AL GÜLÜM VER GÜLÜM HİKÂYESİ 28 Şub 2008
AÇILIM: GENÇ ŞAİR, GENÇ ŞİİR YAZABİLİYOR MU?
Özcan Öztürk
Yaşanılan anın şiire layık gördüğü manzarayı çizmek gerekiyor, her şeyden önce. Ancak görünen manzara pek de iç açıcı değil. Otuz iki yaşındayım. (Bu yaşa kadar aldığım ödüller ve yayınlanmış eserlerim göz önüne alındığında) ben de genç bir şair sayılırım. Ustaların birçoğunun ortak kanaatine göre suçluyum; yeni nesil, çıtayı yükseltecek şiirler yazamıyorsa, bunda benim de payım var. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Seksenli yıllara sarkan ustalardan kaçı şiirde yeni açılımlar yapabildi? Yüz yıl sonrasına (şiirin soluğu yeterse), yetmişli yıllarda kendini bulup günümüze ulaşan şairlerden kaçı kalabilecek?
Şiirin içine düştüğü durum ortada. Yediden yetmişe herkes ahkâm keser; mutlaka herkesin şiir üzerine söyleyecek bir şeyleri vardır. Sokaklarda, hayatında iki şiir okumamış ‘şiir teorisyenleri’ dolaşır. Medya maymunları şiir krallığını ilan eder. Bar entelleri, tel çerçeveli gözlüklerin ardına sığınıp usul usul viski yudumlayarak ithal poetikalar üretir ve ertesi gün her şeyi unutur. Kafe ve kahvehane filozofları, pos bıyıkları, sakalları ve boğazlı kazak duyarlıklarıyla yetmişli yılları diriltmeye çalışır. İlahiden bozma, cennetten arsa garantili manzumeler çağdaş tekkelerde dizilir. Yayınevleri, şairi adam yerine bile koymaz… Dergiler ve kitaplar ortada kalır.
Sanırım bu manzarada, örnek alıp okuduğumuz, ne yazarlarsa yazsınlar saygı duyduğumuz büyüklerimizin de payı var. Evet, doğrudur. Seksenli yıllarda doğan ve bu yıllarda çocukluğunu, gençliğini yaşayan nesil, usta işi bir beyin boşaltma operasyonundan geçirildi. Kendimizi bildiğimizden beri televizyon karşısındayız. Siyah-beyaz televizyonların son yıllarında, mükemmel Amerikan ideolojisini enjekte eden Noel dizileri ve filmleriyle büyüdük. Hemen bir siyasi kimlik edinemedik…
Sürekli bilinçsiz bir arayış, tutanın kendi tarafına çektiği bir çırpınma nöbeti; ilgisizliğin doğurduğu yoğun bir kırılganlık psikolojisi ve çıkarların, saygının, çekingenliğin yarattığı ‘kral çıplak’ diyememe ezikliği… Ve nihayetinde, taşranın uzak köşelerine çekilmiş koskoca bir ‘hayali çalınmış genç ihtiyarlar’ ordusu. Durum budur.
Bu nedenle, şahsen içinde bulunduğumuz dönemi değerlendirmeyi reddediyorum. Türk şiirinin devasa mecrasında bir toz zerresi kadar bile olsa yeşerteceğim bir mekân yaratabilirsem ne mutlu bana. Gerisi ‘al gülüm, ver gülüm’ hikâyesi…
MURATHAN ÇARBOĞA
Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor. Geriye dönünce bir arpa boyu yol gidilmediği ortada. Çok kıymetli dostum Murathan ÇARBOĞA, aramızdan ayrılışının dördüncü yılı olacak. Ama seni yakından tanıyan arkadaş ve dostların olarak hiç unutmadık, unutamayız.
Bu yıl ve her yıl tekrarlanacak ‘Al Gülüm Ver Gülüm‘ mavi boncuk dağıtılmaya devam edecek; usta işi ağırlamalar, gazete ve dergilerde yılın şiir kitapları üzerine yapılan soruşturmalar, sanki başka şairler yokmuş gibi, temcit pilavının yanında Susurluk ayranıyla yedirilecek… Oysaki onlarda biliyor şiire nasıl ihanet edildiğini. Murathan ÇARBOĞA’nın şiire getirdiği yeni sesi duymayan, rengini görmeyen, mühürlenmiş ağızlarını açamazlar. En doğal haliyle homo homini lupus.
İlk tanışıklığımız, Dünya Gazetesi’nin Kitap ekinde her ay düzenlenen şiir finalistleri arasında; Kocaeli Üniversitesi Şiir Okulu Şiir Antolojisi ve Milliyet Sanat Genç Şairler Antolojisi’ndeki şiirlerimizle başladı bu yolculuk. Ardından Ankara’da, Mülkiyeliler Birliği buluşmalarıyla devam etti. Şiir dosyasını Sennur Sezer’e gönderecekken bir yanlışlıkla bana göndermiş olması, ayrı bir duygu yoldaşlığının paylaşımıydı. Edebiyatın tüm inceliğini bilen ve üretken gerçek bir edebiyatçıydı. Eserlerinde gerçeklik duygusunu metaforla harmanlayan felsefi yaklaşımlarıyla nitelikli eğitimci bir öğretmendi. Edebiyatın birçok alanında eserler vermiş ve sayısız ödülle taçlandırılmış çalışmaları arasında şunlar yer alıyor: Şiir: Güne Dönen Rüya (2003), Roman: Kadem (2018), Öykü: İshak Kuşunun Çağırdığı Çocuk (2018). Yayınlama eşiğinde birçok dosyası olduğunu yazışma ve telefonla görüşmelerimizden biliyordum.
