeküstü, masalsı bir âleme dalmıştır. Etrafında hayat, tüm canlılığıyla ve gerçekliğiyle akıp giderken o müzik sayesinde bir nevi içsel yolculuğa çıkarak kendisiyle tıpkı bir aynanın karşısında buluşur gibi buluşabilmiştir. Ve büyük ihtimalle Eyyübi Bekir Ağa’nın bahsettiğimiz bestesini, dinleyişlerinden birinde kendine ve hayattaki yerine, daha doğrusu var oluşunu sorgulamaya dair bir yolculuğa çıkmıştır. Zira Mehmet Kaplan’a mektubunda “Mahur Beste adlı bir yolculuğa çıktık.” diye yazmıştır.
İşte Behçet Bey, onun Mahur Beste yolculuğundaki kahramanlarından biridir. Daha doğrusu başkahramanıdır. Hatta bir türlü peşini bırakamadığı ya da peşini bırakmayan bir kahramandır Behçet Bey… Huzur’da ve Sahnenin Dışındakiler’de de görülür çünkü. Fakat çok ilginçtir ki Behçet Bey, Mahur Beste’nin İki Uyku Arasında, Baba ile Oğul, İki Dünür, Behçet Bey’in Evlilik Yılları bölümlerinin dışında diğer üç bölümde neredeyse hiç görülmez. Sanki bir anda kaybolmuştur. Tanpınar bu yolculukta yoksa kahramanını kayıp mı etmiştir? Neler gelmiştir Behçet Bey’in başına? Niye bir anda çekilivermiştir romandan? Bu sorular nedeniyle birçok kişi romanı yarım kalmış bir roman olarak değerlendirmiştir. Oysa bu kişilerin gözden kaçırdıkları büyük bir ayrıntı, romanın sonlarında gizlenmiştir. Adeta tüm bu sorulara cevap burada yani romanın son bölümü olan Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup’tadır. Neyse biz şimdi bu mektubu bırakalım da Behçet Beyi daha yakından tanıyalım isterseniz.
İsmine aldanıp da sevimli, hoş, güzel biri olduğunu düşünseniz de ne yazık ki çirkin, son derece kısa boylu, yuvarlak hatlara sahip biridir Behçet… Anne ve babasının özlemle beklediği erkek çocuk olarak dünyaya gelse de hiçbir zaman, özellikle babasının beklediği, arzu ettiği gibi bir evlat olamamıştır. Hem fiziksel özellikleri, durmadan tekrarlayan garip hareketleri, gereksiz kibarlıkları hem de klasik erkeksi davranışlarından uzak tavırlar sergilemesi nedeniyle babasıyla travmatik bir ilişkisi olan Behçet, annesine çok bağlıdır hatta onun ve dadısının yanında vakit geçirmekten büyük keyif almıştır. Lakin babasının da dâhil olduğu erkek meclislerinde kendini hiçbir zaman rahat hissetmemiştir.
“…erkekler Behçet Bey için bütün ömrünce o kadar hoyrat olmuşlardı ki… Bütün ömrü onların mütehakkim hodbinlikleri arasında geçmiş, her başvurduğu yerde, mektepte, kalemde, vaktiyle azası olduğu Şura-yı Devlet’te, sokakta, Sahaflar içinde, antikacı dükkânlarında, eski mücellitler arasında hep aynı aşılmaz duvarla karşılaşmıştı.”(1)
Mahur Beste’de yer alan bu cümlelerden Behçet Bey’e, erkeklerin ömrü boyunca hoyrat ve hükmeden bir bencillikle yaklaştıklarını anlıyoruz. Tüm yaşamı boyunca ona hükmettiğini hissettiren, gölgesi altında cılız, silik bir şekilde kaldığını düşündüren biricik erkek ise “babasıdır”. Behçet Bey’in babası İsmail Molla, Osmanlı’nın son dönemlerinin ünlü ve nüfuz sahibi kadılarından biridir. Şimdiki deyişle karizmatik, yakışıklı, özgüvenli, kadınları kendine hayran bırakan güçlü, dominant bir karakterdir İsmail Molla… Hatta içinde yer aldığı Şûrayı Devlete bile bir şekilde kafa tutmuş ve bu sebeple de Mekke’ye gönderilmiş, bir nevi oraya sürülmüştür. Komşu köşkün hanımı Taridil Hanım Efendi ile çok evvele dayanan bir aşk hikâyesinin de olduğu söylenen İsmail Molla için yaşam; şevk, zevk, eğlence ve güç sıfatlarıyla anlam kazanırken oğlu Behçet Bey için “darülmihen” yani bir eziyethâne, cefaevidir. Babasının hayat dolu tavırlarının yanında onun hayata karşı tavrı genellikle “yerinden kımıldamadan”, “kaçmak ve gitmek” olmuştur. İsmail Molla ne kadar narsist bir karakter olarak kurgulanmışsa Behçet bilakis hem bedenen hem de ruhen o kadar zayıf kurgulanmıştır. Baba ile oğul arasındaki bu temelden gelen karşıtlıkların yanında bir de “babanın sevgisini, beğenisini bir türlü kazanamayan oğul trajedisi” de dikkati çekmektedir. Keza İsmail Molla oğlunu zavallı, yaralı olarak görür. Onun kibarlıklarını güçsüzlük olarak değerlendirir. Örneğin, konuşurken ellerini ovuşturmasına tahammül edemez.
