BURÇİN LAÇİN ALTAY
Sait Faik Abasıyanık, insanlar içinde bir insan… Halktan sıradan yaşamdan kopmayan, kopmak istemeyen hatta sanatın gerçekçilik kazanmasında büyük önemi olduğunu savunan Sait Faik, öykülerinin ikna ediciliğini de böyle başarmıştır. Sanatçı olarak kibirden uzak, sanatı sadece yazılarında gösteren, gözlemleriyle sokağın nabzını tutan, kalbini duyan içtenlikten ödün vermeyen yazarımızdır. Sait Faik Abasıyanık öykücülüğü bu yüzden inandırıcı, samimi, okuyucuyu her zaman zihninin, kalbinin bir yerinden yakalar. Ilıman iklimleri sezdiren fikirlerinden doğan betimleme ve benzetmeleriyle hafızalarda sevecen bir iz bırakır. İnsana özgü, insanın doğasından yola çıkarak toplumsal yozlaşmaları da nahiflikle aktarır. Elbette ki bütün öykülerde bir derdi vardır ancak bu ilk etapta dilinin güzelliğine kapılıp ya da normal bir olay gibi aktardığı için anlaşılmaz. Öykü bittiğinde garip bir sızı hissettirir.
Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in, 1948 yılında yayımlanan dördüncü öykü kitabıdır. Öyküleri şehirde, İstanbul’da, Rum mahallerinde geçen öykülerden oluşuyor. Genellikle ben diliyle anlatılan öykülerde oluşturulan karakterlerle bütünleşip onların hayal gücüyle kurgusunu zenginleştiriyor. Yaşamın içinden öykülerle, yaşamda insanlarda göremediğimiz yoksunlukları, hüzünleri kendine has sakin anlatım üslubuyla, düşünce ve hisleri de katarak gösteriyor. Sait Faik, Lüzumsuz Adam kitabında, daha halktan, daha insan odaklı öykülerle, devrik cümlelerle de farklı bir tarza geçiş yaparak sıradan öykücülükten kurtuluyor ve yeni nesil öykücülüğe ön ayak oluyor. Kitabın kapak görselinde ise kapısı açık kafeste küçük bir kuş resmediliyor. Kafeste ancak çıkma imkânı varken çıkmaması insan ile özdeşleştirilse insanın kendini, ruhunu hapsetmesi hatta kendinden kurtulamaması olarak açıklanabilir.
Lüzumsuz Adam kitabındaki bazı öykülerin seslenişini duymaya çalışalım;
LÜZUMSUZ ADAM
Lüzumsuz Adam kendine sıkışmış bir karakterin mahalle izleğiyle dışa dönme arzusu da olsa bir sıkışmışlığı anlatıyor. Lüzumsuzluğunun; yaşamı, önemsedikleri, aslında önemsiz her detayın birleşerek yaşamın kendisini oluşturduğuna işaret ediyor. Kahramanımız Mansur Bey ağzından ben diliyle anlatılan öykü “Ben bir acayip oldum.” cümlesiyle başlıyor. Burada bir değişimden bahsediyor elbette ama değişmeye çalıştığı için fark ettiği haline bir sitem olarak da yorumlanabilir. Aslında ait olmaya çalıştığı yere, mahalleye hiç ait olmamasını da içten içe sezdiriyor. Mekânların gelip geçici olduğunu aslolan ruhun aidiyet hissi olduğunu fark ettiriyor. Karakterimiz mahalleden uzun zamandır çıkmaz, mahalleyi de dört sokak ve evinin olduğu bir çıkmaz sokak olarak anlatır. Çıkmaz sokak da metafor olarak kullanılırken bir çıkmaza hapsolan ruhu anlatır, karakterin sıkışmışlığını güçlendirir.
