Neslihan Yalman
Kimi karmaşık süreçlerin değerlendirildiği; içinde psikoloji, sosyoloji, biyoloji, tarih, evrim, sanat vd. gibi önemli konuların bulunduğu meselelere giriş yaparken insan zorlanıyor. Tek bir temelden ilerlendiği düşünülse de; artık birçok verinin, birçok bakış açısının bağlamlara göre kesiştiği yerdeyiz. Kaos hem renkli hem sıkıntılı…
Bu yazıyı, herhangi bir gazetede yahut dergide görünebilmek adına şablonik bir giriş, gelişme, sonuçla yazabilirdik. Kimse okumaz; biraz sığlaştıralım veya kısaltalım diye ayar çekebilirdik. Lakin, o vakit ortalarda dönen kızıştırıcı yazılardan, iç içe düğümlenen sosyal medya yorumlarından bir farkı olmazdı diye düşünüyoruz. Bir farkı olması da değil mesele; acı çekiyoruz, zihnimiz bin parçaya bölünmüş vaziyette. Bunu presleyerek aktarabileceğimizi sanmıyoruz. Aksine; konuyu genişletip, kılcallarına ayırarak, birçok şeyin birbiriyle çelişik bağlantısının bulunduğuna vurgu yapmak istiyoruz.
Biliyorsunuz, Diyarbakır’da 8 yaşındaki Narin adlı çocuğun cesedi bulundu. Onun ölüm hikâyesinde; amcasından annesine, ağabeyinden köyün diğer mensuplarına değin birçok kişinin parmağı olduğu ifade edildi. Herkes olayın meydana çıkmasını heyecanla bekliyor. Ölen ölmüş; peki neden gelişmelerin içyüzü bu kadar öğrenilmek isteniliyor?
Çünkü, toplumda bir güvensizlik, bir çaresizlik, bir öfke hakim… Türkiye’nin bir ucundaki kişi, diğer ucundaki meselenin kendisine de dokunacağını biliyor. Biz bunu yıllar önce bir yazımızda, ‘Türkiye’nin doğusu giderse, batısı da gider’ diyerek denklemlemiştik.
Coğrafyanın bağlantı kanallarını ve yaşanan tarihsel süreci çok iyi özümsemek gerekiyor. Bakmayın siz; alternatif tarih, ötekilerin tarihi söylemine. Bunlar aslında liberal ve kıçlarının rahatında bir kitlenin, travmalarıyla yaşayan diğer azınlık kitle üstündeki manipülasyonudur. Tabii ki azınlıkların yanında olacağız, oluyoruz da…
Biz birçoklarının yaptıkları gibi; denize nazır evimizde, uçakla bir tatil köyüne gidip, yüksek fiyatlara ‘workshop’ verip, birileriyle fotoğrafımızı ‘instagram’da paylaşıp, evimize geri dönmüyoruz. Şu an gördüğünüz çoğu aydın, sanatçı sadece ‘tweet’ sallıyor. Ama meydanlarda hiçbirini tam bir görev bilinciyle göremiyoruz. Hatta, çağırıldıkları ücretsiz etkinliklerden -mülteciler, kadınlar, çocuklar vb. üstüne- hızla kaçıyorlar. Görünüp yok oluyorlar. Biz böyle; isimli yayınevlerinden kitaplarını aldığınız, konser biletlerine yüzlerce lira döktüğünüz onlarca adı sayabiliriz. Fiilen bir bölümüyle bire bir deneyimimiz var. Nasıl yan çizdiklerini gözlerimizle gördük.
Dünyada her ülke bir şeylerin kendi işine geldiği kısmıyla uğraşıyor. Bazıları da diğerinin iç işlerine karışmayı şiar ediniyor. Bu yüzden; dış politikaya hakim olmadan iç politikaya saldırmamak gerek… Resmi tarihin yaratıldığı koşulları bilmeden, yeni yeni kavramlar uydurarak binlerce yıllık insanlık serüvenine donundan sallamak da kâr etmiyor.
