HİLAL VAROL
“İnsan ölümlü ve hayatın bizi bir yerlerde beklediği yok. Zamanın umuru bile değildik.” diyen Sepin Sinanlıoğlu’ nun adını görünce büyük bir yasla sıkışıyor kalbim. Kaleminden, yastan başka bir şey dökülmez gibi geliyor bana hep…Saçının telinden ayak uçlarına kadar yasla doluymuş gibi, hiç geçmeyecekmiş ama bir yandan da o yazdıkça ve biz okudukça sağalacakmış gibi…
Sepin Sinanlıoğlu’ nun ilk romanı “Hoyrat”, kendisini hoyrat kullanana tahammülü olmayan hayatın romanı olmuş tam da.
Miran’ın annesinin rahmini paylaştığı ağabeyi Kevork’un yasından teyzesinin yasına, babasının yasından sokakta bulduğu bir güvercinin yasına, dedesinin yasından kaldığı pansiyonun sahibinin yasına, en sonunda da Leylasının yasına kadar yastan yasa sürükleniyorsunuz roman boyunca. Her satırda yüreğiniz sıkışıyor. Zamanı sorguluyorsunuz. Kaçırdığım bir şeyler olmasın korkusuyla dönüp kendi hayatınıza bakıyorsunuz. Roman katman katman her karakteriyle sizi içine çekiyor tüm yaslarda. “Zamanı hoyrat kullanmak sekizinci günah.” sa eğer ben bu hataya düşmemeliyim dedirtiyor okura. Anne yarasını göbeğinde bir sızı gibi hisseden Miran’ ı içine düştüğü kuyulardan çıkaran Leyla’nın aşkına hayran kalırken, Miran’ ın kuyusundan kopamamasına sessiz çığlıklar da atıyorsunuz aynı zamanda. Evlatlarında istemeden de olsa yaralar açan annelerin de aslında açık yaraları olduğunu, olabileceğini görmek, anlamak lazım, derken buluyorsunuz kendinizi.
Miran, bir türlü aidiyet hissetmeyen ruhuyla bizi İstanbul, Kınalıada, Bitlis ve Midilli sokaklarında gezdiriyor; hepsinin yemeklerini tattırıp kahvelerini yudumlatıyor. Yakın tarihe dokunup Azınlıkların yaşadıklarını hatırlatıyor. Bitlis’te kuzenine emanet ettiği yaralı güvercini kafası bembeyaz bir kedi öldürünce Hrant Dink’e bir selam çakıyor.
Yazar, Miranla bizi Bitlis’e götürmüşken Saroyan’a da gönderme yapmayı unutmamış. Bitlis’te suyun başında bendir ve duduk çalan adamla başlayıp Galata’daki seyyar satıcı arasında bir köprü kurarak bize Saroyan’ı resmetmiş.
Roman boyunca Miran’ ın kendi yaralarını sağaltmaya çalıştığını görüyoruz. Yeri gelmiş dede mesleği marangozluğa sarılarak yapmaya çalışmış bunu, yeri gelmiş Leylasına sarılarak. Annesinin açtığı yaraları ise, aile yadigarı bir piyanonun daha doğrusu harmanyumun peşine düşünce, bu yolda, asıl annesinin yaralarını iyileştirerek iyileştirmiş. Ne zamanki harmanyum annesinin evinin ortasına yerleşmiş, sanki bazı taşlar yerine oturmuş her şey yerli yerini bulmuş gibi hissetmiş Miran. Babasının açtığı yaralarsa, ancak ondan yadigar bir oyuncağa ulaşınca sağalabilmiş. Oyuncak, Miran’ın atölyesinden çıkıyor hem de. Miran ne zaman atölyesine kapansa ahşap kokusunu içinize çekiyorsunuz adeta. Lakin eski bir koku bu. Modern, yeni ürünler üretmiyor Miran atölyesinde, kolaylıkla tahmin edeceğiniz gibi. Yine eskiyle haşır neşir. Sanki hayatında yeni bir şeye yer açmamaya yeminli gibi. Sadece eski olanla nefes alabiliyormuş gibi.
Bir yerde: “No’lur Meryem yalvarırım sana” dedi içimdeki küçük Miran’ın kilise sesi. Meryem’e ilk ve son yakarışım acısına dayanamadığımda beni de öldürmesi için olmuştu. Samimi değildim, ölmek isteseydim gider kendimi bir yerden atardım. “Beni de öldür!” demek aslında “Acımı al, dayanamıyorum.” demekti, diyen Miran aslında çoğu zaman hepimizin yaptığı bir şeyden bahsediyor tüm içtenliğiyle. Hangimiz yapmıyoruz tüm can acımıza rağmen, bu, ölmekten iliklerimize kadar korkarken sanki cesurca gidebilecekmişiz gibi ölümü istediğimiz yakarışı inandığımız her neyse ona.
Her satırda Leylasına kavuşması umuduyla peşinde gezdiğimiz Miran, romanın sonunda asıl iyileşmeyecek olan yarasını bize gösterme cesaretini buluyor artık kendisinde. Müslüman mezarlığında, kuyusunun içinden asla çıkamayacağına artık inandığımız Miran, bir küçük çocuğu, elindeki uçan mavi balonla mutlu etmeye çalışırken yine zamanı doğru şekilde değerlendirmemeye gönderme yaparak göğe yükselen balonun arkasından bakakalıyor sanki.
O sırada kulaklarımızda bir şarkı, hepimizin bildiği:
“Bir küçücük aslancık varmış
Kırlarda koşar koşar oynarmış.
…”