Annesi ve dadısının “Maşallah, oğlumuz, ciddi ve terbiyelidir, sağa sola bakmaz. A,vallahi eminim bütün Emirgan önünde soyunsa, Behçet şöyle yüzünü çevirmez, bir kadın görünce gül gibi kızarır.”(4) cümleleri onu çileden çıkarır. “Benim evladım bana benzemedikten sonra ha olmuş ha olmamış, benim için birdir.” sözünü söyler.
Behçet ise “…daha ilk yaşlarından itibaren, bir nevi yarım tanrı gibi baktığı bu güzel, cömert, zeki ve zaafsız babanın karşısında şahsiyetini bir çırpıda silivermişti.”(2)
Romanda birkaç yerde babasının Behçet Bey’i örümceğe benzettiği görülür. Gerek bu benzerlik (örümcek metaforu) gerek uzun uzun anlatılan baba-oğul çatışması, biz okuyuculara Kafka’nın, Babaya Mektuplar eserinde gözler önüne serdiği babasıyla ilişkisini ve bu travmanın etkisiyle kaleme aldığını düşündüğümüz Değişim/Dönüşüm romanındaki Gregor Samsa’yı anımsatır.
Ayrıca denemelerinden birinde “Bergson’un zaman telakkisinden, Freud’un insan hayatına getirdiği hususi aydınlıklardan sonra şiir ve roman elbette eski şeklinde devam edemez .” diyen Tanpınar’ın bu romanında da İsmail Molla ve Behçet Bey’in baba-oğul çatışmasını kurgularken çok sevdiği Freud’un Ödipal Kompleksi’nden etkilendiği çok açıktır. Behçet Bey, sadece babasının gözünde böylesine basiretsiz değildir. O, karısı Atiye Hanım ve kayınpederi Ata Molla tarafından da hep küçük görülmüştür. Ata Molla; onun başını keçi gibi sallamasına, ellerini sürekli ovuşturmasına çıldırır. Çirkin ve çok kısa boylu olarak gördüğü Behçet’i sinek gibi yapışkan bulur. Onu hiçbir zaman kızına layık bulmaz. Bu arada Behçet Bey’in onun damadı olmasının hikâyesi de hayli trajikomiktir. Padişah Abdülhamit, şehzadelerinden birinin Atiye Hanım’ı beğenmesi üzerine güvenilir ve sadık bulmadığı Ata Molla ile dünür olmamak için Atiye Hanım’ın Behçet Bey ile evlenmesini buyurmuştur.(Hatta Abdülhamit Han, Behçet Bey’i gördükten sonra Atiye Hanım’a acımış ve ona devlet nişanı vermiştir.) Molla Bey bu evliliği bir türlü sindirememiş ve kısa zaman sonra vefat etmiştir.
Atiye Hanım ise daha düğün gecesi, kuklaya benzettiği Behçet Bey’in ürkek, utangaç, şaşkın, tedirgin tavırları karşısında önce sessizliğe sığınmış ve bir zaman sonra da haşin bir kahkaha atıvermiştir.
