Esra ERK ÖZYİĞİT
Sabahattin Ali’nin Sembollerle Kurduğu Köprü
Sabahattin Ali, 20. yüzyılın ilk yarısında, Türkiye’nin sosyal ve siyasal dönüşüm sancılarına tanıklık eden edebiyatımızın en özel seslerinden biridir. Öyküleri, erken Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin toplum yapısını yansıtarak bir kağnının yavaş gıcırtısında köylünün sessiz direnişini, bir pencerenin ardında sınıfsal uçurumları ve bir kamyon kasasında modernleşmenin bireyler üzerindeki boğucu etkisini yankılar. Öykülerindeki her ayrıntı, okuyucunun zihninde canlı imgeler oluşturacak şekilde özenle işlenmiştir; metne semboller üzerinden kattığı derin anlam katmanlarını etkili bir şekilde ortaya çıkarır. Ali, “Kağnı” kitabındaki öykülerde nesneleri, dönemin toplumsal adaletsizliklerini ve bireysel trajedileri derinlemesine yansıtan güçlü metaforlar olarak kullanır. Yazar, sade ama çarpıcı üslubuyla bu nesneleri hikâyelerinin sessiz tanıkları haline getirir. Sabahattin Ali’nin bu kitabındaki öykülerde, sıradan bir eşya, mekân ya da insan, dönemin sessiz çığlıklarını simgeleyen güçlü metaforlara dönüşür. Bu kitapta yer alan öykülerde, nesneler adeta birer tanık gibi dönemin toplumsal gerçeklerini fısıldar. Bu inceleme, “Kağnı”, “Apartman” ve “Kamyon” öykülerindeki semboller üzerinden kurduğu toplumsal eleştiriyi daha derinlemesine anlamaya odaklanmıştır.
Sabahattin Ali’nin “Kağnı” öyküsü, yoksulluk, yalnızlık ve adaletsizliğin bir insanın hayatını nasıl ezici bir yük haline getirdiğini gözler önüne seren çarpıcı bir öyküdür. Kadının oğlunun cesedini kağnı ile kasabaya taşıması, yalnızca bireysel bir trajediyi değil, aynı zamanda köylünün toplumsal sistem karşısındaki çaresizliğini ve yalnızlığını simgeler. ‘Kağnı’, sadece fiziksel bir araç olmanın ötesinde, dönemin toplumsal düzeninin ağır yükünü de taşıyan bir semboldür. Yaşlı kadının öyküsü, bir toplumun güçsüz olana sırt çevirdiğini ve onu yalnızlığa mahkûm ettiğini çarpıcı bir şekilde anlatır. Sabahattin Ali, bu yalnızlığı öykünün bir parçası haline getirdiği sembollerle derinleştirir: “Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı.” (Ali 886). ‘Yırtık yorgan’, kadının yoksulluğunun somut bir simgesidir. Bu nesne, aynı zamanda sistemin bireyleri onurlu bir yaşamdan mahrum bıraktığını da gösterir. Yoksulluk, sadece maddi bir eksiklik değil; insanın en temel haklarından dahi dışlanmasıdır. Bu yorgan, toplumun çürümüşlüğünün sessiz bir tanığı olarak belirir. Öyküdeki önemli nesnelerden biri de “İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak; elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak, yürüyordu.” (Ali 886) cümlesinde geçen ‘değnek‘tir. Bu nesne, kadının, hayatın ağır yüküne karşı verdiği direnişi ve hayatta kalma mücadelesini simgeler. Bu yük, metaforik anlamda, yoksulluğun bireyler üzerindeki fiziksel ve ruhsal baskısını simgeler ve yaşam mücadelesinin zorluklarını gözler önüne serer. Kadının çıplak ayakları ise köylünün adaletsiz bir düzen karşısındaki kırılganlığı ve insanüstü dayanıklılığının temsilidir.
“Kağnı” bir yandan köylünün yükünü taşıyan sadık bir yol arkadaşı diğer yandan, toplumsal düzenin ağır aksak işleyişinin de metaforudur. Jandarmanın köye geç ulaşması, doktorun sıcak hava bahanesiyle köye gelmeyi reddetmesi gibi detaylar, bu düzenin bireyleri nasıl yalnızlığa mahkûm ettiğini açıkça gözler önüne serer. Sabahattin Ali, bu küçük detaylarla toplumsal adaletin kimin için var olduğunu ve kimin için olmadığını sorgulatır.
Bir başka çarpıcı bölümde, kadının oğlunun ölüsünün üzeri ‘eski ve pis bir keçe’ ile örtülür: “Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi.“ (Ali 884). Bu ‘keçe’ bireyin değersizleştirildiği, toplum tarafından unutulmaya terk edildiği bir yaşamın ve ölümün sembolüdür. Sabahattin Ali, bu tür nesnelerle hikâyeyi çok katmanlı bir derinliğe taşır. Yoksulluk sadece bir ekonomik durum değildir; insan onurunun ayaklar altına alındığı, toplumsal çürümenin derin izlerini bıraktığı bir olgudur.
