ZERRİN SARAL’LA “KÜÇÜK KIRIK ÇİZGİLER” ADLI ÖYKÜ KİTABI ÜZERİNE SÖYLEŞİ:
Söyleşen: Burçin LAÇİN ALTAY
Zerrin Saral:
Ankara’da doğdu. A.Ü İşletme Fakültesi mezunu. Akköy, Öykü Gazetesi, Patika, Varlık, yeni e, KE Dergi, Virüs, BirGün Kitap, Evrensel, Edebiyat Burada, Roman Kahramanları olmak üzere pek çok dergi, gazete ve dijital platformlarda öykü, makale, kitap tanıtım yazıları ve söyleşileri yayımlandı. Eskişehir Sanat Derneği 2020 Öykü Ödülü’ne değer görüldü. 1. Oğuz Atay Öykü Yarışması’nda (2021) Demirci Minço’nun Çırağı adlı öyküsü, ilk on öykü arasına girerek anı kitabında yer aldı. İlk öykü kitabı Küçük Kırık Çizgiler Vacilando etiketiyle Aralık 2022’te yayımlandı. 13. Türkan Saylan Sanat Ödülü, finale kalan eserler arasında yer aldı. Patika ve Çağdaş Türk Dili dergilerine 2018’den bu yana desen çalışmalarıyla katkı sunmaktadır. “10 Kadın 10 Fırça” isimli karma resim sergisinde eserleri yer aldı. (2018, Küratör, Melike Küçüksu) Edebiyatımızda Kadın Yazarlar Sözlüğü (N. Ağaoğlu, 2013) ile Öyküden Çıktım Yola (2014), Yakından Geçen Mülteci Öyküler (2018), Şehir Söner Biz Yanarız-Pavyon Öyküleri (2021), Kentin Şiir Kıyısı (Deneme, 2021), Yakından Geçen Alzheimer Öyküleri – Ama Hâlâ Benimle (2022) adlı ortak kitaplarda öyküleri yer aldı. Uzun yıllar Anadolu Üniversitesi’nde çalıştı. Hâlen Eskişehir’de özel bir şirkette çalışmaya devam ediyor. Begüm ve Zeze’nin annesi.
Burçin L.A.: Edebiyat yolculuğunuza baktığımızda Küçük Kırık Çizgiler’in beklenen bir kitap olduğunu görüyoruz. Öykülere geçmeden önce bu yolculuğun engelleri, engebeleri, zorlukları sizin açınızdan neler oldu? Kitapta bulunan öykülerin seçilme aşaması nasıl oldu, kitap için uygunluğunun kararını nasıl verdiniz?
Zerrin Saral: Yaşamın her alanında olduğu gibi edebiyat yolculuğu da emek ve ilgi istiyor. Bünyesinde sıkı çalışmayı, okumayı, sabırlı olmayı, zamanı doğru kullanmayı, sakin kalabilmeyi. Ne kadar zor olsa da. İşe gitmek, pazara çıkmak, yemek yapmak, ailenizle, çocuğunuzla vakit geçirmek zorundasınız bir yandan. Tüm bu koşuşturmanın içinde aklınızı kurcalayan bir yazar, bir metin, bir cümle, bir kitap hep vardır. Olmalıdır da. Yolda karşılaştığınız engeller, engebeler, zorluklar yaptığınız işe dâhil bir şekilde. Sizi sürekli şaşırtır, şaşalatır kimi zaman duraksatır. Önemli olan devam edebilmek. İnsan olma serüvenimde haksızlıkların karşısında direnenleri, kabul görmeseler bile inandıklarını sanatlarında sürdürenleri izlemeyi seçiyorum. Biliyorum ki aklımı kurcalayan o metin, o yazı, o kitap, o yazar işte her şeye rağmen belleğimde.