Seval Şahin “Modernizmin Oyunu Oyunun Modernizmi Tanpınar’da Oyun” kitabında Atiye Hanım’ın bu kahkahasının sebebi olarak tüm bu olanları Atiye Hanım’ın kendisine yapılmış büyük bir şaka olarak gördüğünden bahseder.(3)
Tanpınar, Behçet Bey gibi adeta bir karikatürden çıkıp gelmiş bir adamla evlendirilişinin ancak bir şaka olabileceğini düşünen Atiye Hanım’a dair bir yorumu da Sahnenin Dışındakiler’de Cemal’in ağzından ifade etmiştir:
“(…)Atiye Hanım, Abdülhamit devrinde acayip mizacı, sevimliliği, huysuzluğu, tatlı uysallık, inat ve fantezileri, ani coşmalarıyla ‘saraya intisap’ dedikleri o acayip ve tehlikeli ikbaili bile bir nevi şaka haline getirmiş olan Kazasker Ata Molla Bey’in küçük kızıydı. Garip bir şaka ki sonunda hem kendisinin hem de Atiye teyzemin aşağı yukarı hayatlarına mal olmuştu.(…)”(4)
Küçük, tıknaz vücuduyla, bir ileri bir geri hareket etmesiyle bir saate benzeyen Behçet Bey ise karısı Atiye ve diğer kadınlara dair hep mesafeli ve çekingen durmuştur. Daha ilk gençlik yıllarında Boğaz’daki bir gezi sırasında bir yalının önünden geçerken meçhul bir genç kızın onun bulunduğu sandala kırmızı bir gül atması ve hemen peşinden kızın şuh kahkahasıyla o zamana kadar hiç hissetmediği bir heyecan hissetse de sonrasında bir daha oradan geçmemesi, adeta oradan kaçarak uzaklaşması Behçet’in ömrü boyunca kadınlara karşı ürkek olacağına işaret etmiştir.
“(…)Bu gecenin macerası onun için yıllarca devam eden bir iç hayatın başlangıcı olmuş, bu genç kız kahkahasının açtığı izden yıllarca meçhul saadet âlemlerine taşınıp gitmişti. Vakıa bu geceden sonra yalının önünden bir daha geçmemiş ve nadir tesadüflerinde yalıda oturanların yüzüne bir kere olsun başını kaldırıp rahatça bakamamıştı.”(5)
Behçet Bey’in yaşlılığında da kadınlara karşı tutumu değişmemiştir. Ablasının torunu Cavide’ye dair şu ifadeleri de dikkate değerdir:
“(…)Cavide’yi gerçekten güzel ve müstesna buluyordu. Bununla beraber, sadece bu ‘genç ve güzel kadın’ kelimeleri onu korkutuyordu. Genç kadın, sonra bugünün kadını, yıllardır yabancısı olduğu bir şeydi. Behçet Bey için genç kadın hüviyeti ömrünün biricik tecrübesiyle birkaç kelimede hulasa edilebilirdi: yumuşak bir ten, cazip bir koku, yalan yahut hayal kadar güzel bir ses, bir yığın süs ve hepsinin arkasından bir o kadar fantezi ve inat…(6)
Romanda anlatılanlara göre Behçet Bey için hayat iki kısımdan ibarettir. Birinci kısım, kendi yaşamıyla bir şekilde bağlantısı olan şeyler; ikinci kısım ise hayatına giren insanlara dair yaşadıkları, anılarıdır. Birinci kısımda yer alan şeyler birtakım eşyadır. Bunlar bin bir itinayla ciltlediği eski kitaplar, türlü türlü saatler, yıllardır biriktirdiği çeşit çeşit şeylerdir. Bu eşyalarla odasında kendine ayrı bir dünya yaratmış ve bu eski eşyalarla zamanı da adeta dondurmuştur. Behçet Bey’in odasına ve eşya ile ilişkisine gelin daha yakından bakalım:
“Mesela bu yatağın üstünde bir yığın kitap yatmasına kim razı olurdu? Fakat bu senelerden beri alıştığı bir şeydi. Serdiği kitaplarını oraya, yorganın içinde bir kenara toplar, sonra onlarla beraber, tıpkı oyuncağı ile beraber yatan ve onu kucaklamak için zaman zaman tatlı uykusundan uyanan bir çocuk gibi, onlarla koyun koyuna yatardı. Sonra bu odanın hali… Behçet Bey, yattığı yerden karanlıkta odasını düşündü. Tuhaf bir zihin itiyadıyla, her şeyi yerli yerinde, olduğu gibi bulunuyordu. Bahçeye bakan iki pencere arasında büyük bir masa vardı. Burada Behçet Bey’in mücellitlik aletleri ve levazımı duruyordu. Kapının sağındaki küçük masa, saat tamirine mahsustu. Duvarda, yıllardır elini sürmediği tamburları, bir iki ney asılıydı. Köşede, her yerde, henüz bir türlü bir camekân alıp yerleştiremediği bir yığın antika eşya, çanak, çömlek, fincan, gümüş takım, eski minyatür, karmakarışık duruyorlardı.”(7)
Behçet Bey’in eşya ile ilişkisini Dispozofobi yani İstifleme hastalığı olarak değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Tanpınar, Behçet Bey’i eksikliğini hissettiği baba sevgisinin ya da genel anlamda yokluğunu hissettiği sevilme arzusunun yarattığı boşluğu doldurmak için eşya biriktiren biri olarak kurgulamış olabilir.
