Derya AKAR BALCI
SABAHATTİN ALİ SIRÇA KÖŞK
“Ben de, bu zavallıları dinledikçe, hallerine baktıkça, uğrunda savaştığım hakikatlere daha çok inanıyor, ahmaklığın, geriliğin ve namussuzluğun bir gün nasıl olsa yenileceğine daha çok güveniyordum. Yalnız, zayıf olmamak ve dövüşmekten yılmamak lazım.”
(Kurtla Kuzu – Sabahattin Ali)
Türk edebiyatının büyük öykücüsü Sabahattin Ali’nin zamana karşı koyan “Sırça Köşk” öyküleri 1944 – 1947 yılları arasında gerçekçi bakış açısıyla kaleme aldığı öykülerden oluşmaktadır. Kendisinden sonraki yazarları ve edebi eğilimleri etkileyen yazar, daha çok öykü türünde eserler vermiş olsa da romanlarıyla ön plana çıkmıştır.
Toplumcu gerçekçi düzlemde öyküler kaleme alan Sabahattin Ali’nin öykülerinde; Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Mim Uykusuz ile çıkardıkları siyasi mizah gazetesi Marko Paşa’nın izleri görülmektedir. Ali, öykülerinde Anadolu halkının gerçeklerini gün yüzüne çıkarır; köylü, işçi, aydın, bürokrat, memur gibi toplumsal sınıflara mensup karakter/ kahramanlar aracılığıyla hem toplumsal hem de siyasi eleştirilerini dile getirir. Öykü kahramanları; ağalar elinde çaresiz kalan sömürülen köylüler, doktorların elinde muzdarip olan hastalar, cehaletlerinin mahkûmu olan insanlar, sömürülen kadınlar ve işçilerden oluşmaktadır. Kısacası Nazım Hikmet’in şiir kitabına ismini verdiği Memleketimden İnsan Manzaraları’dır adeta.
Eser, öyküler ve masallar olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde 13 öykü yer alırken ikinci bölümde “Masallar” başlığı altında dört güzel masal bulunmaktadır. Portakallar adlı öyküde işçi sınıfından İsmail Denizer’in kendisi okumadığı, okula gitmediği için oğlunu okutmak istemesi ve bu uğurda verdiği mücadele konu edilmektedir. Denize dökülen portakalların heba edilişi, kurulmuş olan kara düzenin insanların karakterlerinde ve kazançlarında nasıl bir etki yarattığı gözler önüne serilmektedir. Hikâyenin arka planında İsmail’in karısı okumuş olmasına rağmen eşine hürmette kusur etmeyen bir anneyi, bir eşi temsil ettiği görülmektedir. İsmail eşini ve kendisini mutlu etmek için iş dönüşleri karısına çok sevdiği dergiyi alır ve eve gelince eşinin sesli okumasını ister. Bilginin kıymetini önemseyen insanların da var olduğunu, her ne kadar beden gücüyle ekmek parasını kazansa da o insanların da okumaya ihtiyaç duyabileceğini anlatan bir öykü. Beyaz Bir Gemi adlı öyküde ressamların yaşamlarını sürdürebilmek için Boğaz’da demirlemiş gemilerin resmini yaparak gemi sahiplerine satmaları konu ediliyor. İnsanı yaşatan hayalleridir; “Ne güzel şeysin sen hayal!” dedirten bir öykü. Hele bir de o hayalden ekmek paranızı kazanabiliyorsanız değmeyin keyfinize. Fakat insan içindeki hayale kendini kaptırıp hayali hırsa dönüştürmemeli ve hırsının kurbanı olmamalıdır. Ressam Tevfik Aravurgun’un yaptığı resim karşılığı aldığı para herkesin hayali olup çıkıveriyor. Her yat resmi para kazandırmıyor maalesef, sonunda