Küçük Kırık Çizgiler, (neredeyse tamamı) önceden planlayarak yazdığım on iki öyküden oluşuyor. Günlük yaşamda çeşitlilik gösteren roller, kimlikler üzerinden yol aldım. Modernitenin dayattığı roller ama kadın karakterler üstünde biraz daha yoğunlaştım. Yaşamda karşılığı, meselesi olan metinler. Bir o kadar hayattan süzülüp gelenlerle kurgunun sarmalı, uç vermesi. Sanırım yaşama gösterdiğimiz duyarlılığa başka bir duyarlılık olarak karşılık geliyor, yazmak.
Burçin L.A.: İlk bakışta sade, yalın dille yazılmış metinler gibi görünse de şiirsel dilin; öykülerin içine fark ettirmeden gezinmesi düşünselliğin yanı sıra ruha da dokunarak öykülerin etkisini arttırıyor. Betimlemelerin sade ve yoğun olmasıyla, tamlamaların da anlatımı zenginleştirdiği öyküler pek çok konuda kurgulanmış, tam olarak hayatın içinden diyebileceğimiz olay örgüsüyle içsel bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Öykülerdeki kurguyu oluştururken hayatın hangi yönlerinden besleniyorsunuz ve sizi etkileyen, yazmaya değer gördüğünüz kurguyu nasıl seçiyorsunuz?
Zerrin Saral: Öncelikle yazdığım metinlere dair tespitleriniz için çok teşekkür ederim. Sözünü ettiğiniz bu içsel yolculuk evet hayatın içinden diyebileceğimiz olay ve konulardan doğuyor bir şekilde. Toplumda, yaşamda beni etkisi altına alan durum, duygu ve an’lara farkında olmadan odaklanıyor onları topluyorum. Bir söz, bir cümle tetikliyor ve bir şekilde gerisi geliyor. Ama elbette öncesi sarsıyor. Öykülerde yer alan karakterler, kendileri olma yolunda yaşamda zikzaklar çizse de umudu yaşama azmini elden bırakmayan karakterler. Bir şekilde güçlü olduklarını biliyorum. Özellikle kadın karakterlerin. Yer yer sesleri yükselir Şarlo Pavyon’da Yaso karekterinde rastlarız. Bozkırda Son Kuşlar öyküsünde, sevgiliyle gitmeyi değil yaşadığı taşrada mücadelesine devam eden bir kadın karakter vardır. Güneşe Çıkmak İstiyorum’da yaşama olan inancını annesiyle yenileyen, iyileşen bir başka karakter. Ninni’de çocuk gelin olan ve annesinin hikâyesinden sıyrılıp yolunu sanata aydınlığa çeviren bir kız çocuğu karşılar bizi. Karakterlerin gücünü en yalın haliyle kendiliğinden ortaya çıkarmaya çalıştım. Kendi bakış açımla ve üslubumla.
Yazarken önce üzerinde yazmak istediğim duyguyu buluyorum. Yukarıda adı geçen kahramanların alt metninde bir varlık bulma, kendini yoklama, yoklanma çabası var. Bu çaba karakterlerin kendi dışında yan karakterlere yönelişiyle ortaya çıkıyor biraz da. Öyküde çatışmanın başladığı yer burası daha çok.
Burçin L.A.: “Biri yeniden doğduğumu söylüyor. Yeniden doğduysam, demek ki önce öldüm. Ölmeden önce yaşıyordum o halde.” cümlesi gibi öykülerin içinde yaşamla ilintili olarak birçok felsefi cümle yer alıyor. Elbette ki yaşanmışlıkların ve hayatı çözümlemenin etkisi büyük ancak felsefenin temelini oluşturan öğelerin de düşünmeye ve sorgulamaya yöneltmesi yönünden öykünün derinlikli olmasını da sağlıyor. Bu bağlamda sizce felsefenin öyküdeki yeri, kapladığı alan nedir, ne olmalıdır? Ayrıca felsefi olarak beslendiğiniz eserler ya da filozoflar kimlerdir?
