Burçin LAÇİN ALTAY
Sabahattin Ali, Cumhuriyetimizin kuruluşuna tanıklık eden, o zamanın korkusuz aydınlarının başında gelen, zamanının doğrularını bulan ve yol gösteren, dilinin inceliği, ruhunun cesurluğuyla edebiyatı en güzel haliyle yaşatmış, toplumcu gerçekçi bir yazarımızdır. Her kesimden insanın, en azından bestelenen bir şiiriyle tanışmamış olması imkânsızdır ve mutlaka sözcükleri yüreklerde az ya da çok bir yer sahibi olmuştur. Sabahattin Ali’nin eserleri, roman, öykü, mektup, şiir gibi birçok türde ülkemizde kazanılmış bir zenginliktir. Yaşamını da eserlerinde hissetmemek mümkün değildir. Sabahattin Ali, genellikle kendinden izleri yazılarının içine serpiştirmiştir. Bu yüzden de yazılarını okuduğumuzda onu tanımış hatta anlamış oluruz. Haksız konuma düşürülen halkın daima yanında olduğu için yazıları daha çok toplumsal gerçekçilikle yüz yüze getirir okuyucuyu ve bu gaye ile çok zor bir yaşamı olsa da dimdik duruşundan taviz vermez. Tam anlamıyla düşüncelerinin özgürlüğünü sonuna kadar savunan örnek bir insan, adalet ve eşitlik arayışını yazılarıyla duyuran imrenilen bir yazardır.
“Ses” öyküleri de halktan, insandan, gerçekten ayrı değil içre yapıdadır. Çaresizlik, çıkışsızlıktır genel olarak hissettirdiği ve öykülerin ortak özelliği de bu çaresizlik içinde mutsuzluğun hüznünü yaşatmasıdır. Konya ili de genel olarak öykülerin geçtiği ya da yolunun kesiştiği bir yerdir. Türk Edebiyatı Klasikleri, 41. kitap olarak 1937 yılında çıkan “Ses” Sabahattin Ali’nin üçüncü öykü kitabıdır ve beş öyküden oluşur. Çok farklı kurgularla karşımıza çıksa da hissettirdiği çaresiz hüzünle sanki sesteş bir özellikte olan bu öykülerin geçmiş sandığımız ancak hep var olan o sesini duymaya çalışalım.
SES
“Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı buradan uzağa
Yârin çıplak ayağına sür beni…”
Türküsü çalınır uzaklarda bir yol kenarında ve bu ses öykünün sesi olur. Sabahattin Ali’nin kaleminden çıkan yıllar sonra da dilden dile dolaşacak olan “Leylim ley” şiiridir bu türkü ve Sivaslı Ali’dir bu türküyü cayır cayır yakan. Öykünün içinde söylenir durur ki söyleyen yanık sesin Konya Ovası’nı dolduran tınısı, kırsalın o mahcup duygusunu hissettirir. Bir rastlantıdır bu, yolda kalan kamyonun tamirini beklerken ileride birkaç ameleden birinin sazıyla evreni susturmasına tanık olur, herkesi kendine hayran bırakan bu harikulade sesle adeta sarhoş olurlar. Ben diliyle anlatılan öykü, “Ben ve arkadaşım” diyerek ikisinin bir yaşantıya, Ali’nin yaşantısına dokunmasıyla; umudu, hayal kırıklığını, sevinci ve hüsranı bir arada hissettirdiği ancak çaresizlikten vazgeçmeyen yaşamın yanık sesini duyurur türküyle birlikle… “Ayın şavkı vurur sazım üstüne” derken tam da ay ışığının yansımasıyla bu büyülü an yaşanırken, “Sekiz yıldır uğramadım yurduma” dizesiyle başlayan bölüm türkünün sonunu da getiriyor. Bizim bildiğimiz türkü de yedi yıldır söylemi burada ilk başta sekiz olarak yansımış öykü ki, bu bilinçli değişim Sivaslı Ali’nin memleketine sekiz yıldır gitmediğini anlatır gibidir.