Şimdilerde yeni yayımlanan Hayata Manifesto tanıtım kapağında yazılı olanlara ve öne çıkan izlekler açısından düşünüldüğünde, Çarboğa’nın mevziyi terk etmediğini fark ediyoruz. Murathan Çarboğa, Hayata Manifesto’da kişisel duyarlılıklarına dair tüm örtüleri kaldırıyor. Cesaretini, şair olmanın gerekliliği olarak, iyi metinlere ulaşmanın görünür yollarına yerleştiren Çarboğa, halkına adanmışlığın bilgeliğiyle sesleniyor. Çünkü Çarboğa, Hayata Manifesto’da itirazın sesini yükseltme girişimini, isyanın bir renginin olamayacağı düşüncesiyle desteklemektedir. Kişisel duyarlılıkları evrensel bir boyuta taşımayı edebiyatın işlevi olarak gören şair, yaşadığı yüzyılın tarihsel bağlamıyla kurduğu ilişkiyi halkın gündemine işlemeye devam ediyor. Şairin özen gösterdiği konular hakkında konuşurken belki şunu da düşünmeliyiz: Murathan Çarboğa, ‘Yaşamak, yıkımın şerrinden arınmaktır şair,’ derken, modern yaşamın, yaşamaya engel bir içerikle yüklendiğini bir kez daha hatırlatmak istemiş olabilir mi?
Murathan Çarboğa, Özenç Esen’in yaptığı bir konuşmanın yer aldığı şiir dalı blogunun bir bölümünde şöyle demiş:
“Şiir her zaman ön planda, her zaman öncü; fakat ben çok yönlü bir edebiyat adamı olmak istiyorum. Edebi yeteneğim yalnızca şiirle sınırlı değil. Düz yazı türlerinde yazmayı da seviyorum. Edebi kapsamda akla gelen her türde yazmak niyetindeyim. Şiire kardeş kısa türlerde daha başarılıyım aslında: kısa öykü, deneme, mektup… Tuğla kalınlığında kitaplar üretmek anlamında olmasa da düzyazı dilime güvenir, kendimi üst seviyede görürüm.*
Hayata Manifesto
“Hayata Manifesto” isimli şiir kitabını dosya olarak 2007 yılında hazırlamış; ancak bu süreçte yayınevleri gereken ilgiyi ve özveriyi göstermemiştir. Şiirde yeni arayışlar peşinde olan, içerik ve biçimde yenilikçi çağının genç şairlerinden çok daha nitelikli eserler ortaya koymasına rağmen, yayınevleri bu duruma kayıtsız kalmış ve adeta üç maymunu oynamıştır.
Hayata Manifesto bir manifesto olarak doğmuş. Eserin derinliğini, bizde bıraktığı kimi zaman gizemlerle örülü metaforları okudukça algımızı ve ufkumuzu açan izleri takip etmek onun muradına yaklaşmayı vadediyor.
Peki, bu vadettiği hayatın içinde bizlerin yeri nerede? İşte, bu soruyla sorgulamaya başlayalım.
Öncelikle, bir metni eleştirirken kullanılabilecek çeşitli yöntemler vardır. Yöntem konusunda yetkin olmak, eleştiriyi yapan kişinin kimliğinin öne çıkmadan, eleştiri konusu olan metni tarafsız bir şekilde algılaması ve anlatması anlamına gelir. Aslında, eleştiriyi yapan kişi bir bakıma kendi özeleştirisini de yapar.
Bir metni değerlendirirken sadık kalmaya çalıştığım klasik bir şablonum var. Bu şablonu T.P.E.S.F. okur-eleştirmeni gözüyle kısaca ifade etmeye çalışacağım. Eleştirimin temel yöntemi ise Marksist Eleştiri yaklaşımıdır.
A- Bu yapıt ne diyor? ( Teknik Eleştiri )
B- Bu yapıt bana ne diyor? ( Psikolojik Eleştiri )
C- Bu yapıt benim güzellik anlayışıma uyuyor mu? ( Estetik Eleştiri )
D- Bu yapıt benim toplumsal anlayışıma ne derece uyuyor? (Marksist-Sosyolojik Eleştiri)
E- Bu yapıt bana nasıl bir iletide bulunuyor? ( Felsefi Eleştiri )
- Bu yapıt ne diyor? ( Teknik Eleştiri )
Şair Murathan Çarboğa’nın ikinci şiir kitabı Hayata Manifesto‘da yer alan şiirlerin tüm dizeleri küçük harflerle başlıyor. Bu durum, şairin bilinçli bir tercih yaptığını düşündürüyor. Şairlerin kural tanımazlığı ve başkaldırısı, bu tercihte kendini gösteriyor.
Şiir kitabının kapağında, hem kitabın adı hem de şairin ismi ve soyadı büyük harflerle yazılmış. Bu tercih, dikkat çekici bir etki yaratırken aynı zamanda kalıcılığı da simgeliyor. Kapak resmi ise Holter cihazına bağlı, aralıklı ve puslu bir tel örgü izlenimi veriyor. (Ritim Holter, genellikle 24 saat, bazen daha uzun süreyle kalp ritminin EKG kaydını almayı sağlayan bir cihazdır.)
Hayata Manifesto 54 sayfadan oluşuyor; Üç bölüm başlığı altında toplanmış.
- Yüzyıllık Yıkım (on şiir)
- Yitirilmiş İsimler Sözlüğü (on şiir)X; her şiir bir edebiyatçı ve düşünüre hitaben adanmış.
- Hayata Tahammül Duâları (beş sone); Çocuk, Aşk, Şiir, Barış, Hayat’a adanmış.