Mansur Bey, mahalleyi sokak sokak gezerek, neler olduğunu, kimler olduğunu ve özelliklerini anlatmaktadır. Önce kahvedeki Fransızca konuşan Frenk’le Yahudi kırması kadından bahseder; kadınının ona yaptığı kapiçinadan, Fransızca sohbetlerinden ve anlamadığı kelimelere akşam evde bakarak meşguliyetinden… Gazinodan, çalgıcılardan, Laz gazinocudan buradaki güzel kızlardan, sonra bu sokaklardaki kitapçıdan, her gün çorba içmek için gittiği işkembeciden ayrıntıyla söz eder. Lokanta hakkında şöyle demektedir:
“Lokantada memnu meyvelerle yemekler satılır. Her akşam aynı melankolik, garip adamlarla kadınlar geliyor. Belki de kurbağa, fare, karga, kedi, köpek, insan eti yiyorlar.”
Yaratıcılığın gerçeküstücü tavrını burada ortaya koyar ve farklı olduklarına uçlarda bir hayal gücüyle aktarır. Sonra girmekten korktuğu sokaktaki bacaklarından öpmek istediği esmer, Yahudi kızdan ve bu yüzden onu tehdit eden marangozdan uzunca bahseder. Manavı, pastaneyi de unutmaz.
“Meyhaneden çıkınca yanıma, bırakılmak istenen metresler talihsizliğiyle sokağım sokulur. Zavallı sokağım!” der ama anlıyoruz ki sokağı aslında hayatı… Mahallenin gündüzünü, gecesini, bütün her şeyiyle anlatır. Mahalle ona yetmektedir gibi gözükse de bir boşluk hissi hep onunla birlikte gezinip durur. Yalnızdır nihayetinde ve kendini ait hissetmek istediği bir şeyler aramaktadır. Bulduğunu sandığı aslında yanılgıdan ibarettir.
“Yedi senedir bu sokaktan gayri İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış -ne bileyim, bir şeyler işte- gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Mahalle gene ne olsa mahalledir.”
İnsanların, kötülüğün, kalabalık ve yozlaşmış bir düzen olduğunu dile getirse de asıl korkusu yalnız olmak, onu tanıyan kimsenin olmaması, aç kalsa bakacak bir eş dost olmamasıdır. Bu yüzden tek sığınağı mahalledir. Ancak öykünün sonuna doğru mahalleden dışarı çıkar, İstanbul’un geçtiği semtlerini sayar ve etrafta nelerin olduğunu hatırlamaya çalışırken şöyle der:
“Şuralarda bir hamam vardı dedim kendi kendime. Yıkılan o hamammış. O sıra vücuduma bu hamamda yıkanmak kaşıntısı geldi. Yedi senedir yıkanmamıştım. Yıkanmak aklıma bile gelmemişti. Beni bir kaşıntı aldı, bir kaşıntı!.. Bitlendim gibime geldi. Bir hamama girdim. Bir yıkandım, bir yıkandım! Fitil fitil de kir çıktı. Ama ben de rahat ettim. Aman, bir terlemişim! Ellerimi nereye sürsem elimde deri parçası mı, yağ parçası mı, kir parçası mı, ne bileyim bir şeyler kaldı. Şaştım kaldım insanoğlunun bu kadar çörü çöpü olmasına… Bayağı kabuk bağlarmışız.”
Yıkanmaması hatta yıkanmayı unutması kendinden nasıl vazgeçtiğini gösterse de birkaç hayal yaşama sevincinin peşinden gitme isteği derinlerde bir yerlerde ruhunun yaşadığını sezdiriyor. Yıkılan bir hamam da metafor olarak yıkılan bir hayatı, her şeyin sonunda eskiyip yitirileceğini hissettiriyor. Pasajın sonunda kabuk bağlamaktan bahsettiği beden ve ruhun özdeşleşmesi, böylece yaraya bağlantı kurulmasını başarıyor. İçine kapanık olarak tahayyül edilen karakterin iletişim çabası içinde olduğunu görüyoruz. Öykünün en sonunda bahsettiği hayallerle yaşadığını hayattan memnuniyetsizliğini okuyucuya aktarıyor.
“Bir ara ne düşündüm bilir misiniz? Şu bizim dükkânla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada, dışarı siparişlerini gören kız vardı ya -hani alnı dar olanı- onu metres tutayım. Bir sene sonra da öleyim. Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek’le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım, kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.”