İki bölümden oluşan öykünün ilk bölümü tanışma, sesi duyma, ikinci bölümü yine aynı sesi bulma üzerinedir. Operet sanatçısı olması için, anlatıcının arkadaşının uğraşısı, sesini arayan ve kırsaldan başka yerde bulamayan Ali;“Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!” sözüyle o taşralı halinin en bilge cümlesini ediyor. Şahitlikten fazlasını yapmaya çalışan ancak gözlemden başka bir şey yapamayan anlatıcı karakterinin şu sözleri öykünün en derin halini özetler niteliktedir; “Genç adamın bütün yeisi, bütün inkisarı, bütün kırılan ümitleri bu ufak ayak hareketlerinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafına hâkim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri dışarı vurmayan, gözleri sonsuz bir derinlik ve sükûnet içinde yumuşak bir ışıkla parlayan bu adam, farkında olmadan kendini sağ ayağının bu minimini ve sinirli kımıldamasıyla boşaltıyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir ağlayış bana bu kadar acı, bu kadar manalı görünmemişti.” öykünün bu kasvetli havasıyla kurulan, sonunda hevessiz bir yaşamın başlangıcı olur.
Her sözcüğün, her cümlenin derin anlamıyla fazlasız bir öyküdür ve kısacık bu öykü yaşamın uzun yolculuğunu anlatır. Yolda olmak da bir metafor olarak gözükse de istenilen yere varılamaması da ince bir çizgiyi sezdirir. Konya’da tesadüf eden rastlaşmanın iyi niyetle bir sonuca vardırılmak istenmesi olsa da umudun, insan yaşamına etkisini sunarken okuyucunun içindeki umudu da canlandırır. Şansın ve talihin de etkilediği yaşamı, hayal kırıklığının büyük vazgeçişlere neden olduğunu gösteriyor ki çaresizlik burada apaçık gözlenir. Aslında bir çıkışsızlık, nafile hevesler ve hapsolunan coğrafyanın yoksulluğundan bir adım öteye gidememe, çabaladıkça daha da geriye gitme hali büsbütün bir umutsuzluk duygusu serper ve bunun en büyük sebebi de insanın köhne özelliklerinden; bencillik, empatiden yoksunluk ve kötülük için ince bir eleştirisi olarak düşünebiliriz.
Yeis: Üzüntü, keder.
İnkisar: Gücenme.
KÖPEK
“Çok sıcak bir yaz günüydü.” cümlesiyle başlayan öyküde, her şeyi ince ayrıntısına kadar açıklayıp tanıtırken anlatımın muhteşem nüansları, oldukça nahif ve huzurlu bir zamanı sunar. İlk başta havanın sıcak ve durgunluğu, rüzgâr bekleyişi ancak esmemesi, yaşamdan beklenen umudun çürüyeceğinin sinyallerini veriyor. Sonra sırayla bahsediyor öykü karakterlerinin özelliklerinden; bozkırın kuru otlarına bıkkınlıkla uzanan keçilerin olağanlığından, keçileri koruyan iki çoban köpeğinin yorgunluğundan ve Ankara – Konya yolundaki tekerlek izlerini gözleriyle takip eden çobanın dalgınlığından… Hepsi aynı kürenin içine hapsolan, kırsalın kuru havasında nefesini tutarakyoksulluğu yenmeye çalışan sıkışmışlık ve çaresizlik içinde öylece bekleyen karakterler… Karın tokluğuna çalışan çoban, şehre gidip çalışanların da haini gördüğü için yerinden kımıldamaya cesaret etmeden ağasının ona bir gün parasını vermesinin hayallerini kurar sakince. Yavaş yavaş bu sakinlik, suskun ve sıkıntılı bir hal alırken olay örgüsü de engebeli yoluyla adeta takılıp düşürür okuyucuyu. Çoban ve köpek arasındaki bağın nasıl derinden olduğunu şu paragraftan daha güçlü anlatılmazdı: “Çoban ve köpeği hiç ses çıkarmadan birbirlerinin gözüne bakıyorlardı. Ta içlerine, en derin yerlerine kadar anlaştıkları ve birbirlerine en iptidai, en köklü bir sevgi ile bağlı oldukları görülüyordu. Çobanın ileri fırlak beyaz dişlerinin arasından çıkan müsterih bir nefes, hayvanın yüzüne yayılıyor ve onun pembe dili bu nefesi emiyormuş gibi titriyordu.”Karşılıksız sevmenin en nahif hali, hayvan sevgisinin katıksız içtenliğiyle, insani ders verir nitelikte olan bu cümle kalbe dokunur ve duyguları dalgalandırır niteliktedir. Bunca sevdiği bir şeyi kaybetmenin insanı ne denli derinden yaraladığını yüceltmek amacıyla yazıldığını düşündüğüm bu paragraf çatışmayı en üst seviyeye taşır ve bir o kadar da okuyucuyu yaralar.
