Selda AKTAŞ
1950’li yıllar Türkiye’de siyasal ve toplumsal değişimin yoğun olarak yaşandığı, buna koşut olarak edebiyatta da geçmişle hesaplaşmanın, Batı etkisinin desteği ile yenilenme çabalarının ve yeni kümelenmelerin görüldüğü yıllardır. 1950’lerin başlarında Türk edebiyatında öykü alanına Sait Faik, Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’nin öykü anlayışları egemendir.*
Sabahattin Ali’nin 1930’lu yılların sonlarına doğru kaleme aldığı on üç öyküsünden oluşan kitabı Yeni Dünya, Anadolu’yu ve insanının yaşadığı fakirliği, çaresizliği, çözümsüzlüğü konu alır. Anlattığı her öyküde bunları görür ve derinden hissederiz. Görmeden gelinen hayatları gün yüzüne çıkarır Sabahattin Ali.
Taşra kasabasındaki erkek figürler, zorluklar içinde yine de direnmeye çalışan güçlü kadınlar. Kendini toplumdan soyutlayıp halkına yabancılaşmış sözde aydınlar. Küçücük bedeni ve yüreğiyle kardeşlerine bakmak zorunda olan çaresiz çocuklar.
Sabahattin Ali toplumuna karşı hiçbir zaman gözlerini kapatmamıştır. Gördüklerini, bildiklerini herkesin bilmesini ister. Okurunu bu toplum manzaralarının içine çekmekten çekinmez. Toplumsal gerçekler, yoksul hayatlar öykülerinde merkeze alınır. Yeni Dünya’daki tüm öyküler tam da hayatın kendisidir. Hayal kırıklıkları, özlemleri, yetersizlikleri, iyi ve kötü yanlarıyla hayatın içinde olanların hikâyesidir anlatılanlar.
Kitabın ilk öyküsü “Asfalt Yolla”dır. Öyküde kamyonla iki saat yol alıp, gideceği köye ayrılan yolun başında bırakılan öğretmenin köye varışı ve ilk izlenimleri anlatılır. Kahramanımız, kendisinin de köylü olduğu için yabancılık çekmeyeceği düşüncesiyle yol almaktadır. İlk görevinde başarılı olamayacağına şüphesi yoktur. Artık akşam olmaya başlamıştır. Köye yaklaştıkça ortalık iyice kızıllaşır. Kırmızı Bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarında yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.
Gitgide daha belirginleşen gübre ve tezek kokusu onu iyice köye yaklaştırır. Köy yaşayan, çalışan bir mahlûktur ve bu koku onun ter kokusudur.
Çocukları bir araya toplamak, dersleri yoluna koymak zor olmadı. Şimdilik şikâyeti yoktu. Yalnız yol meselesi kafasına takılıyordu, bunu kendine iş edindi. Başka yolu yok, herkes işini bu yolun üzerinde görmektedir. Yolun yapımı için elinden geleni yapıyor ve yetkili yerlere iletiyordu. Bu Maarif müdürünün tepkisini çekmiş ona fazlasıyla kızmıştı. İş olsun diye kızanlar bile vardı.
Beklenmedik şekilde yol yapılır, öğretmenin kıymeti daha da artar. Yalnız zaman geçtikçe yolun işlevini yerine getirmediği görülür. Geçen kağnı arabaları, kamyonlar, traktörler yolu tahrip etmekle, derin göçükler oluşmaktadır. Daha parası ödenmeyen yol eski haline dönmüştür.
Köyde hiç kimse artık öğretmenle konuşmamaktadır. Artık bir düşman gözüyle bakılır. Muhtar gelip bu yol meselesinin onu gözden düşürdüğünü söyler. Köylü bütün yaşananları öğretmenden bilir ve artık ona yol görünmemektedir. Köy öğretmeninin adaletsiz bir şekilde köyden çekip gitmesinin hikâyesidir bu. Yine ceza hak eden kişileri bulmamıştır.
“Hanende Melek” kitabın ikinci öyküsüdür. Öykü sazlı bir kahvede geçer. Hayatını şarkı söyleyerek kazanan Melek’in sevmediği, görmeye bile tahammül edemediği bir hayranı vardır. Evini, çocuklarını düşünmeden bu kahveyi yol eden, varını yoğunu içkiye harcayan Hüseyin Avni kafayı Melek’e takmıştır. Onun kendisine yüz vermemesinden yakınır.
