- Sevgili Yaser Bereketoğlu edebiyata şiirle başladınız (“Sığınak[1], Siz Güzeldiniz – Sonrasız Zamanlarda[2]”). Sonra “Ugarit’te Son/Bahar[3]”) romanını çıkardınız. Sanırım bu roman da Ugarit uygarlığı ile ilgili dünya ölçeğinde yazılmış ilk kurgu. Ardın da geçtiğimiz günlerde “Her Kuş Kendi Türüyle Uçar[4]” öykü kitabını yayımladınız. Hâlâ şiir yazıyor musunuz? Yazmıyorsanız; sizi şiirden uzaklaştıran nedenleri öğrenebilir miyiz?
Merhaba sevgili Faruk. Yazın serüvenim şiirle başladı. “Sığınak” ilk şiir kitabım. Bir tehlike anında, baş edemediğiniz acılar, yalnızlıklar, keder ve hayatın acımasız bombardımanı sizi bir sığınağa yönlendirir. Korunacağınız yer ulaşacağınız en yakın yerdir. Bu; şiir olabilir, öykü olabilir. Ulaşılabilecekse doğayla iç içe olmak da bir tercihtir. Bana en yakın olanı şiirdi ve şiire sığındım. Doğrusunu isterseniz okuduğum şiirlerin etkisinde kaldığım, özgünlüğü olmayan şiirlerdi. “Siz Güzeldiniz Sonrasız Zamanlarda.” İkinci şiir kitabım. Belki farklı bir damar bulup özgünlüğü yakalama çabasıyla yazdığım şiirlerdi. İnsan yaş aldıkça deneyimleriyle şiirin “ne” olduğunu anlıyor. Duyarlılığımızın kılcal damarlarına inmek gibi işlevsel bir görev üstlenen şiirin onurlu duygusunu daha iyi ve net olarak anlıyorsunuz. Sonra, şiirin tanımının insani bir yüksekliğin mihenk taşını yerleştirmek gibi bir “şey” olduğunu da kavrıyorsunuz. Bunun ayırdına varmak beni çok mutlu etti. Belki bu nedenle şiir yazmıyorum. Fakat, bu durum şiirden uzaklaştığım anlamına gelmiyor.
- Kitabın adından başlayalım: “Her Kuş Kendi Türüyle Uçar”. Güzel bir öykü olmuş. Suriye’den göçen bir birey anlatılmış. Öykünün sonunda annenin vurgusuyla “Her Kuş Kendi Türüyle Uçar” denmiş. Öyküye de ad olmuş. Kitaba niçin bu adı seçtiniz?
“Her Kuş Kendi Türüyle Uçar” Ortadoğu halklarının ortak bir atasözüdür. Bu başlıktaki öyküm; Suriye’deki vahşi katliamların başlangıcında oldukça zor koşullarda Afrin’den Türkiye’ye kaçmak zorunda kalan genç bir kadın ve annesinin trajik hikâyesidir.
Ben insanım diyenlerin, kanını kurutacak kadar acıların yaşandığı, vicdan duygusunun olmadığı, barbarların hüküm sürdüğü bir coğrafyayı anlattığım bu öyküyü, kitaptaki bazı öykülerle de ortak bir payda oluşturduğu için kitaba ad olarak belirledim.
- “Tanrı’nın Şehri” ve “Harf” öykülerinizde 6 Şubat depremini ve depremin yansımalarını yazmışsınız. Okurken o deprem anını tekrar yaşar gibi oldum. Orada hoşgörü terimi yerine katlanma kültürü demişsiniz. Sanırım “Harf” adlı öykünüzde de geçiyor bu. Niçin hoşgörü yerine katlanma kültürü dediniz?
“Tanrı’nın Şehri” öyküsünde 6 Şubat depreminde üç gün boyunca yıkımın altında kalan bir yakınımın kurtulma mücadelesiyle birlikte depremin Antakya’daki fotoğrafını çektim. Öykünün adından da anlaşılacağı gibi Antakya’nın kadim tarihini pencereler açarak anlatmaya çalıştım.
“Harf” adlı öykümde, sakat arkadaşımız Yılmaz’ın travmasını anlattım. Yine depremi ve deprem sonrası süregelen acıları Yılmaz’ın portresiyle yazdım. Her iki öyküde yaşananların tümü gerçek. Bu nedenle Hataylı okurlarımdan deprem acılarını ve travmalarını anımsattığım ve yaşattığım için özür diliyorum.
İki öykümde de “hoşgörü” terimi yerine “katlanma kültürü” terimini kullandım. Toplum sosyolojisi konu edildiğinde; bana göre, “hoşgörü” yanlış kullanılıyor. Doğru terim “katlanma kültürü” dür. Çünkü, hoşgörü kültürü, güçlünün güçsüzü kendi koyduğu –çizdiği- yaşantı sınırları çerçevesinde tutma kültürüdür. Sınırı aşan güçsüz, hoş görülmeyi yitirir. Hoş gören güçlü tarafından cezalandırılır. Dolayısıyla “hoşgörü kültürü” insanlık dışıdır. Aslolan “katlanma kültürü” dür. Onu içselleştirebilmektir. Bu kültüre göre, katlanacaksınız; her ırka, her dine, her mezhebe, her dile… insanlık suçu işlemedikçe.
Günümüz Antakya’sı kadim geçmişinden aldığı mirasla, tüm dinlerin, mezheplerin, dillerin, uygarlıkların bir arada yaşandığı ve katlanma kültürünün sürdürüldüğü, içselleştirildiği, eşsiz mozaik dokusuyla dünyadaki ender kentlerden en önemlisidir.