Kitap, toplam 25 şiirden oluşuyor ve her bölüme geçişte, bütünlüğü sağlayan şair ve düşünürlerin dizeleriyle okuyucuyu selamlıyor.
Birinci bölümün başlığından yola çıkıp Yüzyıllık Yıkım (on şiir) isimli ilk şiirinden alıntı yaparsak, İlhan BERK’in İstanbul Kitabından alıntıyla 1919 ile başlamış.
Şaire Kesmiş Bir Halk
Şair Murathan Çarboğa’nın kullandığı sözcüklerin çağrışımları, derin bir anlam ve duygu yelpazesini gözler önüne seriyor: çocuk, yara, yokluk, ateş, namlu, kurşun, kan, mitralyöz, şarapnel, sözcükler, acı, ölüler, kelebek, denize gömülen beden, Sarıkamış’ın buzul ıssızlığı, zihne hücum eden marazlı ırmak, ölümün onurlu kısrağı ve rüzgâr…
Şair Murathan Çarboğa, şiirlerinde izlek olarak gördüğü şeyleri, bir bakıma İlhan Berk’in İstanbul’u onun gözleriyle görmesine benzer şekilde, Hatay/İskenderun’dan Akdeniz’e bir misilleme gibi ele alıyor. “Ben böyle gördüm tüm acıları; siz benim çektiğimi nasıl göreceksiniz?” dercesine, Sarıkamış’tan bugüne uzanan bir ağıt yakıyor. Kendi çocukluğundan birikenlerle yüzleşiyor; yetim kalmanın izlerini, hayatı ve yaşanmışlıkları sorgulayan dizelere dönüştürüyor.
Ses yinelemeleri ve uyakların sıkça kullanılması, şiirdeki iç uyumu ve ahengi güçlendiriyor. Beşer beş dizeden ve son dörtlükten oluşan yapısıyla, uyak düzeni ve ritim ön plana çıkıyor. Bu düzen, dizeler arasında hem bağlantıyı hem de akılda kalıcılığı sağlıyor. Şiir, serbest ölçüde yazılmış izlenimi verse de dizelerin ses tonu, uyaklar ve metaforlar arasında bir köprü kuruyor.
B- Bu yapıt bana ne diyor? ( Psikolojik Eleştiri )
Freud’un bilinçaltıyla ilgili buluşlarına dayanan bu yöntem, bazıları tarafından sanatçının psikolojisini, bilinçaltı dünyasını, cinsel komplekslerini vb. ortaya çıkarmak için; bazıları ise bu buluşları eserlerini yorumlamak amacıyla kullanmış, yine bazıları da eserlerdeki kişilerin psikolojisini ve davranışlarını açıklamak için bu kişilere uygulamıştır.”
Berna Moran’a göre, bu yöntem, yaratmanın bilinçaltı kaynaklarını açıklama iddiasındadır ve sanatın neden doğduğuna, sanatçının neden eser yarattığına dair sorulara da cevap arar.
Metni anlamada niyet-amaç uğrağı-duruşu
Bir hasta/metin mekânı varsaymak, görünenin ardında hep saklı, örtük kalmış bir doğayı ya da yapıyı da varsaymak demektir. Bu varsayımın bizi sevk edeceği “sakıncalı bakışa” meyil vermemek, belirsizi görünür kılmak ve izafi bir sabitliğe ulaşma temennisi, sürekli bir akış halinde anlam inşa ederken, ilgi alanımızın da bizimle birlikte, sürekli bu akışın bir iştirakçisi olduğunu bilerek, hasta/metne belli bir duruştan, yoğun bir mekândan bakmayı zorunlu kılar. Bunun yeterli olduğunu söylemek, metinde hakiki anlamın olup olmadığı sorusundan mustarip olmamayı ve yalnızca “bakmayı” değerli bulmak anlamına gelir. Akışkan ve sürekli yorumlardan oluşan okur, şunu kabul etmelidir ki, belirli bir durumun habercisi olarak belirtiler, metinde niyet/amaçtan asla koparılamaz; çünkü metnin ilksel varoluş gerekçesini, yazarın metin kurma niyetini/amacını bu belirtiler teşkil eder.
Şair Murathan Çarboğa, ikinci şiir kitabı ile bunun en belirgin göstergesidir. Çarboğa, Güne Dönen Rüya (2003) adlı ilk şiir kitabıyla bu serüveni başlatmış, ama şiirin varlığını ispatlamıştır. Egosu olmayan, bağımsız kişiliği öne çıkmaktadır. Bir söyleşisinde şunları dile getirmiştir:
Soru: “Güne Dönen Rüya” tek şiir kitabınız; çok sayıda önemli edebiyat ödülünün sahibi olmanıza rağmen eserlerinizi kitaplaştırmada aceleci davranmadığınızı biliyoruz. Yayınevlerinin nitelikli ürün tercih ve tutumunu çelişkili buluyor musunuz? Eserlerinizi ödüle değer gören birçok yayınevi sahibi de var üstelik.
Murathan Çarboğa’nın Yanıtı:
Şimdiki manzarada kitap yayımlamanın bir anlamı kalmadı. Egomu tatmin etmek için suya yazı yazamam. Büyük yayınevleri ve dergiler belli grupların tekelinde. Başyapıt ortaya koysak bile nafile. Bu yönde bir çabamda yok. Nitelik geri planda artık. Her zaman söylemişimdir, gelişmemiş toplumlarda yeteneksizlerin saltanatı sürer. Her alanda böyledir. Ortalık butik yayınevlerinden geçilmiyor. Parayla kitap yayımlatıyor insanlar. Mecburlar buna, yadırgamıyorum. Ben bu tuzağa düşmek niyetinde değilim. Yayınevinin vereceği iki koli kitabı yerel imza günlerinde tüketmeye çalışmak bana göre değil. Günü kurtarmak niyetinde değilim. Geleceğe şipşak yayımlanmış kitaplar değil, kült eserler kalır. Üstelik internet ortamı da bir alternatif alan artık.