Yaşama arzusunu bastıran kendini sıkıştıran insanları zihninde büyütürken kendini küçülten karakteri anlatan insana ait durumların yansımasını sunduğu bir öykü olarak yorumlansa da herkesin derdinin ruhuyla, yalnızlığıyla olduğunu da söyleyerek okuyucuya kendini sorgulayan düşüncelere sevk ederek bitiyor. Kapakla da bağdaştırırsak kendine insandan, mahalleden bir kafes yaparak mahkûmiyeti yaşatıyor.
MÜRÜVVET
“Kocamustapaşa’da Sünbüllü Kahve’de deri amelesinden Osman Ağa ile oturuyorduk.” cümlesiyle başlıyor öykü. Karakter yine ben dili anlatmaya başlıyor ve o anda kahvede olan biteni şöyle anlatıyor:
“İçime bir bardak çaydan akan saadeti tamamlayacaklarmış gibi iki Çingene kızı Sünbüllü Kahve’nin bahçesine girdiler. Ne güzel yürüyorlardı. O ne salıntıydı! Ne kıvraktılar!.. Kahverengi gözlerine ağır, koyu esmer gözkapakları ağır ağır; güzel, şiirle dolu hazin bir piyesten sonra inen tiyatro perdeleri gibi iniyordu. Kalın dudakları bir taze incir rengi ile siyah, ballı…”
Çingene kadınlarla aralarında olan diyalogdan sonra “Kızlardan siyah saçlarında bir bakır rengi yanıp sönen, taze kabuklu cevizin ellerde bıraktığı lekeler kadar kırmızımsı siyah saçlı kız” olarak tasvir edilen Mürüvvet olduğunu öğreniyoruz.
Osman Ağa anlatmaya başlıyor bu kez, yine ben diliyle ancak anlatıcı değiştirerek ilerletiyor öyküyü yazarımız.
“Küçük Hüseyin bir Urumeli havası tutturmuştu. Ben açık pencereden bakardım. Ortalık sakindi. Deniz insana kasvet verirdi. Denize bakınca gamım dağılırken bu akşam neden böyleydim? Bu oğlan da böyle akşamlarımı mı bekler, nedir?”
Sitemle karışık Hüseyin’le ilgili bir derdi olduğunu anlıyoruz. Öyle acı ki ilk anlatıcı anlatamıyor, ikinci anlatıcı anlatıyor olayı. Başlamadan önce şu sözlerle hazin hikâyeye hazırlıyor adeta okuyucuyu;
“Küçük Hüseyin’e baktım. Dudağının kenarı yaşarmıştı. Gözü yumulmuş, yüzü buruşmuştu. İçimden ılık ılık bir şey aktı. Kana benzer bir şeydi. “İçim kanıyor, dedikleri bu mu?” diye fikrimden geçti.”
Vaka şöyle diye başlıyor; Yarma makinesine elini kaptırarak yamyassı olan Hüseyin’in hastanende kangren olmasıyla omzundan kesilerek kolunu kaybetmesi. Tazminat için savaşsa da avukata para bulamıyorlar ve Osman Ağa fabrika patronu Haşim beyle arayı bulmak için uğraşıyor ve patron Hüseyin’in bilerek yaptığını öne sürüyor. Hüseyin’den de bu acı gerçeği öğrenince patrondan aldığı parayı geri veriyor. Hüseyin’i evden kovuyor. Sonra Osman Ağa pişmanlığını öykünün sonunda şöyle dile getiriyor:
“Sonracığıma pişman oldum. Bir hesap ettim. Haşim senede en az yüz bin lira kazanıyordu.Üç yüz lirayı şopar Hüseyin’e çok görmüştüm. Ömrümde bir tek yalan söyleseydim, işte durmadan kaşını gözünü övdüğü şu Mürüvvet’i almış olurdu, dedi.”
Osman Ağa’ya son sözünü söyleterek yine ilk anlatıcıya dönüyor ve bitiyor öykü. Hem iş kazaları, hem haksızlıklar, hem işçilerin çaresizliği hem yok yere mutsuz, umutsuz, kederli bir hayatı yaşamak zorunda kalan yoksulların dramını oldukça dinamik sürükleyici bir şekilde işliyor. Ve yine sevgiyle, sevgiliyle mutluluğa ulaşılacağını Mürüvvet ile bağdaştırarak yapıyor.