Bilhassa; Amerika, İsrail, Batı Avrupa gibi büyük yapılanmaların yaptıklarıyla yüzleşmeden, ‘Türkiye’de şunlar oluyor, bize bunlar yapılıyor’ demek sadece travmanın sesini yükseltmesidir. Travma rasyonel değildir, özneldir. Kimi durumlara göre de kolektiftir. Fakat, travmayla konuşarak, yeryüzünü algılayamazsınız. O yüzden, bireylere travmaları için terapi önerilir. Keza, toplumlara da akıl önerilmesi gereklidir. Fakat bu akıl; mümkün olduğunca ortak evrensel değerleri taşıyarak, güne uyarlanmalı ve kontrollü duygulara da hitap etmelidir. Kontrolsüz bir acının, kontrolsüz bir sevginin, hele ki kontrolsüz bir öfkenin/nefretin hiçbir hükmü yoktur. Üstelik yaşayanı da kötü etkiler, körleştirir.
Biz yıllar önce küçük Leyla kaybolduğunda, ‘Yorgundu Ayaklarının Altından Kayıp Giden Şehrin Uğultusu’ diye bir şiir yazmıştık. Orada William Blake’in baca temizleyicisi Tom adlı çocuk üstünden yazdığı şiire vurgu yaparak, Leyla’ya da değinmiştik.
Blake, ‘Baca Temizleyicisi’ adlı iki şiir yazmıştı. İlkinde,
‘‘Annem öldüğü zaman çok küçüktüm,
Ve babam sattı beni henüz dilim bile
Dönmezken “temizle! temizle! temizle!” demeye
Artık bacalarınızı temizliyorum&uyuyorum is içinde’’
Dizelerini kaleme alır. Orada Tom acılarından kurtulmak adına bir Melek’in geldiğini belirtir. Melek, ölen diğer baca temizleyicisi çocukların tabutlarını açıp, onları özgürleştirir. Burada dinin, hayalgücünün yoğun acıdan kurtulmak bağlamında kişinin üstündeki etkisini görürüz.
Blake’in diğer ‘Baca Temizleyicisi’ şiirinde ise; bir baca temizleyicisi çocuğa annesiyle, babası sorulduğunda ‘kiliseye dua etmeye gittiklerini’ söyler. Şiirin sonunu şöyle bitirir:
‘‘Onlar sandılar ki bir haksızlık yok yaptıklarında,
Ve dua etmeye gittiler Tanrıya&Papaza&Krala,
Yani sefaletimiz üstüne cenneti kuranlara.’’
Burada artık o sığınılan dinin; insanların yaşamlarını suistimal eden ve onları iktidarlarla birlikte öldüren bir yapıya dönüştüğüne vurgu yapar şair. Bütün inandığı değerler sarsıntıya uğrar. Artık acının birikmişliği ve dönemin baskınlığı, onun bir şeyleri sembolikleştirememesine yol açmıştır. Neredeyse ilk şiirdeki Melek’in bile ırzına geçilmiştir.
Anlı şanlı devletler, demokrasinin kaleleri diye övülen İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda vd. gibi ülkelerin tarihleri kanla, kıyımla, acımasızlıklarla doludur. Dün kimsesiz çocukları baca temizleyicisi, kimsesiz genç kızları maden veya tekstil işçisi şeklinde saatlerce çalıştıran İngiltere’den; paradoksal düzlemde de ‘çocuk hakları’, ‘kadın hakları’ çıkmıştır.
Velhasıl, çöküşten kimileri bir mücadele parlatarak yollarına devam etmişler, hatta yolu açmışlardır. Evrimbilimci Darwin’in İngiliz olması, Marx’ın bir dönem sonra İngiltere’ye giderek, ölümüne kadar orada yaşaması, Shakespeare’in hatta William Blake’in İngiltere’den çıkması tesadüf olmasa gerek… Her biri kendi içinde taşları yerine oturtuyor. Ki, ‘İngiltere’nin tarihini bilen, dünya tarihini de bilir’ derler. Sonrası şirket mantığıyla yönetilen Amerika Birleşik Devletleri’ne değin uzar gider.