Ankara yolundan gelen bir otomobilde köylü olmayan şehirli bir grup mevkii sahibi ailenin çobanla konuşmak istemesi üzerine kurulur öykü. Şehirden gelen insanlar, aynı ülkede değilmiş, aynı dili konuşmuyormuş gibi çobanla anlaşamazlar. Bunun sonucunda yazar, öfkenin anlık olarak insanı dönüştürdüğü canavarın ne kadar tehlikeli olduğunu gösterir. Bu aynı şekilde eline güç ve mevki verilen bir insanın nasıl olursa olsun iyilik ve kötülük için de ayırt etmeksizin bunu kullanacağını bildirir. Aslında insanın kötülüğünün sınırsızlığını, empati yoksunluğunu ve güçsüz, parasız yoksul ve köylü insanın hep ezildiği hep üzüldüğü hep zaten kuramadığı hayatını, tek elinde olan topyekûn darmadağın edilerek bozulmasını tanıtır. Yine bir kaybetme söz konusudur. Doğuştan kaybetmiş olan öykü kahramanlarının kaybedişlerini kurgusal açıdan sağlam bir ölçekte daha somut hale gelmesini gösterir.
SICAK SU
Öykünün ismini okuduktan sonra öyküye dair nasıl bir ipucu verdiğini düşündürüyor ancak sonunda öyle bir yerden yakalıyor ki bu “Sıcak Su” okuyucuyu adeta yakıyor. “İki candarma alacakaranlıkta yürüyerek” gezerken öyküde köyün sonundaki bir evde bir kaçağı yakalamaya çalışması üzerinden yine haksızlıkların ve çaresizliklerin başkenti olan kırsalda köylünün zavallılığını, kimsesizliğini, ezilmişliğini gözler önüne serer. Tabii ki öykü diyaloglarla göstermek, resmetmek üzerinden yapar bunu Sabahattin Ali. “Köyün sokaklarında kimse yoktu.” diye başlayan paragrafta bu yalnızlık ve sakinlik ilkin korkutsa da “Rüzgâr söğüt ağaçlarının dallarında hafif mırıltılarla dolaşıyordu. Köyün batı tarafındaki sırtları kaplayan orman, oraya çökmüş bir bulut yığını gibi kımıldıyordu.”cümlesi dünyanın hala döndüğünü ancak bir güzelliğinin kalmadığını yansıtmak ister gibidir.
Emine ve İsmail’in öyküsü bu; evli olan bu iki insanı ayıran bir olay meydana gelir. İsmail ağanın çocuğunu vurur ve kaçar. İsmail’in kaçaklığında jandarma durmadan evini arar ancak bulamaz. Bir gün İsmail’in evine, Emine’ye geri döndüğü ihbarıyla eve gelen jandarma yine İsmail’i bulamaz, Emine yalnızdır. Evde İsmail’den iz ararken bulduğu “Sıcak Su” ile her şeyi açığa çıkarmasını anlatır. Bu esnada evi, azlığı, yokluğu, yoksulluğu da betimlemelerle aktarır ki bu sayede çaresizliğin boyutunu gösterir. “Bak gençliğin var. Kendine yazık etme…” öğüdüyle Emine’den İsmail’in yerini öğrenmek isteyen jandarmanın yine elindeki gücü kötüye kullandığı ve insanın en rezil, en kötü haline dönüşmesini anlatırken diğer taraftan insanın gurur ve onurunun varlığını hatırlatarak bağlılığın gücüyle sessizliği, sükûneti anlamlı kılar. Neden Sıcak Su, sorusunun cevabı aşkta, kavuşmakta gizlidir. İsmail’in yakalanmasa da hayatının bittiğini, Emine’nin de sevdiğiuğruna kendinden vazgeçtiğini okuyucunun boğazına takılan koskoca bir düğümle anlamasını sağlar. Hiçbir zaman kazanamayacakları belli olan öykü kahramanları birbirlerinden habersizce kaybetmenin en kötü halini çaresizce yaşarlar.