Zerrin Saral: Okuduğum ya da yazdığım öykülere konu olan hikâyelerde ontolojik bakış açısını ve sanatın farklı alanlarıyla karşılaşmayı ya da bunu sağlamayı önemsiyorum. Sanatın farklı dallarından beslenmeyi ve edebiyata yedirmeyi. Metne kazandırdığı katmanı ve ritmi de. Altta yatan bütünleştirici bir ritim bu. Felsefi bakış açısının, zihni esneten, düşünmeye sevk eden sözcüklerden önce düşün gücünü, algıyı, ahengi berrak bir şekilde akıtmasına yardımı büyük. Ama amacını da aşmamalı diğer yandan. Yoksa öğreti ve didaktizmin altında kalan kurmaca neye benzer bilemiyorum.
Jung’un kollektif bilinçaltını oluşturan arketip ve modelleri oldukça ilgimi çekiyor. Arketipleri sembolize etme şekilleri, mitolojiyle kurduğu bağlar, ortaya attığı pek çok ilke, karakter yaratımından, derine odaklanmaya, hayata hatta evrene daha yakından bakma, yakınlaşma imkânı sağlıyor. Alfred Adler’de bir o kadar okuma evrenimde yer kaplıyor. Orhan Koçak ve Nurdan Gürbilek’i de anmadan geçemeyeceğim.
Burçin L.A.: “Bizim mutlu olma şansımız yok, keşke bu kadar anlamasak… Anlamayanlar gamsız sürdürüyorlar hayatlarını…” cümleleri gibi altı çizilecek değerde birçok cümle barındıran öykülerden oluşuyor kitap. Oldukça bireysel çizgide kalpten bir parça taşıyor, hislerle ilerliyor; bazen melankolinin sınırlarında dolaşıyor bazen de yaşamı olduğu gibi kabullenmenin huzurunu yaşatıyor. Çocukluk, gençlik ve çokça ihtiyarlık zamanı, gelip geçen ömrü ve ölümü de işaret ediyor. Bazı öykülerde aynı şekilde geçen “Hasta, yaşlı ve huysuzları seviyoruz.” ifadesi ihtiyarlıktan doğan olumsuz huyların da insana özgü ve kabul edilebilir olduğunu yansıtıyor. “Yalnızlığın yanına ilişen ihtiyarlık, eski zaman insanlarına özgü bir nezaket…” gibi ifadeler de geçmiş zamana özlem, yaşadığımız çağın güçlüğüne gönderme niteliğinde gözleniyor. Bu kadar hayatın içinden ve tamamen hislere hitap eden dille yazılan öykülerin aslında yaşam boyu atlatılamamış travmalarla kesiştiğinin gözlemlendiğini ve bunlar hayatın kırık çizgileri olduğunu, söyleyebilir miyiz?
Zerrin Saral: Atlatılamamış travmalar olduğunu değil ama yaşamda yer alan kırık çizgiler olduğunu evet söyleyebiliriz. Öykü kişileri bir şekilde yaşadıkları travmaların üstesinden geliyor, durdukları yeri, yönlerini bir şekilde başka noktalara çevirmeyi başarıyor. Her birinin yaşam karşısında sakar adımlarla yol almaları, sendelemeleri başka bir deyişle zikzaklar çizerek var olmaya çalışmaları kitabın adını belirlememde etkili oldu. Karakterlerin kendilerini algılama şekilleri, hikâyeleri…
Okura mesaj vermekten çok yolun sonuna gelmiş öykü kişilerinin direnç gösterdiği varlık bulma, alanını koruma çabasını öne çıkarmaya çalıştım. Bir de bunu yaparken yardım aldıkları yerin aslında geçmişleri olduğuna dikkat çekmeye özen gösterdim.
Burçin L.A.: Öykülerde kullanılan anlatıcının genellikle ben dilini kullanan anlatıcı ya da ikinci ve üçüncü şahıs anlatıcı olduğu gözlemlenmektedir. Öykülerde kullanılan dili seçerken dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir? Öykülerde kullanılan dile kurgunun nasıl bir etkisi vardır?