Benzer bir durum hekimlikte de söz konusu olabilir; semptomlar, gerçekten de, hastada bulgu elde edilmeden çok önce belirir. Örneğin, zatürreenin semptomları başlangıçta görünür mü? Hekim, bunu anlamak ve açıklamak için bir tür kesinlik arayışıyla, “test”, “röntgen” ve “hastayı dinleme” gibi bir dizi tıbbi yöntem kullanır. Ancak burada belirtilmesi gereken bir şey var ki, bu kesinlik, bir metni anlamada kullanılacak ya da içkin bir amaç olarak akılda tutulacak bir şey değildir. Böyle bir arayışla başlanacak herhangi bir metin okuma, eleştiride metni tahrif etmekten öteye gidemez. Okur, metne gizlenmiş amacı keşfedebilmek için, yüksüz bir okuma yaparak, “gizlenmiş anlama” herhangi bir duruş edinmeksizin ulaşabilir mi? Bu soruya kesin bir cevap vermek oldukça zor görünmektedir. Ancak en azından, bedenin “anlamlı bir oluş olarak okunması” ve buna karşılık, metnin “anlamlı bir insan eylemi olarak” okunması, yeni imkanlar sunması nedeniyle “anlamı gerçekleştirme” çabasında bizi bir adım daha ileriye taşıyabilir. Çünkü anlam, yalnızca yazarın amaçladığı ya da okurun metinden edindiği şey değildir; daha çok her ikisinin de ufuklarının kaynaşmasıdır.
Bağımsızlığı imleyenler: Direniş, ırmak, rüzgâr, çiçek, halk, kahkaha, düş, gülüş, türkü, deniz, nefes almak…
Herhangi bir eleştiriyi mümkün kılan gerekli araç, metinde yazarın iç dünyasını kelimeler aracılığıyla nesneleştiren amacıdır. Yazarın bu amacı, kendi sınırlarını çizen ve böylece bir uzakta duruş noktası ile bir ufuk olarak tezahür eden metin inşa etme niyetidir. Buna karşılık, hastalıklı bir bedene yöneldiğimizde, bilinir ki metinde anlaşılmayı mümkün kılan ipuçları yerine, hastalığın sağlıklı bedeni normal dışına doğru tahriş ederek sürüklediği bir bedenle karşılaşırız.
Karamsarlığı imleyen: Açlığın yarası, kuyu, bir avuç avuntu, çığlık, toprağa düşen gençlik, top ateşler, namluya sürülen yokluk, tutuşan şiirler, kan kokusu, şarapnel…
Eğer psikanalitik eleştirinin ya da okumanın yazarı hastalıklı bir bütün olarak okuduğunu kabul edersek, hastanın bazı “olayları unutmuş ve yaşamından dışlamış olması”, bize hastalığın bir izdüşümü ya da semptomları olarak karşımıza çıkardığı kristalleşmiş haller şeklinde görünür. Bu durum, hastada “grip”, “kanser”; yazarda ise “bilinçdışı gibi hareket eden metin” olarak ortaya çıkar.
Metnin bileşenleri olarak tanımlayabileceğimiz ve insan varlığının tezahürleri olarak karşımıza çıkan; “haz, oyun, düş, mit, mekân, simge, fantezi ve temsil” gibi mefhumlar, birer estetik nesne gibi yorumlanabilir. Ancak bundan önce ve daha kıymetli olarak yapılması gereken şey, bu mefhumları insanın estetik yaşamına katılan süsler ya da onu tanımlayan meseleler olarak değil, daha çok “toplumsal sürecin birincil tözü” ya da “insan varoluşunun temelinde yatan şeyler” olarak düşünmektir.
Yani, herhangi bir psikanalitik okumada ya da eleştiride, yukarıdaki estetik süsler ve toplumsal sürecin cevheri olarak tespit edilen bu mihenk taşları, aslında bir psikanalitik okumanın zorunlu ve gerekli araçlarıdır. Bunun tersi olarak, tıpta hastalığın teşhisi için gerekli estetik süsler (örneğin öksürük, ateş, kusma, bulantı gibi dış ve iç semptomlar), hekime teşhis imkânı sağlar. Bu yüzden hekim, hastalığı sağaltmada öncelikle dışsal semptomları, sonra da içsel ya da örtük semptomları teşhis etmeye çalışır; en son safhada hastalığı adlandırır ve reçete yazar.
Tek bir hekimin sözü, özellikle ağır bir vakada, bizi ikna etmeyebilir. Bu yüzden daima ikinci bir teşhis gereksinimi duyarız. Bu, ilki tarafından aralanamayan örtüyü açar. Eleştiride bu, Marksist bir eleştiri de olabilir, fenomenolojik bir eleştiri de, diğer eleştiri teknikleri de. Çünkü anlam inşa etmede her eleştiri yalnızca bir uğraktır. Dolayısıyla ikincil bir yöntemi herhangi bir metinde yazarın amacını anlamada kullanmak, bizim ne tür eleştiriler gerçekleştirmemiz gerektiğini ve yazarın, aşısız olarak anlam doğasına saldığı amaçlı metninde nasıl bir anlamlandırma faaliyetinin okurlarca ifa edilmesi gerektiğini ve böylece ufukların nasıl bir mekânda kaynaşacağını da ortaya koyar.