MEHTAPLI BİR GECE
Öykünün ismi çok başka bir huzur verse de anlatılan hikâyenin dramatize boyutu ilk başında sezdirir kendini. Anlattığı karaktere, gördüğü ve beğendiği manzaraya karşı; “Buracıkta ölebilirim!” diye düşündürür yazar ilkin ve karakterin yoksul yaşamından, hastalıklarından, kabullenişinden bahsederken ölümün sinsi sinsi yaklaştığını öykü boyunca hissettirir.
“Üç günden beri tamamen açtı ve belki üç aydır doyuncaya kadar yemek yememişti.”cümlesinden sonra adeta sahipsiz ve kimsesizliğin kemikleri sızlar. Yine bir taşra, kırsal hikâyesini de geçmişinde barındıran öyküde karakter çalışıp para kazanmak için geldiği şehirde iş ve hastalığı; “Bir küçük fabrikada motörcü yamaklığı yapıyordu, hastalığı oradayken başladı.Dahadoğrusu küçükten beri zaman zaman kendisini yoklayannefes darlığı, bu fabrikanın havasız, küçük motor dairesindeboğucu bir illet haline geldi.” şeklinde tarif edilir.Sonunda yataklara düşecek kadar hastalanınca işinden de olur ama ne eksik ailesi,akrabaları ne de başka bir kişi ya da kurum, hiç kimse sahip çıkmaz. Bütün bu olanlardan sonra bu durumun ve yaşamının en güzel tanımını “Hayatında yalnızlıktan başka bir şey görmediği için, müthiş yalnızlığının farkında bile değildi.” cümlesiyle yapar. Sokaklarda insanların gözü önünde rezil bir halde ölmemek için tenha bir yer ararken harikulade bir deniz kıyısı ve mehtaplı bir gece onu karşılar.“Ölüm ona hiçbir zaman fevkalade bir şey gibi görünmemişti.” Yine düşündüren cümlelerin başındadır ve oracıkta uzanıp ölmeyi beklerken bir kadın gelir yanına… Ay ışığının aydınlattığı kadının yüzünü; “Bu esmer ve yağlı çehrede çiçek belki en korkunç tahribatını yapmıştı. Derin çukurlar yer yer birleşmişler ve geniş sahaları kaplamışlardı.” diyerek öyle güzel betimler ki çirkinliğin ya da adaletin sorgusu zihinlerde yankılanır. Dış görünüşün de anlamsızlığını, kadının adamı doyurup kurtarmaya çalışmasından, kederinden yola çıkarak kalplerin hassaslığının belirtilmesi adına önemli bir çatışma oluşturur. Çaresizliğin elinde kıvranan bir öykü daha sunar burada Sabahattin Ali, ancak güçsüzlük ve yoksulluğun yaşadığımız coğrafyada halkın kaderi olduğunu bir kez daha gözler önüne serer.