Zerrin Saral: Öykü yazarken birbirinden farklı anlatıcılar kullanmayı tercih ediyorum. Hangi anlatıcıyı kullanacağıma çoğunlukla öykü kişileri kendileri karar veriyor. Denediğim çok oluyor. Karakter kendini en doğru hangi dille ifade edecekse onu seçiyorum. Yaşamı bir şekilde dille kavrarız. Dille görür, dille duyar dille kurar, dille anlatırız. Ortaya çıkan her düşünce/kurgu dille alışverişini sürdürür. Çalışmayı gerektirir. Dolayısıyla dil işçiliği bir deneyimdir. Dediğim gibi deniyorum. Evet, ikinci tekil anlatımı da seviyorum, kitapta iki öyküde iki farklı şekilde kullandım. Necip Tosun, bu durumu güzel açıklar. “Yazar, bir öyküyü oluştururken, hikâyeyi kimin anlatacağını, nasıl anlatacağını; kahramanın dünyayı, eşyayı nasıl algıladığını belirler. Bu tasarı, yazarın anlatımda, metinde bir odak belirlemesinden başka bir şey değildir. Yazar odağını ve bakış açısını oluşturduktan sonra bu zaviyeden hikâyesini anlatır. Yazarın en hayati tercihi budur: Olayı kimin bakış açısından anlatacaktır. Bu seçim aynı zamanda yazarın tarafını ve öyküden beklentilerini de belirler. Çünkü öyküyü kimin bakış açısından anlatacağını bu beklentileri doğrultusunda oluşturur.”
Burçin L.A.: Öykü kitabınızda dikkat çeken bir başka özellik, icatlar. “Güneşe Çıkmak İstiyorum” öyküsündeki “Küf Küf” hastalığı gibi. Zaman tekrar tekrar ölüyor ve doğuyor, bu öyküde. Zihinlerde düşünmeye sevk eden bu gibi durumlar da öyküyü anlamlı kılan detaylar. Ayrıca Bilge Karasu’nun “Ne Kitapsız, Ne Kedisiz” kitabını anımsatırcasına kedinin sayfalarda gezinmesi de sıcaklık, ev hissini yaşatıyor. Öykülerde farklı olarak genel bir durum anlatırken birden öze, en içe dönüyor ve bu da öyküye sıkıca tutunmayı sağlıyor. Öykülerin bütün bu özelliklerin oluşum aşaması nasıldır? Önce icatlar ve durumlar bulunup öykü ona mı yazıldı, yoksa yazarken mi oluştu?
Zerrin Saral: Durumu icat olarak tanımlamanız çok hoşuma gitti bu arada. Sanırım bu öyküde kurduğum kendime has dünyanın içinden doğuyor. İcatlar yani. Nasıl olduğunu ben de anlamakta zorlanıyorum bazen. Önceden planlamadım, keşke öyle olsa. Yazarken o havayı ne kadar, nasıl soluduğumla alakalı belki de. Yazarken çıkıyor bir şekilde. Küf Küf diye bir hastalığın olup olmadığını araştıranlar, soranlar oldu. Küf Küf’ler öyküdeki atmosferi görsel ve içsel olarak en iyi anlatan metafor olarak kendini var etti.
Burçin L.A.: Atilla İlhan’ın kurguya, kurgunun derinliğine dikkat çeken sözüyle başlıyor ve bazı öykülerde Lale Müldür, Barış Bıçakçı, Ece Ayhan gibi şair ve yazarların sözcüklerinin öykülerce gezdiği gözleniyor. Örnek olarak “Can Çekişiyor Hüma Kuşu” öyküsünde de isminden de anlaşılacağı üzere şiirselliğin oluşumu, benzetmelerden yararlanarak metaforların yoğunluğunun ön planda olmasıyla sağlanmış. Alıntıların eserleri tanımlamasının yanı sıra az da olsa kullanılan alıntıyla bağdaştırmada oldukça başarılı öyküler. Öyküde kullanılması gerektiğini veya alıntının ne olacağını nasıl belirlersiniz; yazarken mi oluşuyor, önceden mi belirleniyor?