İP MESELESİ
“Arkasına şöyle bir bakınca epey yol almış olduğunu gördü. Şehir çoktan kaybolmuştu. O tarafta pis bir ufuk parçası hareketsiz birikmişti. Bu, bulut değildi. Pis bir hava birikintisiydi. Şehir bu esmer tülün içindeydi.” cümlesiyle başlıyor öykü.
Başlangıçta tek bir karakter üzerinden Tanrısal dil ile anlatılan öykü geniş bir yelpazede şehrin keşmekeşini, yoksulluğu, çabayı ve yaşama dair birçok olguyla devam ediyor. İlk cümlede şehirde nefessiz kalmayı, üstünde biriken pis hava, şehrin kötülüğünü esmer bir tül içinde benzetmesiyle ustada yapıyor.
Şehre uzaktan bakmayı başaran karakterin iç monolog ile önceki anılarını şöyle aktarıyor:
“Şehri bırakmak, ondan usanmak, onunla didişmemek erkekliğin şanından mıydı? Ama ne yapsın? Yapamıyor işte. ‘Hayat mücadelesi’ dedikleri kaypak şeye onda mani olan bir şey var. Kime sorsa, ‘Yapamazsın bu işi, edemezsin bu haltı,’ diyorlar. ‘Neden?’ diye sorduğu zaman, ‘Alışmamışsın . . .’ der demez, kendilerinin nasıl alıştığını soracağını hemen kavrayarak, ‘Bu yaştan sonra da alışamazsın,’ diye ilave ediyorlar.”
Anlıyoruz ki şehirde, onca insanın ekmek bulduğu yerde, kendine bir yer edinememiş ve gidiyor. Gitmek istediği zamana, yaşadıklarına dönüyoruz. Karakterin garibanlığını iş arayışından, bunca insanın nasıl para kazandığından, yaptıkları müspet işlerin merakıyla anlatıyor. Şehirde bir yer edinmek istese de korkuyor. Başka insanlarla, özellikle kadınlarla uzaklığından yalnızlığını anlatıyor.
“Öyle hırsızcasına hırsız, öyle namussuzcasına namussuz, öyle alçakçasına alçak bir adam olmak isterdi ama, kolay mıydı? Her şeyi, o da her şeyi para ile satın almak daha kolaymış gibi fakir mahalleye doğru yola çıkardı.”
İstediği, dilediği hiçbir şeye ve hiç kimseye ulaşamamanın verdiği derin güvensizlik ile yavaş yavaş kaybolan ruhundan gururundan şehirdeki karmaşadan yararlanarak aktarıyor. Karakterimizin hamallık yaptığı zamanda iftiralar yüzünden elinde tek kalan ipini de kaybediyor. Ve biliyoruz ki bu son noktada şehri terk ediyor.
Burada güzel bir ayrıntı şu cümlelerde saklanıyor:
“Hamal belki de bu ipi çalmış, bir arkadaşına satmış, parasını yemişti. Banane, işin orasından? Neden o kadar sarardı, neden parmaklığa dayanıp bomboş bir gökyüzüne, kalabalık insanlara korku ile baktı? Bu korkuyu, bu korkunç korkuyu şehirlerde tatmak kabil. Gitmeli, uzaklaşmalı, hiçbir şehirde durmamalı.”
Yazarın kendi sesini duyuyoruz burada, önce kendisi sonra karakterin tarafından anlatıyor. Tutunacak hiçbir umudu kalmayan karakterin son durumunu öykünün son cümlesi anlatıyor.
“Dudağının kenarında bıçak yarası gibi bir çizgiyle güldü.”
KAÇAMAK, PAPAĞAN, KARABİBER
Kaçamak Fatma, Papağan Rıza, Karabiber Ahmet karakterlerinin özelliklerini, güzelliklerini aşk üçgeninde birleştiriyor bunu da anlatmak anlatıcımız gazeteciye düşüyor. Halktan bir hikâye de yine eksik olmayan kargaşa da kadınların ezilmişliğini ve bunun süregeldiğini anlatan bir öykü.