Öykünün derinliklerinde, ağanın oğlunun suçunu örtbas etmek için köylü kadına uyguladığı baskı, feodal düzenin kökleşmiş adaletsizliklerini çarpıcı bir gerçeklikle yansıtır. Kadının yaşadığı bu haksızlık, verilen hediyelerle daha da acı bir ironiye dönüşür: “Mevlut Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet’in anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kese kâğıdı şeker yolladı.” (Ali 884). Bu hediyeler, köylünün acısını değersizleştiren ve feodal sistemin birey üzerindeki baskısını güçlendiren birer araçtır.” ‘Un, şeker ve keçiler’, sınıfsal eşitsizlikleri ve toplumun bu eşitsizlikleri normalleştirdiğini simgeler. Ali, nesneleri basit maddi varlıklar olarak değil, köylü üzerindeki egemenliğin ve toplumsal düzenin güç gösterisi olarak kullanır. Her bir nesne, bu baskıcı yapının derin izlerini taşır ve onun işleyişini gözler önüne serer. Yazar, bu sembollerle, feodal düzenin köylüyü nasıl bir çaresizlik döngüsüne hapsettiğini etkili bir şekilde gösterir.
Sabahattin Ali’nin “Apartman” öyküsü, bireylerin toplumsal eşitsizlik karşısındaki çaresizliğini ve modern toplumda sınıflar arasındaki derin uçurumu gözler önüne serer. Öyküde kullanılan semboller, sınıf farklılıklarını ve bu farklılıkların bireyler üzerindeki yıkıcı gücünü etkileyici bir şekilde yansıtır. Ali, özellikle ‘küfe’ ‘pencere’ ve ‘apartman’ gibi imgelerle alt sınıfların yüklerini ve bu yüklerin görünmezliğini simgelemiştir. Çocuk sırtındaki ‘küfe’de emekçi sınıfın her geçen gün daha da ağırlaşan yüklerini, bireysel ezilmişlik ve toplumsal çaresizliği sırtlanır: “Çocuğun yanında giden uşak kılıklı bir adam ara sıra ona durup bir şeyler söylüyor, galiba: -Yürüsene be! filan diyordu.” (Ali 940) Bu bölümde, çocuğun fiziksel emeği sınıf farklarını görünür kılan bir sembole dönüşürken uşağın küçümseyici tavrı, ezilenlerin birbirlerine karşı sergilediği yabancılaşmayı ironik bir şekilde yansıtır. Uşak, “Yürüsene be!” diyerek çocuğun yükünü küçümserken kendi ezilmişliğinin öfkesini ve çaresizliğini başka bir ezilene yöneltir. Bu tavır, alt sınıflar arasında yaratılan yapay nefretin ve toplumsal düzenin dayattığı çatışmaların bir sonucudur. Çocuğun babasının yukarıdan çaresizlikle bakışı, bu trajediyi daha da derinleştirir. Ali, burada bireysel bir dramın yanında toplumsal hiyerarşinin alt sınıfları nasıl sessiz ve hareketsiz bıraktığını da vurgular: “Babası yukarıdan donmuş gibi bakıyor, bir şey söyleyemiyordu. İşe karışır ve çocuğun kendi oğlu olduğu anlaşılırsa mal sahibinin kendisini kovacağını zannediyordu.” (Ali 941) Babanın sessizliği, işçi sınıfının toplumsal baskılar karşısındaki güçsüzlüğünü ve hareketsizliğe mahkûm edilişini temsil eder. ‘Küfe’ hem baba hem de çocuğun çaresizliğini, toplumun onları nasıl görmezden geldiğini ve sistemin onları nasıl değersizleştirdiğini derin bir simge olarak öne çıkar.
Öyküde ‘apartman’ sembolü, modern toplumdaki sınıfsal ayrımları ve üst sınıfların alt sınıflar üzerindeki tahakkümünü simgeler. Apartman sahibi, yüksek pencerelerden aşağıdaki dünyayı izlerken adeta fiziksel ve psikolojik üstünlüğünü haykırır. Apartman sahibi, alt sınıfların acılarını yok sayarak, onları değersizleştirir ve bu şekilde kurduğu zulüm düzeni pekiştirir. Yazar, apartman metaforunu kullanarak, alt sınıfların acılarının yukarıdan nasıl küçümsendiğini ve görmezden gelindiğini etkili bir şekilde gösterir. Apartman ‘pencereleri’ birer sınır çizgisi gibi işler; bu sınır, alt sınıfların ezilmişliğini yukarıdaki dünyanın konforuyla ayırır. Ali, apartmanın ‘pencere’sinden bakan gözlerle alt sınıfların acıları arasında güçlü bir kontrast kurar. Bu kontrast, alt sınıfların yalnızca fiziksel olarak değil, aynı zamanda toplumsal olarak da dışlanmasını vurgular.
