
Cehenneme Övgü’yü ilk okuduğumda lise öğrencisiydim. O ergen aklımla önceleri kafamın karmakarışık hale geldiğini itiraf etmeliyim. Daha sonra her okuduğumda yaşadığımız topluma farklı açılardan da bakmaya başladım ister istemez. Öncelikle şunu söyleyeyim, bu kitap bir düzen veya sistem yıkma gayreti taşımamaktadır. Sadece sistemi birkaç yönden tekrar ele alıp incelemektedir. Yazar belki de birçok insanın bakmadığı yönlerden bakıyor dünyaya. Hiç aklımıza gelmeyecek yerlerden yaşamımızı sorgulamamızı sağlıyor. O yüzden ismi itibariyle kitaba önyargılı yaklaşmamak gerektiğini düşünüyorum.
İçeriğinde, ‘Geceye Övgü’ ile başlayıp ‘Sarhoş Olun’la biten yirmi kadar deneme yer almakta. Bu denemelerde özgürlük, dünyadaki cehennem, delilik, kolektif delilik, psikiyatri ve esas işlevi, çağdaş mimari ve evlerimiz, kahramanlık ve totaliterlik enformanyaklık, cinsiyet, seçme özgürlüğü, ölüm, sanat, aşk gibi birçok konuya yer veriliyor. Bu konulara birçok insandan farklı bakış açısıyla yaklaşılıyor. Belki birçoğumuzun, belki de hiçbirimizin düşünemediği bakış açılarıyla… Ama şu bir gerçek ki, herkesle bir olan düşünme tarzı kimse de bir farkındalık oluşturmaz. Totaliter sistemin de istediği budur: Sorgulamadan, herkesin fikir birliği halinde olmasıdır.
Cehenneme Övgü Giordano Bruno’nun anısına ithaf edilmiş. Düşünceleri uğruna öldürüleceğini bile bile savaşmış Giordano Bruno’ya. Hikâyesini öğrenmek isterseniz, İnsan Nasıl İnsan Oldu isimli bölümünde okuyabilmeniz mümkün.
Yazar kuşaklar boyu koyduğumuz kurallar ile kendi cehennemimizi yaratıp ona övgüler yağdırdığımızı dile getiriyor bize. Seçme özgürlüğümüzü ortadan kaldırarak bir nevî kendisini köleleştiren insan haline geliyoruz. Halbuki, akşamı sorgulamak için bile geceleri düşünmeye tu kaka diyenler, hayatlarını gündüzleri kahvaltıda veya öğle yemeğinde değil, geceleri sorguluyorlar. Çünkü yaşam da gecenin konusu. Eğer korku filmlerinde yaşamıyorsak gündüz de gecenin bir eşidir zaten.
Karanlık, totaliter sistemde insanlar üzerinde korku ve belaları çağrıştırıyor genelde. Aslında yaşamımızı sürdürmek için çalıştığımız gündüzlerin aksine, geceleri özgürce yaşarız. Uyumadığımız zaman düşünmek ve yaratıcılığımızı kullanmak için mükemmel bir zaman dilimidir gecenin karanlığını yaşamak. Ama birçoğumuz hurafelerin de yer aldığı ecinli hikayelerle karanlığın güzelliğini yaşamaktan korkarız.
Halbukî iş yemekleri genelde akşamları yenir. Birisiyle dertleşmek istediğimizde de gece randevulaşırız arkadaşlarımızla. Sorunları ve önemli konuları gene gece konuşuruz. Evlenme teklifleri akşamları veya geceleri yapılır. Gündüzleri söylenen aşk sözcükleri hep geceye göndermedir. Özgürce ağlamak, özgürce sevişmek ve özgürce eğlenmek için gene hep geceleri seçeriz.
Geceleri âşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden âşık eder, bize “seni seviyorum” dedirtir. Gündüzleri söylenen “seni seviyorum’lar geceye gönderme yapar.
Gece, bize özgürce düşünmeyi verir. Özgürce de susmayı. Evet, istediği zaman susabilmeli insan. Kelimeleri gereksiz yere tüketmemeli…
Birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın , iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır.
Bugüne kadar aklını kullanan hiçbir insana yeryüzünde rahat verilmedi ve bundan sonra da verilmeyeceğini biliyoruz. Çünkü, insanlar konfor alanlarından çıkmamak için hazır olanı seçiyorlar hep. Bu seçim ve rahatlık da bir çeşit kabullenme hali gibi birşey. Okuyan, düşünen, muhakeme yapan insanın her şeyi kabul etmesi sizce mümkün olabilir mi? Tabii ki de hayır. Özgür seçimlerimizle yaşayacağımız hayatlar elimizden alınıyor.Yaşantılarımız da bir takım simülasyonlardan ibaret. Bu sistemin içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız için hep mücadele, hep rekabet, hep bir yorgunluk içindeyiz. Hepimizin de farkında olmadan halihazırda seçtiği şeylerdir bunlar.