“Hani derler a, mavi gözlüler esmerlere, esmerler mavi gözlü sarışınlara düşkündür. Bu laf doğru çıktı. Kıza âşık olmayan esmer delikanlı, delikanlıya vurgun olmayan esmer kız kalmadı.” Sözleriyle Fatma ile Ahmet’in aşkını anlatırken araya Rıza giriyor.
“Büyük mesele Rıza’ların mahalleden başka yere taşınacakları gün çıktı. “Kaçamak Fatma” ismi verilen sarı kız gebe olduğunu iddia etti. Bunu da Rıza’ya yükledi.”cümleleri vuruyor okuyucuyu, neden diye düşünürken işin aslı ortaya çıkıyor.
“Rıza inkâr etmiyordu. Hem keyifli hem içkili olduğu bir gece yarısı, kendi evine girerken Fatma’nın penceresini şöyle itivermiş, içeriye balıklama dalmıştı ama…”
Sonuçta hamile olan Fatma hastalanıp doktora gitmeye başlıyor. Yeni mahallesine uyum sağlayamayıp eski mahallesine kaçıp duran Fatma, hastalanan birine doktordan bahsediyor ve Ahmet’in Fatma’ya küs olan kardeşi doktorla arasında bir şey olduğu imasıyla Ahmet’e söylüyor. Ahmet’te bunu Rıza ya anlatınca olanları soğukkanlılıkla aktarıyor.
“Papağan Rıza bıçağını aldı. Karısını doktordan çıkarken yakaladı. Yedi yerinden vurdu. Bu Kaçamak Fatma kızın dünya yüzü hikâyesi burada biter.”
Bunun hikâyesini de araştırmak için mahalleye gelen gazetesi anlatıcımız Karabiber Ahmet yolunu kesiyor. Ahmet;
“Ben kimim biliyor musun? dedi. Ben… Ben… Dünyanın en namussuz adamıyım. Benim bu işi gidip Papağan’a haber veren. Benim asıl katil! Katilden de beter, ben kancık, ben namussuzum!” diyerek pişmanlığını dile getiriyor, fotoğrafının veriyor ve uzun uzun anlattıktan sonra asıl katil benim diyerek onu gazeteye basmasını istiyor. Öylesine pişman ki ancak hapis yatarsa kendini affeder diye düşünüyor. Ancak gazetecimiz öyküyü şöyle bitiriyor.
“Düşündüm durdum. Elimdeki fotoğrafı evirip çeviriyordum. İstemeyerek, bilmeyerek, kendimden habersiz fotoğrafı ikiye, dörde, sekize, on altıya bölüp atmışım.”
Buradan da gazetecilerden başlayıp herkesin suskunca olan biteni kabullenmesiyle devam ettiğini, edeceğini, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, kadınların yine yok yere öldürüleceğini düşündürüyor. Sakinlikle anlatılan acı bir olayın yaşamın ne kadar içinden olduğunu gösteriyor.
KAMERİYELİ MEZAR
Denize yakın bir köyün mensubu bir adamın deniz kenarından başlayarak martı yuvalarını bulması ve martı yumurtalarını almasıyla başlıyor öykü. Denizin güzelliğinden, doğanın çeşitliliğinden bahsederken karşılaştığı mezarlığın, köyün mevkisine ve denizle ilişkisini şöyle anlatıyor.
“İşte bizim köyün deniz kenarı mezarlığı Marmara’nın bu durgun gününde, bu şişe, cam, tabak artıkları parıldayan koya uzanan bir burunun üzerindedir.”
Denizin çöplerle dolu olması metaforik olarak düşünülürse kötücül bir olayın habercisi ya da içinde rahatsız olduğu bir düşüncenin perçinleneceğinin sinyallerini veriyor.
“Mezarlıktan evvel otlar ölüm bahsini açar: “Yüksek tevettür, kazmayınız! Ö l ü m tehlikesi!” On adım sonra da mezarlık.”
