Ayşe Özgür Aydoğan/ Özgür Sinema
Belki de tersi oynanmalıydı. Leda, (Olivia Colman) yaşam öyküsünün bütünlüğüne doğru iki küçük küçük kızını geçici uğrak biçiminde yaşamayıp, mesleğini ve yaşamının geri kalanını anneliğinin kısa aralığı olarak yaşasaydı, daha doğru yapmış olmaz mıydı?
Hayat doğrusunun gerçek amacı mesleki ve bireysel kimliğini yitirmeden devam etmek olduğundan, annelik ona can sıkıcı bir oyalayıcılıkla görünür. Anne olmamalıdır, annelik yaparken dışarıda asıl bulunması gereken yaşamak treni kaçıp gitmektedir, haşarı kızlarını eylerken namevcuttur, kendini erteleyip durmanın kader baskısı altında acı içinde kıvranmaktadır.
Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından beyaz perdeye yansıtılan ve Maggie Gyllenhaa’nin senarist ve yönetmenliğinde çekilen Karanlık Kız, bu psikodramayla başlamaktadır. Leda’nın (Olivia Colman), küçük bir sahil kasabasına tatile gelişiyle başlayan film, hayatının geride kalan kısmından biraz uzaklaşmak, dinlenmek, kendini dinlemek biçiminde izleyiciye yansır fakat çok geçmeden, bunun bir kaçış değil, yüzleşme arzusu olduğu belirginleşir. Leda, geçmişinden kaça kaça ağacın en yüksekteki dalının en ucuna gelmiş ve sona dayanmış bir tırtıl gibidir. Kara bitmiş, önünde uzayan deniz ya da sonsuzlukla geçmiş arasındaki eşikte, sahildedir. O kısa kumsal, o birkaç sokaklık sahil kasabası, o daracık eşiğin kendisidir, ne geriye dönebilmekte ne öteye gidebilmektedir. Bu yüzden, kumsal dinlenceleri, filmin bütününü kapsar. Leda için, hayat bitmiş, süre durmuştur. Sadece bedensel ya da biyolojik gereksinimler için hareket halindedir.
Tam da bu sırada, denizin uzaklarından tekneyle kumsala gelen kalabalık bir aile, bu donmuş saati ilerletmeden kımıldatır. Leda, ailenin bütünlüğü karşısında sürekli kendi parçalanmışlığına çarpar, bütünleşmek için de yine yeniden kendisi dağıtan bütünlüğe çekilir. Ailenin en küçük üyesi Elena ve annesi Nina’nın varlığı, Leda için, kendi geçmişinin bir aynası işlevindedir. Nina, küçük kızının isteklerinden ve dönüp kendini yaşamasına soluk payı bırakmamasından bıkkındır, genç ve yakışıklı kocası için sadece çekici bir beden ve çocuk bekçisidir, boğulurcasına aradığı o bir solukluk özgürlük çıkışını, kumsal görevlisi Will’da (Paul Mescal) bulmaktadır.
Leda için, küçük Elena’nın varlığı, kendisinin iki küçük kızıyla geçirdiği geçmişin yansısıdır. O’nun varlığında kızlarının çocukluğu ve kendi gençliğine gider, karşılıklı hataların, haksızlıkların, kocası Joe’yle (Jack Farthing) yaşadığı uzlaşmaz çalkantıların muhasebesine girişir. Bunları, yolun sonundan geriye bakılınca canlanan anı sahneleri biçiminde izlemekteyiz. Leda, Elena üzerinden Nina’da kendini seyreder.
Belki de bu yüzden küçük kızın kaybolan bebeğini herkesten habersiz, kaldığı motel odasında saklar, küçük kızı bebeğinin yakarışı dinmez hasretiyle oyaladıkça, annesini ondan uzaklaştırıp bir süreliğine kurtarmaktadır. Küçük Elena’nın bez bebeği her yerde aranır ancak bulunamaz, el ilanları bastırılıp yollara yapıştırılır, fakat Leda, aramanın ve duyulan üzüntünün genişlemesi ölçüsünde, adeta küçük kızı annesini bezdirişine karşılık cezalandırışını uzatır, bebeği bir türlü ortaya çıkarmaz, kendisinde olduğunu belli etmez. Bu noktada, eşini ve iki küçük kızını da cezalandırmaktadır. Tabii, kendisini de. Seminer için evden birkaç günlüğüne uzaklaştığı zamanlarda yaşadığı kaçamak, aslında bir kurbanın daha ağır cellatlara kendini sunma törenidir.
Leda, ilk sahnede gördüğümüz o son noktaya, geçmişle gelecek arasındaki eşiğe, kumsala düşüp yığılma anına gelmiştir. Uyandığında, artık bambaşka birisidir, günah çıkarmış, yaralanarak bedel ödemiş, adeta intiharı denemiş ancak yaşamının sürmesiyle ödüllendirilmiştir.
Film, bir bakıma, Leda karakterinin yüceltilmiş kişiliğiyle, kişiliğin yüceleştirilişiyle, başlar. Leda’nın her sahnesi, bu yüceltilişin eksiksiz bütünlüğünün birer özdeş basamağıdır. Kostümü, uzanışı, uyuyuşu, yürüyüşü, geçişler, duruşlar, hepsi, birer vitrin titizliğinde birbiriyle özdeştir ki olasılıkla, yazar Elena Ferrante’nin yolculuklara değil, limanlara olan dikkatiyle eseri yazmasından ileri gelir bu durum. Halk seviyesine inmekten itinayla çekinmiş bir yazarın, halk seviyesine inmeye ödünsüzce her sahnesi tasarlanmış Profesör karakteri. Bu da eseri ve filmi, gerçekçilikten koparmaktadır. Yunanistan gibi bir Güney Doğu Avrupa ülkesinde geçen Amerikanvari hayat tarzı. Yunanistan, burada sadece dekor kalmaktadır. Yönetmen Maggie Gyllenhaa’nin araya serpiştirdiği lezbiyence mimikler ve jestler, merdiven sevişmeleri, erotik fısıltılar, izleyiciyi sonradan ters köşe edecek iç gıcıklayıcı beklentilere sürükleme hokkabazlığından başka şey değil. Çekme ve itme üzerine kurulu bir tür dalga geçiş de sayılabilir aslında.
Karanlık Kız/ The Lost Daughter
Yönetmen: Maggie Gyllenhaal
Yapımcı: Charlie Dorfman, Maggie Gyllenhaal, Osnat Handelsman-Keren. Talia Kleinhendler
Senarist: Maggie Gyllenhaal
Oyuncular: Olivia Colman / Leda Caruso
Dakota Johnson /Nina
Jessie Buckley / Leda
Paul Mescal / Will
Dagmara Domińczyk / Callie
Jack Farthing / Joe
Oliver Jackson-Cohen / Toni
Alba Rohrwacher / Female Hiker
Peter Sarsgaard /Prof.Hardy
Ed Harris / Lyle
1 Yorum
İzlerken benzer şeylere dikkat etmişiz gözlem gücünüz bana ilham verdi Ayşe Özgür Hanım teşekkürler 🤍🤍🤍