Tüm bu süreğenliğin ekseninde, bugün Türkiye’de de geç gelen bir dünya tarihinin tezahürleri görülmektedir. Biz küçük Leyla aranırken, şiirimizde yazmıştık:
‘‘hamam böceklerinin varlık sebeplerini düşünüyorum/ çocuklar kaybolurken emzirilmemiş sokaktan’’
O zamanlar Leyla’nın kayboluşu gündemi Narin’inki denli sarsmamıştı. Neden? Çünkü, tarihsel ve kültürel koşullar her birimizden bağımsız işler. Biz coşkumuzu, acılarımızı kontrol edemeyen travmatik, içgüdüsel hayvanlarız… Her şeyi birbirinden kopuk yaşıyoruz. Yaşamak zorundayız; unutmalıyız, gömmeliyiz ki, ertesi güne devam edebilelim. O yüzden, toprakla örtülür ölünün üstü. Bağ biraz kopsun diye…
Oysa; artık dünyadaki savaşlar, ekonomik sıkışmalar, sınıf farkları, kadınlara/çocuklara/hayvanlara/mültecilere yapılan baskılar artmış durumda… Leyla orada bizi tetikleyen bir kıvılcımsa, etraf bugün Narin’le alev almış durumda… Farkında olmasak da, sosyal medya da daha fazla hayatımızda… Her geçen gün ona misli misli adapteyiz. Ondan misli misli de arıza kapıyoruz.
Velhasıl, bütün bunlar böyle gelişmek durumundaydı maalesef. Tarihi iyi okuyan, sanatsal süreçleri iyi takip eden, evrimin/beynin yapısının farkında bir insan bu doneleri bir araya getirme becerisine sahipse, nereye gidildiğini az çok çözebilir. Yüzde yüz bir kanaat yoktur.
Zekâsını doğru kullanan, aklının ve duygularının dengesini oturtan olgun biri derinlikli değerlendirmeler yapabilir. Ülkemizde eksik olan da böyle üst kalite insanlar işte… Burası güç savaşlarıyla, unvan kurumlanmalarıyla örülü bir hapishane olduğundan, aslında kimse ne etkili açıklamalar yapabiliyor, ne acısını samimiyetle ifade edebiliyor. Bir çiğlik görülüyor.
Aslında, şu an tam da Blake’in şiirindeki ikilem yaşanıyor. Çoğunluk dinin, gündelik yaşamın kodlarıyla ağlamaklı, soft lirik, derinliksiz şeyler paylaşıyor. Çünkü, acısını asilce aktaracak bir hayatı yok o kitlenin. Yığma akıp gidiyorlar.
Ya da güya protest, sert şeyler yazılıp, ifade ediliyor. Ama, o da kitlenin derinliğine inebilecek şekilde değil. Sanatçılarında bile… Çünkü, gerçek/perdesiz bir cesaret yok. Herkes unvanını, işini, parasını kaybedecek diye tir tir titriyor. Şimdi böylesi bir koşullanmışlıkta ve hesap ortamında siz; kızının ölüsünü buzdolabında saklayan annenin, oğlunun kemiklerini devletten talep eden babanın ‘gerçek’ şiirini nasıl yazacaksınız? Biz yazdık mesela. Ama, gördük ki ya anlaşılamıyoruz ya da bizi anlamak kimilerinin işine gelmiyor. Cevabı bilsek de, susuyoruz.
Yıllar evvel (korona döneminde) kadın bir öğrencimle ‘Miraç Kayboldu / Sen Benim Kardeşimsin’ adında bir senaryo yazdık. Orada Türkiye’nin farklı coğrafyalarından insan modellerinin aile ilişkilerine, eşlerin birbirlerini aldatmalarına, çocuğun babadan değil de amcadan olduğu hikâyesine değindik. Senaryoya Türk siyasi ortamının kırılmalarını, sanatı/tiyatroyu, cinsel kimlikleri de kattık. İddia ediyoruz ki, Türk sinema tarihine damgasını vuracak denli güçlü alt metni olan bir yapıt meydana getirdik.
