Selçuk Baran bilinen öykü evrenlerinin bileşkesi gibi yoğurduğu romanlarında okuru, yarattığı kurmacasıyla farklı karşılıyor aslında. Bir yandan anlatı evrenleri, kişileriyle parçadan bütüne giderken diğer yandan bütünü de parçalarına ayırarak okurun dolantılarda girdaba kapılmasını, anlatıya koşut dramatik yapıya yuvarlanmasını istiyor.
Tümü Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Bir Solgun Adam (1975), Bozkır Çiçekleri (1987), Güz Gelmeden (2000) adlı üç roman nasıl kurulursa kurulsun, sonuçta kendisini yine parçalanışın öznesine dönüştüren yazınsal tutumuyla gösteriyor. Söz konusu yapıtlarda karakterlerin ağırlıklarına baktığımızda bunu somut görebiliyoruz.
Bir Solgun Adam’ın başkarakteri Mehmet Taşçı okuyan, yabancı dil bilen, çalıştığı bankada iyi mevkie gelmek üzereyken emekliye ayrılmış bir entelektüel. Halasından miras evin kira gelirini kızına ve karısına bırakıp ocağını terk etmiş, kendisi de kirayla çatı katına yerleşmiş yalnızlık düşkünü. Okur bütün bunları –zaman zaman anlatıcı değişse de- Taşçı’nın iki yıl önce tutmaya başladığı günlükten, ne ki roman zamanıyla on yıl sonra öğrenecektir. Temel anlatıcının karşı koyamadığı okumaktan yazmaya geçiş dürtüsü, kişisel değişiminde önemli rol oynar. Günlük yazımının devreye girmesiyle romanın örtük kişileri giderek ortadan çekilir, odak noktası, karakterin eylemlerine, gözlemlerine yönelir.
Anlatıcı, günlüğüne, “Durmadan yazmalıyım. Yoksa korkumu başkalarına anlatmaya kalkabilirim. O zaman belki onların da katılmalarıyla hepten büyür korkum,” (s.19) diye yazar. Ne var ki geçmişiyle olduğu kadar şimdiki duygularıyla da yüzleşmeye yanaşmaz. Buna terk ettiği kızıyla eski sevgilisi de dâhildir. Yapacağı bir dizi yolculuğun ilki sayılan eski sevgiliye ulaşma, onun kocasından ayrıldığını öğrenmesi ve değişmiş olduğu fikriyle nihayetlenir.
Değişim, ana karakterin en büyük korkusudur. Dışarıdan gelip geçen yabancılardan, günlük aldığı gazetenin, biraevinin kapanmasına, kahvaltı fincanının değişmesine kadar pek çok ince ayar detay onu endişeye, karmaşaya sürükler. Günlüğündeki şu tümce anlatıcının karakteristik özelliğini gösterir, “Kendimle nasıl doğru dürüst anlaşmaya… yanaşmadımsa, dünyayla anlaşmaya da yanaşmadım.” (s.79)
Mehmet Taşçı birkaç kez değişik otellere gider, amaçsızca konaklar, dağ bayır dolaşmalara çıkar, kahvelerde, lokanta köşelerinde kamyon sürücüleriyle arkadaşlık eder. Sonra okuru öncekilerle benzeşen bir soruyla baş başa bırakır, “Her şeyi denedim.” “Deneyecek ne kaldı?” (s.175) Mehmet Taşçı’nın bu tutumu Samuel Beckett’ın ünlü Godot’ sunda geçen Vladimir’le Estragon arasındaki konuşmayı anımsatıyor, “…Vladimir, mantıklı ol henüz her şeyi denemedin…” (Samuel Beckett; Godot’yu Beklerken, Çeviren: Uğur Ün, MitosBOYUT, 1993, s.41)
Taşçı, antik çağ yolcusu Odysseus gibi dolaşır, kendi bütününe ulaşmaya çalışır. Sürekli zamanını böler, elde ettiklerinden tüme ulaşmayı amaçlar ama beceremez. Öyle ki hem geçmişi parçalanır hem de yaşadığı zaman. Uzun yürüyüşler, kasaba tanıklıkları, yeni tanışlar, farklı kesimlerden kişiler, günlük yazarının hiçbir zaman kendine kapanmasını engelleyemez. Döner dolaşır, yine de bir yere varamaz. Karakterde, kıyısında duran atalet söz konusu olsa da bilinmeze yolculuğundan vazgeçmez. Ama gerek Mehmet Taşçı gerekse öteki karakterler sanılanın aksine intihar düşüncesi taşımaz. Bunlar bize, parça bütünlenemezken bütünün parçalandığını, karakterlerin birer gösterene dönüştüğünü belirten örneklerdir.