Melek içinden: “Aman ya Rabbi, bu heriften kurtulamayacak mıyım” dedi. Ömründe bu derece iğrenç bir adama rast gelmemişti. Melek’e tiksinti veren adamın yapışkan hareketleri ve kirli bir paçavra gibi bakışlarıydı. Bir gece kahvenin kapısı aralanır içeri küçük bir kız başı uzanır. Gözlerindeki şaşkın ifade ile etrafa süzüp Hamdi’yi çağırır. Babasına iletmesi için bir şeyler söyler. Hüseyin Avni iletilen sözlere yerinden fırlayarak tepki gösterir. Defolup gitsinler beni rahat bıraksınlar diye kapıya bağırır. Çocuk korkuyla geldiği gibi geri çıkar. Hüseyin Avni herkes dağılıp kahveden çıkarken kadının koluna yapışır, hızla adamı kolundan silkeler ve adam düşerek başını çarpar. Melek, kahveden çıktığında yerde yatan adamı ve başında ağlayan kızını görür ve dayanamaz. Garsonla birlikte adamı kaldırıp sürükleyerek evine götürürler. Kapıda bekleyen zayıf ve sıska kadına, çantasını açıp Hüseyin Avni’nin ona verdiği bilezikleri uzatır. “Bana bunları boşuna vermişti…” diye ilave eder. Sonra arkasına hiç bakmadan yanındaki garsonla beraber çamurlu yollardan geriye, han odasına döner.
“Çaydanlık” adlı öykü, hastaneye yatırılan mahkûmlar arasında geçer. Cezaevinde hastalanıp hastaneye yatırılan mahkûmun ölümü sonrasında, kullandığı çaydanlığın peşine düşen aile anlatılır. Yakınları çaydanlığı ölen kişiden daha çok merak etmektedir. Bu öyküde diğer öykülerde görülmeyen bir mizah vardır.
“Ayran” öyküsü kardeşlerine bakmak için bir tren istasyonunda ayran satan Hasan’ın yaşadıklarını anlatır. Anne onlardan uzakta, çocuklarına bakmak için bir evde temizlik yapmaktadır. Belli zamanlarda çocuklarını gören, onlara sınırlı yiyecek getiren kadın kardeşlerini Hasan’a emanet eder. Küçük bedenine ağır gelen ayran güğümü ile uzun mesafeler yürüyüp yaz-kış ayran satar. Yazın güğüm bittiği için dönüş yolu kolaydır. Çetin geçen kıştır. Ayran güğümü bitmediği için o ağırlıkla geri dönmek zorundadır.
Tren istasyonuna varan yol uzadıkça uzar. Kundurasının topukları dışa doğru öğle eğilmişti ki, çocuğun topukları ayakkabının ökçesine değil direkt çamura basmaktadır. Tek isteği bir an evvel istasyona varmak ve geç olmadan ayranları satıp geri eve dönmektir. Ayranları satıp eve yeteri kadar yiyecek götüremediğinde iki küçük kardeşin, ona öfkeyle ve çaresiz bakmaları gözünün önünden gitmez. Dönüş yolu çok zordur. Dizlerinde derman kalmamıştır. Gittikçe yaklaşan hayvan sesleri müthiş bir koku yaratır küçük bedeninde. Artık elindeki güğümü bırakıp koşmaktadır. Bata çıka koşarken yere yuvarlanır. Boğazından çıkan sesler uzaktan gelen hayvan seslerine karışır.
“Ana… Anacığım… Ana!”
“Isıtmak İçin” adlı öykü ise yalnız yaşayan bir adamın yoksul olan ve kendinden iş isteyen çamaşırcı kadına duyduğu acıma ve üzüntü duygularını konu alır. Kapısına gelen kadını geri çevirdiği için pişmanlık duyar ve kadının evini bulur. Ona, Neden gelmediğini sorar. Çok üşüyen çocuğunu ısıtmak için onunla günlerdir yattığını ama onu ölümden kurtaramadığını anlatır. Adam ne yapacağını bilemez. Çok mutsuzdur. Aklını başına toplar ve evden dışarı fırlar. Artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşmaktadır.