KÖSTENCE GÜZELLİK KRALİÇESİ
Bu öykü kitaptaki diğer öykülere göre biraz daha farklı olarak kırsaldan,şehirden hatta ülkeden çıkıp Berlin’e kadar uzanan bir hikâyeyi anlatır. “Dört seneden beri görmediğim Berlin’e yeni gelmiştim.” cümlesiyle başlayan öykü, ben diliyle anlatılır bu kez. Ancak ben diliyle kendi hislerini, gözlemlerini anlatan karakter bambaşka bir yaşamın talihsizliğiyle tesadüf ederek bunu anlatır. Burada diğer bütün öykülerdeki çaresizliklerden başka aşkın, sevdanın ve gururun iç içe geçtiği bir çaresizlik vardır. Karakter Berlin’de sokaklarda gezerken güzel bir müzik sesinin geldiği mekâna girer ve yanına gelip oturan bir adamın hikâyesini adamdan dinler. Öykünün anlatıcısı baştaki karakterden yanında oturan adama geçince karakter değiştirilerek yine ben diliyle anlatılma devam eder. Adam sekiz sene evvel Bükreş’te okurken yine tesadüf eseri tanıştığı Köstence Güzellik Kraliçesi, Maria ile olan tutku dolu aşkını anlatmaya başlar ve sonuncundaki hezeyanını da ağrılı acılı gözyaşları içinde yavaş yavaş açıklar. Okul bitip memleketine dönerken Maria ona hislerini ve korkusunu çizen şu cümleleri söyler;“’Sakın beni bırakma… Ben sonra çok fena olurum Gravila!’ dedi.Ben bu ihtarın dehşetini hiç düşünmedim.”Yine de karakter büyük bir umursamazlık içinde git gide Maria dan uzaklaşır ve mektuplar azaldıkça kendini teselli etme yöntemi olarak şu cümlelerle haksızlığını savunur; “Ona evlenmeyi vaat etmiştim, fakat bunu ailemeaçmama ihtimal yoktu. Bir mağazada satıcı olan ve sonra güzellik kraliçeliği gibi, burjuva muhitlerinin aforozuna kâfi bir sıfatı üzerinde taşıyan bir kızın lafını evde ağzıma almak bile tehlikeli olurdu.” Uzun bir süre geri dönmez ancak dayanamaz ve bir gün merakedip Bükreş’e dönünce onu arar ilkin bulamaz ama sonra“Bir müzikhole gitmiştik. Onu orada, birkaç sarhoş talebenin masasında gördüm. Göğsü bağrı açık ve fitil gibi sarhoştu.”cümleleriyle pişmanlığın çirkin adımları üstüne yürür. Sonuçta Maria’nın onu beklerken geçirdiği kötü zamanları ve düştüğü durumları öğrenir ve kadının gururlu ve onurlu cümlesi bütün öyküye yön verir; “Ben bütün geçen günleri unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum!” der. Ne kadar uğraşsa da bu adam, kadın onu affetmez ve adam yine de yanında kalmaya devam eder. Kadının bunca yıkılan umutlarından sonra bu tavrını adam şu harika betimleme anlatır; “Sanki etten, kemikten ve sinirden yapılmış bir mahlûk değildi. Sanki bir mermer, bir kaya yahut bir ölüydü. Ne ağlamalarım ne kendimi mahvedercesine geçmişi tamire çalışışım fayda vermedi.” Öykü, bu hazin hikâyeyi dinleyen ana karaktere döndüğünde; ana karakter şehrin karmaşık sokaklarına kendini atıp olan biteni sindirmek istercesine yürümeye başlar ve son cümlesinde “Fakat bir insan kalbi bu şehirdendaha karmakarışık, daha uçsuz bucaksız değil miydi?” sorusuyla yaşamın sırrını kendince çözer. İnsanın gözünün zaman zaman kör olması, kıymet bilmemesinin nasıl büyük kayıplara neden olacağını yansıtır. Elinde, kalbinde tuttuğu muhteşem sevginin elinden kayıp gittiğinin farkına varamayan ve farkına vardığında affetmenin yaşamak kadar zor olduğu bir durumu yaşayan karakterin pişmanlık duygusuyla savrulduğunu gözler önüne serer. Bu öykü 1937 yılında çıkan kitaptadır ve muhtemeldir ki Sabahattin Ali, bu öyküye ve bu karakterlere doyamamıştır ki 1943 yılında basılan Kürk Mantolu Madonna kitabında Maria karakteri yine Berlin’de yine tutkulu bir aşkla, bir imkânsızlıkla var olur.
Sabahattin Ali, Ses, Türkiye İş Bankası Yayınları, (1. Basım Yeni Kitapçı, 1937), 1. Basım, Nisan 2020, İstanbul.