Çoğunluğu İstanbul’da geçen Bir Solgun Adam birkaç şehre sıçrar. Kentin dokusu pek verilmez. Ancak Bozkır Çiçekleri Ankara romanıdır. Bunun yanında Selçuk Baran, kurduğu roman evrenlerine, yarattığı roman kişilerine dönük tutumunu bu ikinci romanında da sürdürür.
Roman birbiri içinde kök salarak gelişen, sonra o yerlerde çürümeye koyulan üç kişi arasında geçer. Seyfi, Nurten, Müfit. Seyfi, tıp fakültesinde okumak için ailesiyle birlikte taşradan başkente taşınır. Babası ölür. Okulu bırakmak zorunda kalır. Sonradan karısı olacak, romanın kadın başkarakteriyle tanışacağı büyük bir şirkette işe girer. Taşradan gelmiş zeki, meraklı genci başkentte en çok ürküten, düş gücünü sarsan, şehrin bürokratik yüzüdür. “…tatmadığı güzellikleri muştulayan sonsuz basamaklı merdivenler, …birbirine çok benzeyen loş koridorlar ve hep kapalı duran, açmadan önce vurulması gereken kapılardı ( r ). (s.11)
Seyfi’nin kentle bütünleşmek için en önemli hamlesi, kendisinden beş yaş büyük, çeyizi kitapları olan, her bakımdan kendinden üstün Nurten’le evlenmesidir. Ancak bu onu, amacına ulaştıramaz. Çünkü kendi dolambacından çıkamaz. Ya Nurten? Seyfi tamamlanmaya, Nurten arınmaya çalışır, ama olmaz. Selçuk Baran’ın çoğunca diğer karakterlerinin de başına geldiği gibi yarım, eksiktir bazı şeyler. Öte yandan ikilinin ilişkisi, kendilerine göre düzeyli tıp fakültesi öğrencisi entelektüel Müfit’in aralarına girmesiyle tümden değişecektir. Seyfi, pek çok yönden Müfit’e hayranlık duyar. Bu arada Nurten’le Müfit arasında yakınlaşma doğmuş, süreç içinde aşka dönüşmüştür. Nitekim daha sonra birlikte olurlar ve Müfit evlenmek ister. Ancak bu ilişki de parçalanmaya mahkûmdur.
Nurten gittiği otelden hayatındaki iki erkeği terk ettiği öngörülü ucu açık mektuplar yazar. Kocasına, “Hep senin birtakım değişimlerin eşiğinde olduğunu, bunları nasıl karşılayacağını düşünürdük, hatırlayacaksın. Durup dururken, otuzumda değişebileceğim hiç aklıma gelmemişti,” der. (s. 204) Ve Müfit’e de aslında veda eder, “İstediğim yalnızca kendimi tanımak, yüzüme bir başkasının (bir erkeğin) tuttuğu ayna olmadan…” (s. 205)
Bozkır Çiçekleri, bir yanıyla âdeta “oda romanı” olarak Ankara’ya eklemlenirken, bütünlenmenin bozunumlara uğrayıp parçalandığı, bu parçaların sonuçta bütünü yaratamadan öylece kaldığı açıkça görülüyor.
Güz Gelmeden, Ankara bağlantısını sürdürmekle birlikte zeminini Yeşilçay kasabasına, adeta karaktere dönüşen Fener’e ve onun bilgesine temelliyor. Gerek kasabalılar gerek dışardan gelenler bu ikisini bir sığınak gibi alıp denge unsuru görürler.
Selçuk Baran, içine kapanık karakterlerini, ilk bakışta okuruna çözümleme kaygısı yokmuş gibi görünür ama sonra dikkatli okur için adeta lamel üzerine yatırır. Bunu ilk iki romanında bireyden aileye giderek, üçüncü romanındaysa net bir şekilde aileden bireye yol alarak yapar. Bunu parça-bütün-parça diyalektiği çerçevesine alıp çekirdek aile yapısında yaşanabilecek olaylarla destekler.