Fakat, bir Nuri Bilge Ceylan’la ya da Mahsun Kırmızgül’le bağlantınız yoksa… Bir kadın olarak rakı masalarından geçmiyorsanız… Ailenizde levanten, gayrimüslim bir büyüğünüz yoksa… Karşınızdaki insanlara kendinizi (bakın, eserinizi demiyorum kendinizi) pazarlamazsanız… Sanatçı bir aileden gelmiyorsanız ya da babanız, anneniz sizi sanatçı yapmadıysa, işiniz çok zor…
Etik değerlerinizi aşındırmadan nasıl hareket edeceğinizi kara kara düşünüyorsunuz. O sebeple, bu ülkeden bir William Blake çıkmıyor, çıkamaz. Şu kültürel bataklıktan ve kokuşmuş kopuşluktan yüksek bir sanat bekleyemezsiniz.
Buradan bolca taklit ve merkez/ana akım sanat çıkar ama… Boşluklar bol bol doldurulur boşluklarla. Ben bir yazımda ‘Türkiye’de meclis neyse; sanat ortamı da o’ demiştim. ‘Devleti neyse, tiyatrosu o’dur’ diye başka bir yazı da yazmıştım. O zamanlar, güzel sanatlar fakültesinde öğrenciydim. Şimdi kitapları olan, sanat dersleri veren bir sanatçıyım. Fikrim hâlâ değişmedi. Ülkenin toplumsal, sanatsal gelişiminin/ hatta gelişmemişliğinin durduğu noktayı siz düşünün. Benim aklıma gelen tek kelime: Utanç!
Biz her zaman diyoruz, bu ülkede sanat yok. Sanatın kopyası var. Nitekim, sanat tarihçi bir arkadaş da bir seminerinde ‘‘Türkiye’de 1950’den sonra sanat taklittir’’ demişti. Yine ülkenin spekülasyon yaratacak şairlerinden biri de ‘‘Türkiye’de 1950’den, hatta 1945’ten sonra bütün seçimler Amerika güdümündedir.’’ diye bir saptama öne sürmüştü. Bu bilgileri birleştirebilirseniz, ortaya bir manzara çıkıyor zaten.
Bu yönde, mesele sadece Narin’in kaybolması değil. Eğer, insana değer verilen bir ülkede olsaydık; bu haber duyulur duyulmaz kitlelerce sokağa akardık. İnternete abanmazdık. İnternet insanların mastürbasyon durağıdır. Ee ülkemizde de neredeyse çoğu insanda zihinsel, cinsel kıtlıklar olduğundan; onlar da orada acı, şiddetin pornografisi, politik hazzın öfkesi üstünden mastürbasyon yapmaktadırlar.
Gerçek acı sokakta, hayatın içinde vuku buluyorsa; gerçek hak da sokakta aranmalıdır. O yüzden, çoğu insanın sustuğu bir ülkede bir nevi hepimiz olayı gören, bilen, duyan, tahmin eden; ama, harekete geçmeyip, öfkelerini baskılayan durağan ilkelleriz. Koyunların güdülmesi ifadesinin bizlere yakıştırılması tesadüf değil.