Sabahattin Ali’nin “Kamyon” öyküsü, modernleşme ve şehirleşmenin bireyler üzerindeki etkilerini, bir kamyon yolculuğu üzerinden çarpıcı bir şekilde ele alır. Öyküde ‘kamyon‘ ve ‘kamyon kasası’, sıradan birer nesne olmaktan çıkar; bireyin toplumsal statüsünün sınırlarını ve bu sınırların dayattığı ezici sıkışmışlığı gözler önüne seren güçlü birer metafora dönüşür. Ali, bu sembollerle, modernleşme sürecinin alt sınıflar üzerindeki etkilerini somutlaştırır. Öyküdeki genç köylü, bir yandan şehirdeki yaşamı deneyimleme arzusuyla doludur; diğer yandan, yolculuk sırasında hissettiği sıkışmışlık ve korku, modernleşmenin alt sınıflar üzerindeki boğucu etkisini ortaya koyar: “Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine alışamadığı ve ezici tesirler yapan korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı.” (Ali 892) ‘Kamyon’, hem fiziksel bir yolculuğun hem de toplumsal sınıf farklarının birey üzerindeki baskısını simgeler. Genç köylünün yolculuk boyunca hissettiği endişe ve yabancılaşma, şehir yaşamının alt sınıflar için taşıdığı belirsizlik ve güvensizlikle paralellik gösterir.
‘Kamyon kasası’ndaki diğer yolcular ve şoförün küçümseyici tavırları, toplumsal hiyerarşinin alt sınıfları nasıl değersizleştirdiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar: “Zaten dizleri üzerine çömelerek ancak sığışabilen yolcular hem -olmaz, buraya nasıl sığar! diye söyleniyorlar hem de her setre pantolonun emrine itaate alışık bir tavırla birbirlerini iterek yer açıyorlardı.” (Ali 889) Bu sahnede, kamyon kasasında sıkışan yolcular, sistemin metaya dönüştürdüğü bireylerdir. Sabahattin Ali, bu sıkışmışlığı alt sınıfların fiziksel ve psikolojik sınırlarını aşmakta yaşadığı zorluklarla ilişkilendirir. Yolculuk, köylülerin fiziksel bir yer değiştirme çabasını aşarak, toplumsal sınırların aşılamayacağını ve geçiş umudunun nafileliğini derinlemesine simgeler. Yazar bu pasajla, modernleşmenin alt sınıfları nasıl birbirine yabancılaştırdığını ve sıkışık koşullarda bile bireylerin, otoriteye boyun eğmiş bir tavırla, birbirlerini dışlayarak varlık mücadelesine giriştiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu şekilde modernleşmenin ve ekonomik dönüşümün getirdiği eşitsizlikleri okura çok daha derin bir şekilde hissettirir. Bu öyküde ‘Kamyon’, toplumsal yıkımın ve eşitsizliğin somutlaşmış bir sembolüdür.
Kağnının gıcırtısı, bir araç sesinden fazlasıdır; o, köylünün derin yalnızlığının ve çaresiz direnişinin isyan eden bir yankısıdır. Apartmandan aşağıya bakan gözler, alt sınıfları sadece görmezden gelmez; onları birer silüet gibi kaybolmaya terk eder. O bakışlarda, bir insanın varlık mücadelesinin yadsınması, ona tanınan insanî hakların hiçe sayılması vardır. Kamyon kasasında sıkışan yolcular ise modernleşmenin vaad ettiği özgürlük ve ilerlemeden payına düşen dar alana hapsolur. Her adım, sıkışan bedenlerin fiziksel bir daralmanın görünümünün altında toplumsal bir yalnızlıktan da parçalandığını gözler önüne serer. Ali, nesneler aracılığıyla okuyucuyu öykünün kahramanlarının yanı sıra, onların iç içe geçmiş toplumsal gerçeklikleriyle de yüzleştirir. Bu öykülerde yer alan nesneler, bir dönemin öyküsü olmanın ötesine geçer. Her nesne, bir toplumun hafızasının tozlu sandıklarına gizlediği geçmişin izlerini ve varoluş mücadelesinin sessiz çığlıklarıdır. Onun kelimeleri, bir dönemin ötesinde tüm insanlık tarihinin karanlık yanlarını gün yüzüne çıkarır; bu izler, gözlerimizin önünde canlanırken, okur bir yıkımın tam ortasında bulur kendini ve o an, kaçmak değil, yüzleşmek gerektiğini hatırlar. Şimdi o sesleri duyma zamanı.
Kaynakça:
Ali, Sabahattin. Bütün Eserleri-Eleştirel Basım-. Yayına Hazırlayan: Sevengül Sönmez.İstanbul: YKY, 2014.