Ölüme ne kadar yakın olduğumuzu gösterircesine yazılmış ve ölümün bu tehlikesinin aslında tehlikesiz olduğunu mizahi bir dille anlatır ve adeta ölüme alıştırır okuyucuyu.
Martı yumurtalarından bahsederken kendini mezarlıkta bulmasını sorgular. Karakterimizin öyküye ismini veren “Kameriyeli Mezar” ile karşılaşması şöyledir:
“Bu güzel bir kameriyeye benziyor. Her tarafı demir çubuklarla örtülü, demir çubuklu bir çatısı da var. Tam üstünde bir ay-yıldız. Hani oturup rakı içmek için fevkalade bir yer. Akşam karanlığı basınca kim bilir katırtırnaklarının kokusu ne ağırdır burada.”
Sonrasında kameriyenin içine giriyor, inceliyor. Bir hayata bakar gibi, film şeridini tahmin etmeye, filmin sonunu düşünmeye başlıyor. Azami olarak bir yaşamda olması gerekenleri hissettiriyor. Sonra “Bunun içinde de çift mezar. Bir tanesi halaboş. Ölen erkek. Bir Hüseyin Avni. 1921.” diyor, bu mezarların üzerlerine yazılmış şiirleri okuyor, hakkında düşünüyor. İlgisini çekiyor. Sonra;
“İkisinin ortasında yaldızları dökülmüşşu cümle:
Hüseyin Avni ve Ayşe Hüseyin Avni ebedi yuvası”
yazısıyla karşılaşıyor. Sonra da Ayşe Hanım’ın hayatı hakkında düşünüp duruyor. Farklı senaryolarla neler yaptığını yazıyor. Ölmüş ve başka bir yere gömülmüş olmasından, başka biriyle evlenip farklı bir hayat kurduğuna kadar karakter aklından geçenleri muzipçe anlatıyor.
Sonra kendi düşüncelerini bırakıp gerçekçi olmaya karar vererek şunları diyor:
“Ayşe Hanım’ı merak ediyorum. Evlendi mi? Nerede şimdi? Hala yaşıyor mu? Ama seni hiç merak etmiyorum Hüseyin Avni Bey. Zengindin, iyi yaşadın, sevdin, sevildin, öldün, gömüldün, olacak oldu yani! Ne yapalım? Bu böyle Hüseyin Avni Beyciğim. Martı yumurtası sevmezdin herhalde sen. Sen hassas, şair adammışsın Hüseyin Avni Bey! Hoşça kal! Ne tuhaf adammışsın. Şiirin de pek kötü ama Ayşe Hanım’ınkinden iyi.”
Böylece hayatları gözlerimizin önünden geçerken şairliğe de istemeden güzelleme yapıyor.
“Ellerim kan içinde kaldı. Yüzüm gözüm toprakla doldu. Ama kırka yakın martı yumurtası topladım.” diyerek başka gördüğü mezarlardan aklına kalan Hüseyin Avni ve Ayşe hanım olduğunu yaşamak telaşının içine sıkıştırıyor. Sonra
“Dün gazinoda üç hanım konuşurlarken duydum: Haydi Ayşe Hanım’a gidelim” diyorlar ve merak ettiği Ayşe Hanım’ı buluyor. Aklı pek yerinde değilmiş Hüseyin Avni öldüğünden beri, her yere giderken onun resmine bakıp izin alırmış. Karakterimiz şaşırarak son cümlesini şöyle bırakıyor öyküye:
“Seni Hüseyin Avni Bey seni! Nasıl da bağlamışsın kadını? Bu işin sırrını da beraber gömdün gitti.”
Burada aşka inanıyor belki de ama umutla ve gülümseterek bitiriyor öyküyü. Düşündürerek kurgunun içine çekiyor ve martıların yumurtasına ulaşmakla, gerçek sevgiye ulaşmanın zorluğunu anlatıyor. İnandırıcılığı yükseklerde bir yazını bulunan Sait Faik öykülerinde samimi ve içten diliyle, insanın özüne ulaşmış bir felsefeyle kurulan öyküleri okuyucuda birçok farklı tat bırakmaktadır.
Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, X. Basım, Kasım 2018, İstanbul.