Kendi ilkelliklerimizi, ayak kaydırmalarımızı, aldatmalarımızı, para/mevki hırslarımızı, kıskançlıklarımızı hiçe sayarak, taşra taşlıyoruz. Zihnimiz taşrayken…
‘Taşra taşlamak’, bir deyim mahiyetinde kayıtlara geçsin lütfen. Buraya yazıyorum. Yanına bir de ata/ana Neslihan sözü uydurayım: ‘Entelektüeli olmayan ülkede taşra taşlamak modadır’…
Özellikle tırışkadan liboşlarca…
Yahut; iktidarsal, dinsel dayanakları kullanan çoksatan yazarların, sanatçıların sözlüklerinde…
Yahut; televizyonlarda, etkinliklerde, imza günlerinde, ödül törenlerinde, bienallerde, festivallerde ötüp ötüp; iş, emekçiye destek vermeye gelince; sesi kısılıp, ortadan yok olanların sözlüklerinde…
Bedeniyle ve en önemlisi ruhuyla mücadele içinde, samimyetle yaşayan doğru düzgün insanlar yok Türkiye’de. Çoğunluk karton, karikatür, tipleme yığını…
O sebeple; bunlar için Narin sadece Şeytan taşlama aracıdır. Gerçekten bir cesettir. Kriminaldir. Bir can, bir ruh, bir çocuk değildir. Şeytan iktidardır ve onun duvarını taşlayabilirler anca. Duvarın arkasına geçemezler.
Arkaya geçenler de ne yazık ki, politik mücadele bağlamında güçlü figürler olamamışlardır. Onların eserleri, sanatsal kapasiteleri çarpıcı sanatçılar olmalarına da yetmemiştir.
Aziz Nesin mesela… Mücadelesini vermiş bir sanatçıdır. Ölümlerden dönmüştür. Fakat, kabul edelim ki eserleri (şiirler, kara mizah metinleri, öyküleri) büyük bir kalemin şimşeğinden damıtılmış denli vurucu değildir. Şairlerimizin ölümleri acı vericidir. Lakin, kabul edelim ki bu şairlerin şiirleri Türk şiir tarihinin alnına varlıklarını çakacak denli yoğun değildir.
İsmet Özel ki, önemli bir şairken; ‘İstiklal Marşı Derneği’ diye ilgisiz bir tarafa savrulmuştur. Sanatçılığını intihar ettirmiştir. Sezai Karakoç ‘Diriliş Partisi’ diye bir yapı kurarak, aklınca bireysel duruşunu politik bir alt yapıyla şiire eklemlemiştir.
Nasıl ki solun bireysel bir duruşu olamazsa; sağın da yoktur. Sağın hele hiç yoktur. Sol, evin tecavüze uğrayan küçük kızıysa (hadi travmayı arttıralım, politika çoğunlukla erkek yaa)… Sağ; evin tecavüz eden, ama kendisi de tacize uğrayan ve erkekliği baskılanan ağabeyidir. Travma Cumhuriyeti… Travmaoğlu travma… Birini çözsen, diğeri hortluyor. Başa çıkabilmenin olanağı yok.
Bu hazin çelişki Türkiye’de şiirin, edebiyatın, sanatın gidişatını da belirlemiştir ne yazık ki. O noktada, nefes almanız da giderek zorlaşır. Çünkü, kendi sanatınızın sınırlarını sorgulamaya başlarsınız. Hem üzülür, hem sinirlenirsiniz. Bu ülke vicdanınızla öfkenizin arasında kalarak varlığınızı yiyip bitirmenize sebebiyet verir.
2 yaşında bir bebeğin vücudunda 42 ısırık izi bulunduğu iddiası karşısında ne yapılabilir? Bir kedinin ikiye bölünmesi, iç organlarının lime lime edilmesi kimi neresinden etkiliyor? Bu yazıyı okuyanın kendisine soruyorum. Nitekim bu hal, toplumsaldan ziyade kendilik yüzleşmesidir de… Biz ısırmadık tamam… Isırana lanetler yağdırıyoruz veya sessiz kalıyoruz. Biz kesmedik tamam… Kesene sinirleniyoruz, yorum fırtlatıyoruz veya susup siniyoruz. Peki sonuç? Hayatta kimiz biz, neredeyiz?! Bunu da kendiniz içselleştirin. Yazımızın deşim amacı o zaten! Ölüm, ölümler karşısında bizim neliğimiz’in ne olduğu!!!