- “Harf” adlı öykünüzde kitapçı Yılmaz’ı anlatmışsınız. Depremden önce sohbetler eşliğinde ne güzel çay içerdik orda. O öykünün sonunda “Kadim bir kentin cesediyle yatıp kalkıyoruz her gün. Uygarlıklar tabuta sığar mı!” diyor Yılmaz öykünün sonunda. Hakikaten Antakya depremden sonra tabuta girdi değil mi?
Bu sorunun yanıtını öyküden bir alıntı yaptıktan sonra vereyim. Yılmaz o sözü söylemeden önce kendi kendine konuşur:
“Okuduğum, duyduğum hiçbir savaş böyle bir yıkıma tanık olmadı. Bir atom bombası kaç binayı yerle bir eder. Antakya’ya kaç atom bombası atılırsa onlarca mahalle moloz tarlasına dönüşür. Ya hu!. Arkadaş, bu depremden de öte bir şey. Şehrin kıyameti!…”
Öykünün sonunda da o çarpıcı soruyu sorar:
“Bir kentin cesediyle yatıp kalkıyoruz her gün. Uygarlıklar tabuta sığar mı.”
Sorunun yanıtı olumsuzdur aslında. Şehir, her ne kadar yerle bir olsa da Antakya’daki kadim uygarlıkların hiçbiri tabuta sığmaz. Bu şehrin sağ kalan insanları atalarından aldıkları ve genlerine işlenmiş olan mozaik kültürünü yaşatacaktır.
- Depremle birlikte Suriye olaylarının Antakya’ya yansımaları da girmiş “Her Kuş Kendi Türüyle Uçar” öyküsüyle. Güzel bir öykü olmuş. Sahi bu kent Suriye olayları birlikte ne çok şey yaşadı değil mi? Ardından pandemi… onun ardından deprem… depremle birlikte yaşanan hikâyelere trajedi sözcüğü bile eksik kalıyor! Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Suriye, Antakya’nın sınır ilçelerine en fazla 50-60 km uzaklıkta olan bir ülke. Barbarların Suriye’ye saldırısından önce, Antakyalıların günübirlik uğradığı, ticaret yaptığı, ortaklaşa kültür etkinliklerinin yapıldığı bir komşumuzdu. Bu ülke ile kadim medeniyetlerin mirasında da ortak idik. Suriye halklarının, diğer Arap ülkelerin halkı ile; yaşam tarzı olsun, gelenek görenekleri olsun, yemek kültürü olsun, konuştukları dil olan Arapçanın dışında ortak bir paydada buluştuğunu söyleyemeyiz.
Sizin de dediğiniz gibi Suriye olaylarından en çok etkilenen il Antakya oldu. Ardından gelen pandemi belası ve son olarak dünyada karada ölçülmüş en şiddetli deprem sonucu kentin yerle bir oluşu. Bir buçuk dakikada yitirilen ölçüsüz değerler. Yaşadıklarımız “trajedi” sözcüğüyle açıklanamayacak kadar büyük ve tarifsiz acılar barındırıyor.
- “Resim” adlı öykünüzde, çocukluk yıllarında bir öğretmenin öğrencisine olumsuz yaklaşımı sonucu, çocukta nasıl kırılmalara yol açtığını anlatmışsınız. Babanızın kitapları, yaşadığınız yer derken biyografinizden de yansımalar varmış gibi geldi bana. Yurdumuzun ve Uzakdoğulu yoksul insanların Suudi Arabistan’da işçi olarak çalışmalarını ve yaşadıkları dramları konu edindiğiniz öyküler de var kitapta. Yazarken, sizi özgün kılmaya yönelik esas aldığınız ögeler nelerdir?
Birçok öykümde Antakya ve buranın insanına bir şekilde dokundum. Bunu yaparken yerele bağlı kalmamaya çalıştım. Anlattıklarım yurdum insanının derdiydi. Bununla birlikte öykücülüğümüzde pek işlenmemiş bir coğrafya olan Ortadoğu bölgesiyle ilgili olarak Türk ve Uzakdoğulu insanların yaşadıkları dram ve trajediler birçok öyküme konu oldu. Kırbaç, Roza, Kumru, Postacı, Abdullatif adlı öykülerimi bunlara örnek olarak gösterebiliriz.
Öykülerim insan eksenli, insanın psikolojisini önceleyen türdendir. Öykülerinde yaşanmışlık kurguyla paralel gider. Kahramanlarımın tamamı gerçektir. Edebi birikimimi, hayatımın bazı kesitlerini kahramanlarımın duygularında ve davranışlarında bir hayalet gibi gezdiririm. Bu ayrıntıları göz önünde bulundurduğunuzda biyografimden yansımaları görebilirsiniz.
- İleriki süreçte neler yazmayı düşünüyorsunuz? Deprem Suriye olaylarının yansımalar vb.?
Depremden önce Asur Krallığının bir kesitini roman olarak yazmayı tasarlamıştım. Yaşadığım travma öyle büyük ki, yazma dürtüsü galip gelene dek bir şeyler yazabileceğimi öngöremiyorum şimdilik.
- Söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Yazın hayatında başarılar dilerim.
[1] Yaser Bereketoğlu, Sığınak, Kendi yayını.
[2] Yaser Bereketoğlu, Siz güzeldiniz – Sonrasız zamanlarda KKM Yayınları, 2012
[3] Yaser Bereketoğlu, Ugarit’te Son/Bahar, KKM Yayınları, 2017
[4] Yaser Bereketoğlu, Her Kuş Kendi Türüyle Uçar, KKM Yayınları, 2025