“Uyku”, Anadolu’da bir yolculuk öyküsüdür. Kamyon şoförlerinin berbat iş koşulları, yarı uykulu yorgun uzun giden mesafeler anlatılır.
“Selam” yolculukta olan yalnız bir adamın daha önce gitmediği bir yerde yaşadıkları anlatılır. Bir berbere gider ve berberden başka bir berberin hikâyesini dinler.
“Bir Mesleğin Başlangıcı” adlı öyküde Anadolu’da geçen bir tren yolculuğu anlatılır. Karakterin yolculuk arkadaşı halk anlatılarını derleyen bir halk bilimcidir.
“Bir Konferans”, Büyük şehirlerden birine yakın bir köye yatılı okul yapılır. Şehirden kodamanlar gelir. Gelenler okulun önünde toplanır nutuklar çekilir, alkışlanır. Okul yeni yapılmasına rağmen dökülmektedir; yetkililer kendilerine göre açıklamalarda bulunup işin içinden sıvışırlar. Sabahattin Ali klasik öykü tekniğinin dışında kara mizah yapmıştır bu öyküsünde.
“Yeni Dünya” kitaba da ismini veren öykü, bir köy düğününü anlatır. Düğüne getirilen Yeni Dünya adlı dansçı düğüncüler tarafından beğenilmez. Bula bula bu kötü avradı mı buldunuz. Sıska, suratsız bu kadın bu düğüne yakışıyor mu diye tepki gösterilir. Bu sözleri duyan kadın, “Neyim varmış ki?…Oyna dersiniz oynarım… daha ne istersiniz ki? Bana buralarda ünlü Yeni Dünya derler” diye tepki gösterir. Bu dansçı kadın yerine Deli Emine getirilir. Yeni Dünyay’ı çağıranlar bakın bana ihtiyaç duydu der. Tombul vücuduna rağmen hareketli, çevik, adeta sabırsız bir hali vardır. Sırtından mantosunu, kıyafetlerini çıkarır. Pembe ipek entarisinin altından esmer, etli butları görünür. Odanın ortasında yorulmak bilmeden oynar. Etraftaki insanları kendine hayran bıraktığından emin olduktan sonra “Yeni Dünya” yı oyun oynamaya çağırır. Önce hareketsiz kalan kadın Deli Emine’yi ve düğüncüleri hayrete düşürecek şekilde hünerlerini sergiler. Kendinden beklenmeyecek şekilde dans figürlerini yapar.
İki kadın çok yorulur. Bir gece dinlendikten sonra gelin almak için diğer köye yollanırlar. İyi olmadığını, kötüye gittiğini fark eden “Yeni Dünya” köyde bir kadının evine yatırılır. Ağrılar içinde inleyen, sızlanan kadın o evde sabaha doğru can verir.
“İki Kadın” 70’lik Kerim Ağa’nın son günleri ve iki karısının yaşadıkları anlatılır. Kerim Ağa cimri bir adamdır. Eşleri, ölür ölmez paralarını aramaya başlar. Buldukları paraları iki kadın aralarında paylaşır. Adama beddualar ederek geç saatlere kadar çeşit çeşit yemekler, hamur işleri yapılır. İkisi de yemek yemekten tıkanır. Artık köy halkına ölüyü haber vermenin zamanı geldiğini bilirler.
“Sulfata” Dağlarda yolunu kaybeden birinin ağzından anlatılır. Eşi hasta olan bir gencin doktor elinden çektikleri, yürek burkan zor günlerin aktarıldığı bir öyküdür.
“Hasan Boğuldu” Kitabın son öyküsüdür. Havada yaşayan gencin, yaylarda yaşayan sevdiği kıza kavuşma hikâyesi anlatılır. Ovalı Hasan ile Dağlı Emine’nin aşkı mutlu sona kavuşamayacaktır.
Sabahattin Ali’nin öyküleri ve romanları için yabancılar şu yorumu yapar; Türkiye’nin Maksim Gorki’si. Kimi öykülerinin Gorki’ye çok benzediği de vurgulanır.
*Jale Özata Dirlikyapan