İçe kapanış:
Açlığın yarası belleğimde açılan kuyu
Gözleriyle soluyan çocukların kırıldığı ana kucakları
Sesimden yol alan yangın,
Ölümle yarışan bir çocuk koşuyor damarlarımda
Sütü çekilmiş kadınlar
Sırtımda yeni yetme ölüler
Yıkımın mirası göveriyor avuçlarımda…
Psikanalitik okuma, yazarın niyetini veya amacını anlamada, metin olarak sunduğu ve belirli bir dolayım inşa ettiği yapıyı çözümlemek için bir uğrak noktasıdır. Bu okuma biçimi, bir metne kaç farklı şekilde yaklaşılabileceği sorusuna verilen yanıtların zeminini oluşturan yöntemlerden sadece biridir.
Ömer Şirin’in psikanalitik edebiyat eleştirisine giriş yazısında ifade edilen bu yaklaşımı, Şair Murathan Çarboğa’nın “Hayata Manifesto” isimli kitabından alıntılarla irdeleyebiliriz. Çarboğa’nın teknik eleştirisine odaklandığımızda, şairin sıklıkla kullandığı sözcükler dikkat çeker. Şair, kendi sınırlarını çizerken evrensel duygulara –acı, öfke, savaş, kan– yer vererek, uzakta duruş noktasını siler ve metin inşa etme amacını ortaya koyar.
“Hayata Manifesto”, yarı açık cezaevinin yaşam şartlarının izlerini yansıtan imgelerle doludur. Çarboğa, dizelerinde bu izleri sıklıkla kullanarak okuyucunun dikkatini çeker. Şairin metinlerinde yer alan imgeler, bireysel ve toplumsal acıların bir yansıması olarak, okura hem estetik hem de duygusal bir deneyim sunar.
Bir İkame Olarak Bir Metnin Temsil Yeteneği
Bir metin, nasıl ve hangi eleştirel yaklaşımla okunursa okunsun, bu eylemi mümkün kılan şey, yazar mevcut olmadığında yazarı ikame eden ve onun yokluğunu telafi eden bir metnin varlığıdır. Metin, mevcudiyetiyle karşımızda durur ve bizi ilgilendirir. Yani, her şeyden önce, bir metne yönelme gerekçemiz ve onunla ilgilenme sebebimiz, hem bizim hem de metnin yer aldığı bir çevrede bulunmamızdır. Metin, bizden farklı bir varoluş kipine sahip olsa bile, bizim varoluş kipimiz onunkiyle çevrili durumdadır. O, çevremizdedir ve bizi de çevreler; bu nedenle ona kayıtsız kalmamız mümkün değildir. Benimle aynı varoluş kipine sahip olan bir başkası burada mevcut olmadığında, onun yerine, ben, mevcut olmayanla söyleşmek istediğimde bir “namevcudiyet” fark ederim. Bu durumda, söyleşmek istediğim başkasının yerine geçen, onun bir tür “temsilcisi” olan metinle iletişim kurarım. Metin, anlam yüklü varlığıyla bana, yazarın ya da başkasının burada olmadığını, ancak kendisinin bir mevcudiyet kapladığını ifade eder. Aynı zamanda, bu temsilci, ortadaki eksikliği benim okuma gerekçeme dahil ederek, bir temsili gerçekleştirmeyi amaçlar. Bu ilişki tarzında, yani “temsil”de, bize sürekli hatırlatılan şey şudur: “Burada bir ‘mevcut olmama’ hali vardır.”
Özetle, başkasını anlamaya çalışma, benliğin bir başkası olma durumu ve metnin temsil yeteneği, dönüp dolaşıp tek bir amaca hizmet eder: “Anlamayı” varoluşsal bir çerçeveye oturtmak. Anlama, varoluşsal bir zemine yerleştirilmiştir; çünkü “var olan bir şey olarak sanat (metin), var olan bir şeydir ve bu anlamda kendi başına olan bir şeydir. İnsan, kendisi de dahil olmak üzere, böyle var olanların oluşturduğu reel bir dünyanın içinde yaşar ve bu dünya tarafından çevrelenir. Onun görevi, bu kendi başına var olan varlığı incelemek ve araştırmaktır.”
Bizler, birer var olan olarak, çevremizdeki diğer var olanlar gibi olamayız. Ancak, kendi otantikliğimizle, çevremizdekilerle onları zedelemeden birlikte organik bir çevre kurabiliriz. Bunun yolu, başkasını da bu sürece dahil eden bir “çerçeve” belirlemekten geçer.
Şair Murathan Çarboğa’nın Hayata Manifesto
-I-
1919
…………….
Yunan harbinde yanan şehirlerimizi bir dağdan seyrettim
O çadır çadır insanları askerleri esirleri
Arkalarında bir gömlekle kaçan halkımızı
İlk topu ilk tayyareyi gördüm.
Anam kardeşim ve ben ayaktaydık
Kapanık dükkânlarıyla çarşılarımıza yağmur yağıyordu.
…………….
İhan BERK
(İstanbul Kitabı)
Şiirin başlangıcına yazılan alıntılar ve aforizmalar, şiirin nereden yola çıktığını işaret eder. Her şairin mutlaka bir ya da birkaç şiirinde bu tür selamlamalar bulunur. Şair, bunu neden yaptığını bir söyleşisinde açıklamıştır.