Bugün Narin’e olan da bir Güneydoğu, bir Doğu Anadolu rezaletinin tezahürü değildir sadece. Yıllar önce, bir arkadaşım Karadeniz bölgesinde de çok yoğun ensest var demişti. Bu konuda araştırma yapmıştı. İç, Orta Anadolu kırsalı denilen bir gerçek var, onları da biliyoruz. Konya’daki hayvan katliamlarını…
Diyeceksiniz; Marmara, Akdeniz, Ege çok mu masum? Değil. Aslında, her bölge kendi vahşetiyle sınanıyor. Zaten; günümüzde suçun, yokluğun, çürümenin tüm sınırlara yayılması herkesi korkutan… Yoksa, yıllardır bebekler gömülüyor, tecavüze uğruyorlar, kadınlar öldürülüyor. İnsan işte; ateş evine yaklaştıkça işin boyutunu fark ediyor. İzmir’deki yangında, ormanlardan şehre uzanan alevlerin kara dansı gibi… Deprem gibi… Korona gibi… İşsizlik gibi… Aile içi şiddetin, aldatmaların artması gibi…
Kişiler başka hikâyelere verdikleri her tepkide ya da sustukları her noktada, kendilerini gösteriyorlar/görüyorlar da… Dünyanın en zor şeyi, ekran veya topluluk karşısında özgüvenli duruyormuşçasına bıkbıklanmak değildir. Aksine, evinde/ yatağına uzandığında derinlerindeki hesaplaşmadır. Karanlığın her yanı tonca sardığı yerde; iç huzurunun niteliği ve mücadelenin kuvvetidir. Hayat başkaları aracılığıyla kendinle karşılaşmandır. Bunu neredeyse herkes ağır yaşıyor bu topraklarda. Bir sıkışma var. Aslında, kişiler ne yaparlarsa/ya da yapmazlarsa kendilerine dönüyorlar.
Tabii ki aşiretlerin ve tarikatların olduğu yerlerle; -eksik gedik de sayılsa- cumhuriyet değerlerinin olduğu yerler bir değil. Yıllar önce, Mustafa Kemal mektubunda İsmet İnönü’ye bu olayları belirtiyor. Eğitim yok, sağlık yok, halk cahil… Zannediyor musunuz ki, bu millet gönül bağıyla Kurtuluş Savaşı’na gidiyor?!! Herkes vatanının derdine düşseydi, 2024’te böyle mi olurduk?
Neden Atatürk’ün Selanik asıllı olduğu konuşuluyor? Neden İttihat Terakki kadrolarının çoğu Selanik taraflarından? Neden Ankara başkent, öncesinde ise Kayseri düşünülüyor? Neden İzmir ya da Diyarbakır düşünülmemiş madem?
Neden merkezdeki sanatçılarınızın çoğunun kökeni gayrımüslim diye belirtilen vatandaşlardan geliyor?
Bunların her birinin birbiriyle bağlantısı var. İyi bağlantılar olduğu kadar, kimileri için de kötü bağlantılar halini alacak aynı şeyler. Tarihsel süreçler, insanlığın öyküsü tam da bunun üstüne kurulu…
Sizin o homo sapiensleriniz kuzu kuzu topluluklar halinde mi varlıklarını sürdürmüşler? Sizin o avcı-toplayıcı erkeklerinizle ‘evde’ (mağarada) (!) çocuk bakan kadınlarınız sadece tekeşli şekilde birbirleriyle mi çiftleşmişler? Anakronik, romantik, hayalperestçe saptamaları günümüze taşıyorsunuz. Maya çalamıyoruz göle.
Sizin o Dede Korkut’larınızın seks hayatları yok muymuş yahut Yeşilçam Türk filmlerinizin yatak odaları?
Velhasıl, tüm kodların çözülmeye başladığı bir dönemdeyiz. Özellikle internet; eğri doğru, post yahut truth fark etmez, bunu deşmeye başladı. Çağ bu! Görüneni kabullenmek gerek önce… İtiraz sonra…
Aşırı yorumları, aşırı tepkileri, aşırı iddiaları ortaya dökenler bir süre sonra amorf, komik, gülünç tiplemelere dönüşüyorlar. Konuşması gereken yerde susarak geri çekilenlerin ise; çıkar bağları ve sinsilikleri sorgulanıyor. Profesöründen sanatçısına, astroloğundan politikacısına, kadınından erkeğine, azınlığından çoğunluğuna… Önce bu sisi konuşalım. Herkes kendi cenahından ip sallıyor. Ama, yere değmiyor.