kendini gülünç duruma düşürmek de var. 1945 yılında kaleme alınan Katil Osman adlı öyküde toplum kurallarının, toplum baskısının insanın yaşamını nasıl etkilediğini görüyoruz. Öykü kahramanımız Osman, adam öldürmemiş olmasına rağmen katil olarak nitelendirilmiş, hani insanın adı çıkacağına canı çıksın dedirten nitelikte bir olay konu ediliyor. Osman karıncayı bile incitmezken yanlışlıkla yaraladığı kişinin ölmesi sonucu katil oluyor. İnsanın yapmadığı, yapamayacağı şeyleri gerçekmiş gibi çevresine göstermesi, zamanla o söylemlerine dönüşmesine neden oluyor. Böbrek adlı öyküde ise yol bilmez iz bilmez sade bir Anadolu köylüsü Avni Akbulut’un şehirde böbrek taşına derman ararken yaşadığı dolandırılma öyküsü anlatılmaktadır. Fırsatçılık, cahil okumuş ayırmaksızın gücü kim elinde tutuyorsa onun oluveriyor. Çilli, Nigar’ın pavyona nasıl düştüğünü anlatan trajik durumunu konu ediniyor. Kendisinin yaptığı hataları çocuğunun yapmaması için elinden geleni yapma isteği ile yanıp tutuşan bir annenin öyküsü. Dekolman adlı öyküde yazarın yabancı dil bilmesinin izlerini görüyoruz. Geçimini çevirmenlik ile kazanmaya çalışan gencin, doktorların makalelerini çevirirken yaşamış olduğu güzel bir anekdot tadında. Doktorların makale çevirisi yarışı ile bilgilerini geliştirip kıyaslarken Yahudi asıllı doktorun yaşantısına ve geçmişteki sıkıntıları gözler önüne seriliyor. Cankurtaran, fırsatları, çaresiz insanların derman ararken düşmüş oldukları durumlardan kendine çıkar sağlayan devlet memurlarının, doktorların İbrahim’i kandırması ve sonunda Asiye’nin canından olması konu ediliyor. Çirkince, cahillikle fakirlik bir olmuş, Sultan Süleyman’ın mülkü dağılmış dedirten bir niteliğe sahip öykü. Çirkince’nin Şirince olma yolculuğuna güzel anıların yok oluşunun hüznünde çıkıyor okuyucu.
“Masallar” bölümündeki ironik anlatılar; fabl tadında, bir varmış bir yokmuş zamanında geçmişten günümüze, hatta geleceğe göndermelerle, tarizlerle kurgulanmış olaylar, kuyumcu titizliğiyle örülmüştür.
Esere adını veren “Sırça Köşk” adlı masal, üç kafadar arkadaşın uzun bir yolculuktan sonra gidecek yer bulma arayışı ile başlar. Bir gün yüksekçe bir tepeye oturup ovaya yayılan büyük şehre bakarlar ve içlerinden birinin aklına bir fikir gelir. Hemen yola koyulurlar. Bu şehre gidip insanları kandırarak bir sırça köşk yapmak ve bolluk içinde yaşamayı amaçlarlar. Şehrin insanları çalışkan, yardımsever, kavgasız dövüşsüz, uşaksız, efendisiz yaşam süren insanlardır. Üç kafadar arkadaş şehre geldiklerinde, pazarda eşyalarını ve yiyeceklerini takas usulü alışveriş yapan halkın arasında dolaşarak “Allah Allah… Amma da acayip memleket ha!..” diye söylenmeye başlarlar ve insanlar arasında merak duygusunu uyandırırlar. Halkın içinden biri dayanamayıp üç arkadaşa neden böyle söylediklerini sorar ve olaylar bunun üzerine gelişir. Mesele bu şehrin sırça köşkünün olmamasıdır.
“Sırça köşkü olmayan şehir, sırça köşke bağlanmayan memleket olur mu?”