Şiirlerime sevdiğim şairlerden alıntılara başlarım. Duygu dünyamı oluşturan ustalara saygım gereğidir bu. Özellikle son dönem şiirlerimde Halk Şiiri ve Divan geleneğini kullanmaya çalışıyorum. İkinci Yeni’ye kendimi şiirsel iklim olarak (en azından şiirimden ziyade zihnimdeki iklim) pek yakın bulmam, fakat dışardan bakıldığında ortak noktalar görülüyor demek ki.
Şimdi, kendimizce şu soruyu sorabiliriz: Bu, çelişkili bir açıklama değil midir? Hayır, tam tersidir. İlhan Berk, İkinci Yeni akımının isim babalarından biri olmasına rağmen, İstanbul Kitabı destansı bir havaya sahip olup halk şiiri formunda yazılmıştır.
Şair Murathan Çarboğa’nın dizelerinde ise ses uyumu ve uyaklarla sağlanan geçişler dikkat çeker:
…tohumundan
…patlayan
…kıskacında
…kıyısında
Ses yinelemeleri, uyumu ve iç dünyasıyla dış dünyanın yankılanması ve yakınlaşmasını sağlar. Bu, şairin şiirlerinde sıkça görülür. İçimizdeki özgürce hareket etme içgüdüsü, koşmayı, bağımsızlığı ve acemilikten ustalığa sıçrayışı dizelerinde yansır ve şiirlerini bütünleştirir. Okudukça, karamsarlık ve iyimserliğin ipuçlarını da fark edersiniz. İyilik ve kötülük, bir arada yol alır, birbirinin yoldaşıdır.
B- Bu yapıt benim güzellik anlayışıma uyuyor mu? ( Estetik Eleştiri )
Estetik özerklik- aesthetic authonomy / Estetiğin temel kategorisi = imge
Avner Ziss, bir yazısında şöyle demiştir: “Sanatsal imge anlayışının temelinde Marksçı bilgi kuramı yatar.” Sanat, imgeler aracılığıyla gerçekliğin yeniden üretilmesi ve yansıtılmasıdır. Bu, Marksçı estetiğin temel savlarından biridir. Sanatın, imgelerle yürütülen bir düşünme yolu olarak tanımlanması, elbette sanatsal yaratımın tüm özgüllüğünü göstermez, ancak ana niteliğini ortaya koyar ve öz yapısının temellerine iner. İmgedeki özün aydınlığa kavuşturulması ve temel özelliklerinin çözümlenmesi, sanatın toplum yaşamındaki yeri ve rolü gibi önemli bir başka sorunun çözümüne de büyük ölçüde yardımcı olur.
Sanatsal imge anlayışının temelinde Marksçı bilgi kuramı bulunur. İmgenin ne olduğunu açıklarken yansıma kuramına dayanırız. Bu kurama göre, insan bilinci çevresel gerçekliğin bir imgesidir, yani nesnel dünyanın öznel bir tasarımıdır. Yansıma kuramı, insan bilgisinin dayandığı yasaları gün ışığına çıkardığı kadar, sanatta gerçeğin tasarımına ilişkin özgül nitelikleri de ortaya koyar.
Maddeci ve diyalektik bilgi kuramı, “imge” terimini geniş bir bilgi öğretisi anlamında kullanır. Yansıma kuramına göre, imge gerçekliğin bir kopyasına, bir tür tinsel klişeye benzetilebilir. Filozof için imge, öncelikle çevredeki dünyanın ansal (zihinsel) yansısıdır. Bilgi öğretisi (gnoseoloji), ruhsal yaşamın tüm dışa vuruşlarını (duyumları, algıları, tasarıları vb.) imge olarak niteler. Bu nedenle, gerçeğin yansısının özel bir biçimi olarak ortaya çıkan sanatsal imgeler için “nesnel dünyanın öznel tasarımı” biçiminde özetlenen genel felsefi formül haklı olarak uygulanabilir.
Ne var ki, bu tanım, sanatsal imge kuramı için bir kalkış noktası olmaktan öteye geçmez. İmge kavramının estetik içeriği, onun felsefi yönüyle de ilgilidir; tıpkı özgülün evrenselle ilişkili olması gibi. Daha kesin konuşmak gerekirse, sanatta imge, bilgi kuramına bağlı bir kavram olmaktan çok, estetik bir kategoridir. Gerçekte burada söz konusu olan, imgelere dayalı düşüncenin salt türevsel niteliği değildir; onu kavramsal düşünceden ayıran şey, sanatta gerçeğin yansısının özgün olmasıdır. Estetik, felsefenin tersine, sanatsal imgeyi bilincin diğer kategorilerine (kavram, yargı vb.) yaklaştıran şeyi aydınlatmakla kalmaz, aynı zamanda onlardan ayrıştıran şeyi de gösterir.
Şair Murathan Çarboğa’nın İsimli şiir kitabında kullandığı imgeler yalındır; görsel ve somut olanla soyut kavramları birleştirerek, duygularımızı nesnel bir şekilde görünür kılar.
açlığın yarası belleğimde açılan kuyu, süpürge tohumundan
karılmış bir avuç avuntu ve direniş, kurşundan önce patlayan
çığlık…gözleri soluyan çocuklarınkırıldığı ana kucakları
ve sömürülmüş bir kayanın çatlaması top ateşlerinin kıskacında.
Toprağa düşen gençlik, dolu dizgin çoğalan bir ırmağın kıyısında…
Ve devam eden dizeleri ve şiirleri bunu kanıtlar niteliktedir.
D- Bu yapıt benim toplumsal anlayışıma ne derece uyuyor? (Sosyolojik Eleştiri)
Komünist manifestoyu okuyanlar şu cümlelere yabancı olmayacaktır.