İnternetle birlikte yığma bir bilgi baloncuğu oluştuğu da bir gerçek… Burada da seçmeyi, ayıklamayı bilmek gerekiyor. O da yetmiyor, bilgiler arasında sıkı örüntüler oluşturmak şart!
Narin’in ölümü de bu kapsamda değerlendirilebilir. İnsanlar Narin’in ölümünden öte, ona ne olduğunu merak ediyor. Hikâye etme, hikâyenin aslını öğrenme güdüsü insanlığın doğuşundan beri var. Hikâye deyince, bilhassa kötü ve başa çıkılmaz olanlar… Yoksa, iyiliğin boca edildiği prototip söylemsellikler içeren masallardan bahsetmiyoruz, sagulardan, kahramanlık mitlerinden. O mitler fazla şişirilmişti, şimdi çöküyor.
Türkiye’nin şeytanlarıyla gün yüzünde oyun zamanı… Daha önce oynamış da, hep hasıraltı edilmiş. Akademilerinde, sanat çevrelerinde, halkın arasında… Günümüzde o hasıraltı öylesine doldu ki, istenilse de gizlenemiyor. Taciz, tecavüz, ensest, para hırsı, cinayetler, ayak kaydırmalar, liyakatsizlikler, adamcılıklar arşa uzanacak boyutlara ulaştı.
Daha da yarılacak bu yara; çok kan akacak, çok irin. Merak etmeyin veya edin. Korkun biraz da, tir tir! Aklınız başınıza gelsin, gerçekten üretin. William Blake öyle yaptı. Siz de madem ona denk bir kurumlanma içindesiniz, hakkını verin. Din, politika, sanat, akademi… Verin kardeşim madem hakkını derinselliğin; mırıldanmayın artık. Yeter! Sözünüzle özünüz örtüşsün. Eylemlerinizle söyledikleriniz kesişsin. Nasıl bir ikiye bölünmüşlük halidir gözümüze çarpan, günden günde?!
Narin’le ilgili şeyler olayın sosyolojik boyutunu ortaya çıkarıyor. Yıllar önce Münevver Karabulut cinayeti üstüne yazdığımız yazıda da bunun temellerine değinmiştik.
Türkiye’de insanlar işi sosyolojik/politik boyuta çekerek şahsi korkularını tatmin ediyorlar sadece. Tüm ülke tarihi bu! Aslında tatmin de edemiyoruz. Korkuyoruz, itiraf edemiyoruz. Korkuyoruz, adım atamıyoruz. Don-savaş-kaç tekniği ekseninde; güya savaşçı bir toplum iken, donuyoruz. Kaçamıyoruz da… Gidecek yer yok. Gitsek de, huzura ermemiz mümkün değil. Genetik, çevresel kodlar kaderimizi de belirliyor. Donmanın sancısını yaşıyoruz. Kaçan varsa da eskaza; gerçeklerden kaçıyor. Eviriyor çeviriyor, durumları kişisel travmasına alet ediyor.
Bana göre, dünyanın en zor hali donmak… Donmuş taklidi yapmak… Kaçmak da zor tabii… Biz yüzde yüz hayvan değiliz. Kaçtıkça, kendimize de çarpıyoruz. Düşünme, bilinç, sorgu mekanizmalarımız var.