Merak duygusu ile başlayan halkın çözülmesi başka şehirlerden üstün olma duygusu ile devam eder. Halk, “Bizim başka şehirlerden ne diye noksanımız olsun? Ne lazımsa verelim, kimselerin memleketinden aşağı kalmak istemeyiz.” diyerek üç kafadar arkadaşın tuzağına düşer. Üç ahbap sırça köşkün mimarlığını üstlenir ve inşaya başlarlar. Camlar eritilip sırça duvarlar yükseldiğinde birinci kat tamamlanmış olur ve üç arkadaş köşke yerleşir. Halk bütün varını yoğunu sırça köşkün yapımı için verir. Birinci, kat ikinci kat çıkılır. Halk arasından köşke hizmet için insanlar alınır. Canından bezen halk, rahat yaşam sürebilmek için köşke girmenin yollarını arar. Halk, kendilerine sunulan bütün mazeretlere inanır ve mallarından vermeye devam eder. Bir gün halkın verecek bir şeyi kalmaz. Halkın korkacak bir şeyleri olmadığını anlayan üç kafadar arkadaşın ele başısı halka seslenir. Halktan aldıkları koyunların kellelerini, halka verirler. Kaleyi alanlar dağılmak üzereyken içlerinden biri elindeki başa bakarak bağırır. Koyun kellelerinin beyinleri, dilleri, gözleri yoktur. Böyle başın halka lüzumu yoktur diyerek kelleyi fırlatır. Sırça köşke çarpan kelle duvarda koskocaman bir gedik açar. Sonunda halk, yıkılmaz, kırılmaz olarak bildiği köşkün hiçbir şeyi olmayan kelleler tarafından yıkılabileceğini anlar. Sırça köşkten kalanları da temizleyip, eski güzel günlerine geri dönerler.
Sırça Köşk öyküsü, masalı anımsatan anlatım tarzı ile yazıldığı dönemin de ötesine hitap eden evrensel iletilere sahiptir. Üzerinde düşünülmesi gereken, eğretilemelerle oluşturulmuş bir metindir. Yazarın vermek istediği ileti; hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Anlamak için düşünmeye, düşünmek için beyne, görmek için göze, konuşmak ve sosyal haklarını savunmak için dile ihtiyaç vardır. Elleri işe yatkın olmayan, dolayısıyla alın teri ile kazanıp gönül rahatlığıyla yemeyi gözlerine kestiremeyen üç kafadar arkadaşın, çalışkan ve birbirini seven, birbiri ile yardımlaşma içinde yaşayıp giden bir şehre gitmelerini ve o şehirdeki insanların iyi niyetlerinden yaralanıp kendilerine çıkar sağlamalarını ve bolluk içinde yaşamak isterken yaşadıkları olayları konu edinir.
Öykü kahramanları; çalışmadan rahat bir yaşam sürmek isteyen, boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven, gittikleri yerlerin birinde yüz bulsalar beşinden kovulan üç arkadaş ve büyük şehrin çalışkan ve yardımsever insanlarıdır. Her dönemde, her zaman ve mekânda var olan tiplerdir. Üç kafadar arkadaş, karakter değil tiptir. Akılsızlığı temsil ederler. Halkın sırtından geçinen asalak ve uyanık geçinen tiplerdir. Bu üç kafadarın söylemleri ve yaptıkları, düzeni ve prensipleri olan halkı peşlerinden sürükler. Halkın üzerinde oluşturmuş oldukları algı, işleyen mekanizmayı bozar. Öykünün eylemi budur.
Öyküde yer ve zaman belirsizdir. Bu belirsizlik öykünün masalsı yanını ortaya koymaktadır. Her masalın sonunda olduğu gibi iyiler kazanır. Halk iyidir, masumdur, kandırılmaya müsaittir. Kolaylıkla üç kafadar arkadaşın çıkarları için çalışmaya başlarlar. Kendi akıllarını kullanamazlar. Adeta akıl tutulması yaşarlar. Sırça köşkün saydamlığından dolayı içeride olan biteni bir türlü görüp anlayamazlar. Anlamaları için köşkün yıkılabileceğini somut olarak görmeleri gerekir.
Her masalın sonunda bir nasihate yer verilir. Bu masalın nasihati, bu öykünün okura vermek istediği ileti eğretilemelerinde saklıdır. Eğretilemelerin öne çıkanları; sırça köşk ve koyun kelleleridir.
Öykünün final cümlesi; “Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış. İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış:
-Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.”
Kaynak: Sabahattin Ali, Sırça Köşk, YKY Yayınları, 34. Baskı.