Behçet Bey’in saatlerle olan ilgisi ve ilişkisi de Tanpınar’ın özenle işlediği diğer ayrıntılardan biridir. Behçet Bey, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal kadar olmasa da saatlere hayrandır diyebiliriz. Zamanını büyük bir kısmını ya kitap ciltlemeye ya da saat tamirine ayırır ve bunlardan büyük keyif alır. Saatleri tamir ederek belki de kendisinde değiştiremediği şeyleri tamir ettiği yeni bir zaman dilimi yaratmak istemektedir. Zira Behçet Bey, zamandan ayrı bir düzlemde gibidir. Romanda ondan “kurulmamış bir saat” imgesiyle bahsedilir. O, sanki başka bir anda daha doğrusu donmuş bir anda asılı kalmış bir saat gibidir.
Behçet Bey’in romanın ilerleyen satırlarında geri planda kaldığını, onun hayatına yakından ya da uzaktan bir şeklide girmiş, farklı birçok karakterin yer almasıyla romanın adeta bir karnaval havasına büründüğünü fark ettiğimizde roman sona erer. Birçok soru cümlesiyle kalıverdiğimiz bu anlara en güzel cevap yazımın başında da söz ettiğim gibi Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup’tadır. Tanpınar burada biz okuyucuları, çok büyük cevapların yanında, edebiyatın gerçeklik ve kurmaca dünya ilişkisine dair çok büyük sorularla da baş başa bırakıvermiştir.
“Kapalı bir kutuya benzeyen bir hayatınız vardı. O kutuyu ben sizin için açtım. Belki yalnız sizin için… Çünkü başkaları, sizi tanımayanlar orada sadece uydurulmuş bir şey göreceklerdir. Fakat siz…”(8)
Evet, fakat siz! Behçet Bey; gerçekten tüm ömrünüz boyunca eksikliğini hissettiğiniz baba sevgisi ve anlaşılmak, değer görebilmek arzusuyla bir saat gibi edebiyatın kurmacalar diyarında bir ileri bir geri gidip gelirken Mahur Beste’de anlatılanların eksik olduğunu fark ettiğinizde bir nebze rahatladınız değil mi? Üstelik Sahnenin Dışındakiler’de hikâyenizdeki en karanlık noktaların aydınlanacağını bilmeden…
- Mahur Beste s.11
- Mahur Beste s.33
- Seval Şahin /Modernizmin Oyunu Oyunun Modernizmi Tanpınar’da Oyun s.365
- Seval Şahin /Modernizmin Oyunu Oyunun Modernizmi Tanpınar’da Oyun s.365
- Sahnenin Dışındakiler s.7-8
- Mahur Beste s.11-12
- Mahur Beste s.13-14
- Mahur Beste s.153
7 yorum
Çok güzel bir yazı olmuş ❤️
İlgiyle okudum. Çok güzel bir yazı olmuş. Tanpınar üzerine özenle çalıştığınız belli. Başlıktaki Edip Cansever göndermesi de gözümüzden kaçmadı. Tebrikler…
Ne kadar özenli ve detaylı bir yazı. Emeğine sağlık yazarının.
Harika bir yazı olmuş. Emeğinize sağlık.
Emeğinize sağlık O kadar çok detayı varki insanı alıp götürüyor. Yazı çok güzel olmuş.Tebrik ederim💐❤️
Çok güzel,okuması keyifli bir yazıydı. Emeğinize sağlık.👏
Aslında bize bizi anlatan hep bir tarafı “eksik” roman kahramanları değil midir? Aynı Behçet Bey gibi..
Dispozofobi. Artık biliyorum 🙂 Ellerinize sağlık.