Güz Gelmeden’in daha başında ölü ama etkili anne karakteri -çocuklar hâlâ onun tutum, davranışlarının etkisindedir- İstanbul’dan çeyizinde piyano ile gelmiş, taşralı kasaba zengini Memedali’yle evlenmiştir. Ne var ki yalnız kalan adam, Nilgün’le Erol arasında eşitliksiz tutum sergiler. Kızına son derece sevgi, hayranlık duyarken, oğluna karşı katı, tahammülsüz bir babadır.
Erol İstanbul’da öğrenciliği sırasında sol bir örgüte girmeye çalışmış, fakat dışında bırakılmış, öz güveni eksik, kendini ispatlamaya çalışan, “[k]ısacası devrimci olmayı bile becerememiş” (s. 76) bir üniversite öğrencisidir. Örgütü tarafından ülkücülerin gittiği kahveye casusluk amacıyla gönderilmiş, sonrasında kendi arkadaşlarının aynı kahveye attığı bombalı saldırıdan sağ kurtulup Yeşilçay’a, ailesinin yanına dönmüştür. İnsanların parçalanarak öldüğünü gördüğünden, sorunlar yaşamaktadır. Nilgün, iyi eğitim almış, iç denetimi son derece yüksek, erkenden ölen annelerinin rolüne bürünüp kendini Erol’a ve babasına adamış genç, ağırbaşlı, güzel bir kızdır.
Memedali’yle karşılıklı bakışımın, çatışmanın yaşandığı öteki mekân Zehra’nın evidir. Zehra, Erol’un âşık olduğu Filiz’in annesi, ülkücü Yusuf’un da halasıdır. Romanın kötü karakteri gibi görünen ama aslında ülkenin pek çok yitik evladından biri olan Yusuf, kendi inanç grubu ülkücüleri düşünürken, “…ülkücülerle dost oldum. (…) Onlarla yalnızlıktan kurtuldum. Bana verdikleri görevlerden ötürü kendimi önemsedim,” (s. 187) diyerek aidiyetlik duygusunu yaşar. Kasabaya, halası Zehra’nın yanına aslında saklanmak, örgütünün kendisini ıskartaya çıkartmasından dolayı gelmiştir. Romanın düğüm çözümü de buradadır zaten.
Yeşilçay’a Ankara’dan sandıklar dolusu kitaplarla yerleşmeye gelen avukat Suat, birkaç yönden yenilmişliğine karar verip kasabayı âdeta sığınak olarak düşünür. Ve yine Selçuk Baran’ın diğer karakterleri gibi bunu beceremez. O, geldiği yerde tutuklanan solcu öğrencilerin rüzgâra karşı savaşan Don Quijote’udur.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Buna göre Yeşilçay kasabası, Ankara’nın yanında bütünlenmesi gereken parça-taşradır aslında. Adı geçen tüm ana karakterler, diğer iki romandaki gibi bütünlenmek arzusuna karşın parça-bütün ilişkisi içindeyken yine dağılırlar.
Baran, okurunun önüne belki pek çok yazarın roman evreninde yaptığı diyalektik bakış getiriyor ama aynı zamanda okurun da bunun üzerinde durması için hayli çabalıyor. Bütün bunların roman evrenine varoluşsal sorun olarak eklendiği göz önüne alınabilir. Çünkü karakterler, üç romanda da hep bu tür yönsemede görünüyor. Ama sonuç alabiliyorlar mı, tartışılır.
Nitekim bütün ipuçları bizi romanlarda bu yaklaşımın, felsefece varoluş temelleri üzerinde yapılandırıldığının işaretini veriyor. Yazarın romanlarında bütünlemeye bıraktığı karakterler bir bakıma bize şunu söylemiş olmuyor mu; “Varoluşumu bir amaçla ya da başka varlıkla bütünlemeye girişme çabam hep sürecek…”
Selçuk Baran bu haliyle romancılığımızın diyalektik yapıda karakterlerinin, entelektüel yalnızlarının, direkt paylaşılmayan ama alttan alta “bunlar da var, bilin” diyen derin gözlemlerinin, yarası hemen ilk bakışta anlaşılamayan toplum dikenlerinin, erdenliğini her durumda sürdüren kadınlarının farkındalığı yüksek, şairane, nahif kalemi sayılamaz mı?
Kaynak: 07/12/2016 tarihinde Oggito’da yayımlanmıştır.