Savaşmak aslında, bize güç verecek olan… Dayanıklılık kazanmak da… Ona çoğumuzun dötü yemiyor. Dötümüzü koltuğa çivilemeyi, uçağa bindirmeyi, kafeye oturtmayı, suya sokmayı, birbirine sürttürmeyi seviyoruz biz. O yüzden, erkek egemen kültürün hakimiyet sürdüğü bu topraklarda çoğu insana dötçü deniliyor. Biz de mesela, dötümüzü korumak adına radikal feminist olabiliyoruz kimi zaman. Serde döt var nitekim! Dötü çizdirmemek…
Bir de, erkek çocuklarına anal ilişkiyle yaklaşanlar var. Narin’den önce de vardı, sosyal medyaya da düşüyordu keza. Hahh burada Ege Bölgesi’ni, İzmir’i de alalım hatta. Bi’onların da ağızlarına oturtalım. ‘Sen hiç anal seks yaptın mı?’, ‘anal seks seviyorum’ diyen pasif agresif erkekleri var topraklarımızın. Kim bilir, gizli eşcinsel bile olabilecekleri içlerinde…
Zamanında askeri seferlere gönderilen; evlenmeleri, kadınlarla cinsel ilişki yaşamaları yasaklanan ve birbirlerini düdükleyen neferleri var. Ama sadece askerde değil; kırsalda var, meyhanede var, cemaatlerde var, otel odalarında var, vakıf binalarında var. Var da var.
Öylesi bir pislik ki bu erkeklik, erkekliğin ikiyüzlülüğü ve travması, bu güç/iktidar istenci; kimi kadınları da peşinden sürüklüyor. Ezilen, susan, dayak yiyen, hırslanan, kurnazlaşan, her türlü büyük/küçük iktidarsal yapılanmaya yakın duran, ağzıyla-vulvasıyla işi bağlayan, çeşit çeşit kadın modeli de var. Kadınların travma içinde ayrı travmaları var. Annelik bu sebeple sorgulanıyor. İçgüdüsel mi, toplumsal mı? Korumacı mı, suistimalci mi? Cinsellik barındırıyor mu, vajinismus mu? Bunlar da ayrı alt başlıklar…
Dört tarafı travmatiklerle, okumuş-okumamış cahillerle, çelişkilerle, düşmanlarla çevrili ülkede bir de Narin var. Tüm kurtların arasında küçücük bir kız…
Biz de senaryomuzda, Miraç ve Derin adlı iki karakter kullanmıştık. Derin 20’li yaşlarda, tiyatro oyunculuğu eğitimi alan bir kız… Ana karakterimiz… Miraç 7 yaşlarında ve onun kardeşi… Senaryo bir noktadan sonra delirium bir hale dönüşüyor ve aile üyelerinin ormanın diplerinde birbirleriyle yüzleşmelerine değin uzanıyor. Ülke böyle bir delirium işte!
Derin’in ormandan/kara bir delikten adeta kaçarak bir kurdu görmesiyle senaryomuz son buluyor. Biz bu mitik, tarihsel, sosyopsikolojik sembolleri boşuna mı koyduk sanıyorsunuz? Neden Leyla’nın kayboluşunu hamam böceklerinin yaşamda kalabilme kapasiteleriyle eşleştirdim şiirimde?
İklim sapmalarının, gitgide artan sıcakların etkisiyle; hamam böceklerinin her köşeden çıkmalarından ötürü olabilir mi? Hamam böceklerinin de hayvansal haklarının bulunup bulunmadığını sorunsallaştırmamızdan, Kafka’nın ‘Dönüşüm’ adlı eserini okumamızdan ötürü olabilir mi? Olayı niye böceklere, amfibilere, amiplere taşıyoruz ki; değil mi? Her şey insanın merkezinde dönüyor ya!
Yaz geç bir gazete köşesinde. Çık bir ana haber bültenine ‘at sloganını’. Taşla bir-iki ismi; özellikle de o dönemin popülerlerini’ ve al tıklanmanı geç. Üstüne bir de imza günü çak, boy boy demeçler ver. İç otunu, rakını, biranı, kahveni; yap seksini geç.
Kimin diğerinin duyguları, bedensel sıkışmaları, travmaları, varlığı umurunda ki? Kim kime yetebilir, toptan bir aydınlanma gelmeksizin? Gelse de… Işık bizleri eşitleyecek mi ki?
Başka bir yere gidiyoruz. Sonumuz yakındır. Keşke en sonumuz Narin olsaydı.