Devletlerin de yeryüzünde cennet kurma gibi bir hayali var. Hepsi de totaliter sistemin bir parçasıdır. Çünkü cennete kabul edilmek için bazı şartlar bulunmakta. Cehenneme girmenin de şartları vardır, fakat girip girmemek insana bırakılmıştır. Fakat cennet öyle değildir.
İnsan imgeleminde cennet, hiçbir zaman çok ilginç bir yer olmadı… Hayal gücümüzü harekete geçirmedi, geçiremez de… Cennete giriş başkalarının yargılarına bağlıdır. Cennetle olan ilişkimiz, yargılayanların ve yönetenlerin dayattığı bir hiyerarşiye tabidir.
Totaliter toplumlarda insanlar kahramanlara ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden etrafımızda hep suni kahramanlar türetiliyor. Güce duyulan hayranlığın bir göstergesi de zaten kahraman yaratmaktır. Halbuki özgür bir insanın pek kahramana ihtiyacı yoktur.
Beklenmedik şeyler de nedense bizi hep korkutur. Her şeyi önceden bilme ve kontrol etme mekanizması bizi esir alır. Öyle bir esir alır ki, denetleyemediğimiz hayallerimizi unutur veya bastırırız çoğu zaman. Bu mekanizma totaliter sistemin ruhlarımıza ettiği bir hediye gibi. Tabii ki bizi köleleştiren, yaratıcılığımızı körelten bir hediye. Planlar, programlar ve amaçlarla bizi hür ve kendiğilinden oluşan şeylerden alıkoyar.
Oysa özgürlük belirsizlik demektir. Özgür yaşamak, bilinmeyenlere yolculuk yapmak demektir. Bu anlamda özgürlük, bir doğrulama niteliği taşır. Bireyin, sonsuz sorgulama potansiyelini, sonsuz bir arayış içinde olmasını, sonsuz sayıda düşünceyi ve deneyimi, sonsuz farklılıktaki bileşimler içinde bir araya getirme/dışlama potansiyelinin doğrulanmasıdır. Özgürlük, özgürlüğün doğrulanmasıdır.
Delilerle birlikte olmanın da güzelliği budur aslında. Çünkü onlarla önceden varılabilecek anlaşmalar yoktur. Kendiliğinden oluşabilen davranışlar vardır sadece. Bir de hür irade. Ama biz gene de onlardan korkuyoruz.
Deli, uygarlığın anti-kahramanı olacaktır. Standartlaştırma ve totalitarizmin her yere ve her şeye nüfuz etmesine rağmen hala deli olmayı başarabilenler, gerçekten çok güçlü ve eşsiz bireylerdir. Deli sözcüğünü hafife almamalı, çünkü bu ayrıcalık pek az insana verilebilir. Beraberinde çok büyük acılar getiren bir ayrıcalıktır bu. Bu acılar nadiren hafifletilebilir. Deli öylesine yalnızdır ki tuttuğu yolda, dünya ve evrenle duygu birliği içinde olsa bile, övgü ve cezanın da ötesindedir o…
Özgürlük çoğumuz tarafından yanlış algılanmaktadır. Çünkü özgürlük, güç otoritesinin bize sunduğu şıklardan seçmek değildir. Salt gerçekliğimizde özgürce seçimler yapabilmektir. Bunların içinde mekânlar da vardır. Biz, bunları bile özgürce kullanabilme hakkına sahip değiliz . Neden mi? Mekânlar, duygularımıza hükmederek, mahremiyetimizin sınırlarını belirlediği için. Düşünsenize, bir misafirinizi salon yerine yatak odanızda ağırladığınızı! Mutfakta ağırlamak da samimiyetten ziyade saygısızlık olarak kabul edilebiliyor kimi zaman… Halbuki dışarıda bir kulüpte yabancı insanlarla dans ederken kimse bizi yadırgamazken dostlarımızı evimizin bazı bölümlerinde samimiyetle ağırlamamız pek hoş karşılanmamaktadır totaliter sistemde.
Özgürlüklerden yaşama özgürlüğümüz olduğu gibi ölme özgürlüğümüz de var bizim. Bu dünyaya kazık çakmaya gelmedik. Ancak yaşarken öleceğimizi unutuyoruz zaman zaman. Bu nedenle anı yaşayamıyoruz. Her şey erteleyip duruyoruz. Anla beraber zamanla biz de yok olup gidiyoruz. Ölümü unutmak biraz da belirsizliklerden kurtulmak için değil midir? Ama unutarak sadece vakit kaybediyoruz.
Yaşamın amacı,ölünceye kadar yaşamaktır.