Kapitalizm insanlığa cehennemi yaşatıyor. Bir avuç kapitalistin saltanatı, gezegeni dolduran milyarlarca insanı, açlığın, yoksulluk ve yoksunluğun, işsizliğin, inanılmaz bir eşitsizlik ve adaletsizliğin, kanlı savaşların, zulüm ve işkencenin, dibi gelmez bir çürüme ve yabancılaşmanın pençesinde kıvrandırıyor. Kâr hırsına dayanan bu saltanat, tüm doğayı da acımasızca tahrip ediyor. Bu gidişi durdurmadığı takdirde insanoğlunu bekleyen akıbet, misli görülmemiş bir barbarlık olacaktır.
Şair Murathan Çarboğa’nın şiirinde yalnızlık duygusu baş tacıdır. Ancak, çekirdek aileye duyduğu bağlılık, onun asosyal olma nedenidir ve şiirinde var olma sebebidir. Yaşadığı çağın tanığı olmak, ona üzüntü ve keder getirmiştir. Çağının beklentilerinden uzak bir yaşantıya dönmesi, şiirlerindeki çığlıkla anlaşılabilir bir durumdur. Kendisi her ne kadar toplumla içli dışlı olsa da, bir öğretmen, baba, eş, arkadaş, dost ve çevresi olsa da, yalnızlığı içinde yaşamıştır.
E- Bu yapıt bana nasıl bir iletide bulunuyor? ( Felsefi Eleştiri )
Hayata Manifesto, 54 sayfadan oluşuyor. Üç bölüm başlığı altında toplanmış:
I-Yüzyıllık Yıkım (on şiir)
II-Yitirilmiş İsimler Sözlüğü (on şiir); her şiir bir edebiyatçı, düşünüre hitaben adanmış.
III-Hayata Tahammül Duaları (beş sone); Çocuk, Aşk, Şiir, Barış, Hayat’a adanmış.
Toplam 25 şiirden oluşan ve her bölüme geçişte bütünlüğü sağlayan şair ve düşünürlerin dizeleriyle selamlıyor.
Başka bir deyişle; Diyalektik Materyalizm, genel felsefi kategorileri ve kavramları (var oluş-öz, biçim-töz, gerçeklik-yanılsama, nesnellik-hakikat, nedensellik-olasılık, zorunluluk-özgürlük vb.) da kullanır ve onlarla çalışır.
I-Yüzyıllık Yıkım (on şiir): Şiire Kesmiş, Şiir Terk Etmez Kalbimi, Göğe Uçuşan Harfler, Ateşin Aşkı, Hoşça Kal Sesi, Vietnam Vietnam, Desparecidos, Göç Çığlıkları, Kalbim Irak, İçimdeki Ceset.
II-Yitirilmiş İsimler Sözlüğü (on şiir): Kanım Çığlığımdır (Beşir Fuad), Ölümü Denemek (Franz Kafka), Hoşça Kal Şiiri (Sergei Alexandrovich Yesenin), Hareket Vakti (Attila József), İmkânsız Heves (Cesare Pavese), Garip Bir Kuş (Orhan Veli Kanık), Vedânın Paslı Kapıları (Wolfgang Bordert), Bir Beladır Şiir (Attila İlhan), Ateşle Sınanmak (Behçet Aysan), Yalnızlığım (Hrant Dink).
III-Hayata Tahammül Duaları (Beş Sone: Zamanı Biliyordun (Çocuk), Yıkımın Şerrinden Arınmak (Aşk), Yas ve İsyan Duaları (Şiir), Şarkılarıyla Tüm Zamanların (Barış), Konuş Hayatı Şair (Hayat).
Şiirlerin oluşum sürecine de bir göndermedir. Doğum, büyüme ve ölüm. Yâda Giriş, Gelişme Sonuç. Var oluş-öze gelir isek; Şair Murathan Çarboğa’nın kendi yansıması Konuş Hayatı Şair (Hayat).
Özündeki “Hayata Manifesto” ise, yani öteki benin bilinçaltında ölümün ve yalnızlığın ötekileştirilmeden buhran günlüğü tutulup tutulmadığı sorusu akıllara gelebilir. İlk kitabı aşmak, öze dönüşü simgeler. Özünde özgürlük, acılar ve tahammül, bir yere kadar izleği taşımaktadır.
Diyalektik felsefede biçim-töz, özdek demektir. Özdek, bilinçten bağımsız olarak var olan her şeydir. Bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan her şey özdektir. Bu anlamda özdek, nesnel gerçek, objektif realite olarak tanımlanır.
İnsan, özdeği duyumlarıyla algılar. Bu dış gerçek olan özdeğin var olması için insan bilinci gerekli değildir; dış gerçek, insanın ve dolayısıyla bilincin yeryüzünde var olmasından önce de vardı. Özdeğin özü devim (hareket)tir. Devim, özdekte bir özgüç (otodinamizm) olarak belirir. Özdek, devimselliği ve değişkenliği gereği sayısız biçimi kapsar: taş, insan, yıldız, ısı, yerçekimi, elektromanyetik dalga, radyasyon, kozmik nebülöz…
Hayata Manifesto özdeğinde yatan değişimler, zaman, mevsimler, yıl dönümleri ve her şiir bölümündeki dönüşümler ileriye dönük göndermeler içerir. Bu, beklenti ve umudu yeşertirken acaba içinde diğer değerleri farklı bir gözle sergiler mi?
Hayata Manifesto, duyumsattığı öteki beni, yani ruh dünyasında içinde yaşadığıyla dışarıda görünenlerin gönül bağını, nasıl gönül gözüyle okuyucuya iletmesi gerektiğini ve doğum sancısını bekleten kitap dosyasını, ilgili kendi eleştiri dünyasını nasıl zenginleştirdiğini tanımlamasıyla başka bir boyut kazanır.