Zerrin Saral: Evet epigrafların öyküyle bağ kurması, örtüşmesi önemli. Bunun için küçük keşifler yapmak gerekiyor. Yazma esnasında ya da bittikten sonra. Ama genelde bittikten sonra. Kullanılması gerekli mi, şart mı, elbette değil. Şimdi olsa bu sıklıkta kullanır mıydım, doğrusu çok emin değilim.
Burçin L.A.: Jean Pierre Jeunet’in Amelie filmindeki “İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.” sözünü ben de çok sevdiğim için özellikle sormak istedim. O ve Mada öyküsünde ilk paragrafta “Hiçbir şey ölmemiş, her şey dipdiriydi.” cümlesinin ölümün öncesinde, kayıpların öncesinde beliren güzel olan bütün hislere sahip olma, acıyı henüz tatmamanın bir servet olduğuna işaret ediyor. Çocukluğun hayattan habersizliğiyle ölüme yenik düşen karakterin ben diliyle sakince anlattığı öyküde “Hangi yaşta kaldım ben?” ifadesi de geçmişteki mutluluk ve huzura özlemi işaret ediyor. Öykülerde zamanın geçişlerini, kullanılan zamanın oluşturduğu aidiyet hissini yaratırken nelere dikkat ettiniz?
Zerrin Saral: Yazarken farklı zamanları, farklı tekniklerde birlikte kullanmayı seviyorum. Minço’nun Demirci Çırağı, zaman geçişlerinin en yoğun olduğu öyküdür mesela. Evet insan bazen zamanı durdurmak istediği yerde olmayı arzu eder. Ama sadece arzular, o kadar yani. İstediği an, bilse gerçekleşecek o aidiyetlik sanırım ürkütür. O ve Mada arka arkaya yaşanan büyük kayıpların ardından yazılmış küçük bir ağıt. Dolayısıyla zaman kavramının yittiği, kaybolduğu başka bir zaman var artık. Öykü gerçekliğinin izin verdiği ölçü bellidir burada. Öykü de bu noktada doğmayı başarıyor, diye düşünüyorum.
Burçin L.A.: Küçük Kırık Çizgiler ismiyle hepimizin hayatında olan kırılmışlıkların ifadesi gibi… Kapakta ise yaşamı, zamanı ifade edercesine çizilmiş kırmızı küçük kırık çizgiler üzerinde dans eden balerin sanki buna işaret ediyor. Yaşamda her ne kadar kırılsak da ne kadar dönüm noktası olsa da bunları aşmanın nahif anlatımıyla adeta umut vaat ediyor. Son olarak sizin kapak ile ilgili düşüncelerinize değinmek istiyorum.
Ayrıca bu güzel söyleşi için size teşekkür ederken, Küçük Kırık Çizgiler’e edebiyatımıza umutla geldiği için, uzun ve güzel bir edebi yolculuk diliyorum.
Zerrin Saral: Umuda açılan öyküler olması benim için önemliydi. Yaşama bakış açımla örtüşmesi. Kapakta yer alan küçük balerin kızın çizgiler üstünde dans etmesi, simgesel olarak yerini buldu. Kapak tasarımı Umut Durmuşoğlu’na ait. Bu soruyu cevaplarken buradan bir kez daha kendisine teşekkürlerimi yolluyorum. Kapak seçiminin sade ve minimal seviyede olmasını önemsedim. Pek çok çalışma yapıldı ama kitabın ana izleğini, duygusunu en iyi şekilde yansıtan son çalışma bu oldu.
İtinayla hazırladığınız bu harika sorular için size ve Sinada’ya sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu söyleşi Sinada Dergisi’nin 43. Sayısında yayımlanmıştır.