Hayata Manifesto yayımlanmamış olsaydı bugün belki başka bir metin üzerinde yorum yapıyor olacaktık.
Gerçeklik-yanılsama:
Murathan Çarboğa, yaşadıklarını ve duygularını dizelerle özetlerken, gerçekleri çarpıtmadan, estetik birikiminden süzerek taşır. Metaforları yerli yerinde aktarması ise başka bir inceliktir. İlk şiir kitabından sonra, yayınlanmasa da olur diyerek, günümüz yayıncılığının nitelikten çok niceliğe baktığını belirterek bu sayfayı kapamıştır. Şiir dosyasının sevabıyla günahıyla bırakmış, bir kenara çekilmiştir.
Nesnellik-hakikat:
Murathan Çarboğa, nesnelliği iç dünyasından seslenerek aktarır. Dışarıda olup içine düşen ateşin şiirini yazmaktadır. Olanca nesnelliğiyle III-Hayata Tahammül Duaları soneleri göz önüne alındığında, Çocuk, Aşk, Şiir, Barış, ve Hayat sevgisiyle dolu olan özlemini, asosyal kişiliğiyle bağlantılı yaşadığı üzüntü ve sevincini çarpıtmadan, soyut ve somut kavramları içselleştirerek var olan duruma itirazını bizlere sunar.
Nedensellik-olasılık:
Hayata Manifesto oluşturan nedenler tekrarlarsak 1- yaşadıkları; 2- Kitabın yayımlanmaması; 3- Şiirin dışında yeniden yazın türlerindeki arayışı; 4- Yüzyıllık Yıkım, Yitirilmiş İsimler Sözlüğü ve Hayata Tahammül Duaları trajediyi şair kimliğiyle iç dünyasındaki gel-git okura ulaştırma çabası.
Şiirlerinin İncelenmesinde Oluşumsal Yapısalcı Yöntemin İmkânları.
İdari, sosyal, ekonomik, dini, kültürel, yaşadığı coğrafyanın bütünlüğü.
İdari: Cumhuriyet Yönetimi ve Darbe Anayasası. Her ne kadar %90’ı Kanun Hükmünde Kararname ile değişmiş olsa da…
Sosyal: Orta gelir, dar gelirli ve yoksulluk.
Ekonomik: Tarım, hayvancılık ve deniz ticareti.
Dini: Hatay, dinler mozaiğinin ezan, çan ve hazzan ile birlikte yaşandığı bir kenttir. Antik kentleri, inanç merkezleri ve sayısız tarihi eserleriyle şehrin merkezi konumundaki Antakya, görkemli geçmişine sığdırdığı en önemli özelliği, yeni dinler mozaiği konumudur. Antakya, birçok dinden ve inançtan insanların huzur içinde yaşadığı cami, kilise ve havranın bir arada olduğu inanç turizminin merkezi olan bir kültür merkezidir.
Kültürel: Hatay, medeniyetlerin buluştuğu bir kenttir. Yüzyıllardır Arap, Kürt, Türk, Ermeni, Rum gibi halklar bir arada yaşamaktadır. Bu kültür zenginliği, beraberinde hoşgörüyü getirmiştir. Sınır ili olmanın kültür anlamındaki katkıları, en çok Hatay’da hissedilmektedir.
Yaşadığı Coğrafyanın Bütünlüğü: Hatay İli, ülkemizin güneyinde, İskenderun Körfezi’nin doğu kıyılarında yer alır. Batıdan Akdeniz, güney ve doğudan Suriye, kuzeybatıdan Adana, kuzeyden Osmaniye ve kuzeydoğudan Gaziantep ile çevrilidir. Hatay; Antakya, Altınözü, Arsuz, Belen, Defne, Dörtyol, Erzin, Hassa, İskenderun, Kırıkhan, Kumlu, Payas, Reyhanlı, Samandağ ve Yayladağı ilçelerinden oluşur. Yüzölçümü, göller hariç 5.524 km² olup, il topraklarının %46,1’ini dağlar, %33,5’ini ovalar ve %20,4’ünü platolar oluşturur.
Sonuç
Şairimiz Murathan Çarboğa’nın son şiir kitabı Hayata Manifesto, göremeden aramızdan ayrılışının yıldönümünde eserlerine ve eşsiz mirasına sahip çıkmak zorundayız. Hayata Manifesto şiirlerinin incelenmesinde, oluşumsal yapısalcı yöntemin imkânlarını kullanarak başka bir metinle buluşturmak isterim. Her ne kadar kolaycılığa kaçmadan, onun değerini ölümünden sonra anlayanlar ve anlamayanlar çıkacaktır. Yayıma hazır başka dosyalarının yayınlanarak, eşine ve çocuklarına olan vicdan borcumuzu ödemek ve onu ölümsüz kılan eserlerini edebiyat dünyasına duyurmak, benim bir borcumuzdur. Ailesi, yakınları, sevdikleri, dostları ve arkadaşları olarak sahiplenmek zorundayız. Bu yaşadığımız yüzyılın kirli oyunlarına bulaşmadan, Murathan Çarboğa’yı eserleriyle yaşatmalıyız.
Aleni Kitap’a ayrıca binlerce teşekkür ederim; hiçbir yayıncının göze alamadığı bu esere sahip çıkmaları örnek alınacaktır. Kitapta emeği geçenler kesin deli gömleği giymiş olmalı; her akıllı insanın yapacağı iş değil.