Yüzyıllık Şiirimiz Üzerine Görüşler
Gelecekte şiir için geçmişe dönük çalışmalar yapıldığında, şiirlerin yanı sıra şiire dair konuşulanlar, değerlendirmeler de önemli bir yer tutacaktır. Bu sebeple gelenekten ister doğrudan, ister eleştirel biçimde olsun bir şekilde yararlanılacaktır. Geçmişin veya bugünün şiirine övgü ya da yergi de bulunmak için gelecekte başvurulacağını düşündüğüm, bugünün şairleriyle yüzyıllık şiirimiz üzerine görüşlerini sordum. Geleceğe katkısı bulunması temennisiyle…

“Gelenek, bir bütündür; bütün ‘bütün’ler gibi, parçaları olan bir bütün!” (Hilmi Yavuz- Yakın Dönem Türk Şiiri)
Cumhuriyet dönemi boyunca şiir topluluklarına baktığımızda, Beş Hececiler, Milli Zevk ve Anlayışını Sürdüren Şiir, Yedi Meşaleciler, Saf Şiir Anlayışını Sürdüren Şiir, Toplumcu Gerçekçiler, Garip Şiiri, Hisarcılar, İkinci Yeniciler ve Maviciler’in oluşturduğunu görüyoruz. 1980 sonrasında ise çok seslilik oluşmuştur. Attila İlhan öncülüğünde toplanan Maviciler, İkinci Yeni’nin öncüleri olarak değerlendirilmişlerse de Attila İlhan, buna karşı çıkmış ve İkinci Yeni’yi “yozlukla” itham etmiştir.
1980 sonrası Türk şiiri, gelişme ortamını dergilerde bulmuş ve aynı dergide farklı şiir anlayışındaki şairler birlikte ürünler vermiştir.
Öte yandan, Metin Cengiz ve Yavuz Özdem çalışması olan “Yakın Dönem Türk Şiiri” kitabında şöyle yazılmıştır; Cumhuriyet dönemi şiir toplulukları için, “her on yıla bir grup, kuşak, dergi birliği vb. sığdırmak…” gibi bir durumun “karmaşık ve yorucu” etki yarattığı belirtilirek; “Oysa bu sınıflandırma İlk Dönem Cumhuriyet Şiiri, Sosyalist Anlayışta Yazılan Şiir (Nazım Hikmet’ten günümüze), Garip Şiiri (Birinci Yeni), İkinci Yeni, İkinci Yeni Sonrası olarak bölümlendirilip ona göre anlatılabilir. Ve bu isimlendirme hem gerçekçi, hem daha akılda kalıcı olacaktır.”
- Sizce Cumhuriyet dönemi boyunca şiir adına yaşanmış en önemli yenilikler nelerdir? Yüzyıllık şiir tarihimizle ilgili siz neler söylemek istersiniz?
Yusuf Alper: Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkçe ve yeni bir şiir yazılıyordu. Bu Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin şiiriydi. Başta Yahya Kemal ve Ahmet Haşim (dili Osmanlıca’da olsa) olmak üzere dönemin şiiri bulmuş bütün adları sayılabilir. Hece şiirinin, tutkuyla Türkçe’yi gündeme getirme yılları. Şiirden çok dilin önemsendiği yıllar. Estetik çok da sorun değildi. Ama estetiği önemseyenler önemli şairler oldu. Sonra onların devamı olan yeni hececiler vb. nin oluşturduğu ana şiir akımı oluştu. Fransız şiirinin etkisi önceden de vardı ancak daha da belirginleşti. Tevfik Fikret’in dili Osmanlıca olan ama içeriği, estetiği yeni, modern şiiri, sürmekteydi. Bazı şairleri etkilemiştir. Nâzım Hikmet biçimsel olarak, kısmen öz olarak, onun devamı gibidir ama önemli bir kopuştur da. Hümanist toplumcu tutum yerine Marksist estetikten yana, biçimsel yenilikler getiren şiirler. Cumhuriyetin ilk önemli akımı N. Hikmet çıkışıdır. Onu izleyen şairler gölgede kalmışsa da 40 Toplumcu şiiri yine de önemlidir.

Otuz yıl kadar önce, Türkiye Cumhuriyeti şiirinin sıfır noktası Y. Kemal ve A. Haşim’dir demiştim. Onlardan sonraki döneme I.Yeni dönemi demiştim. Bu atılımda N.Hikmet’de vardır N.Fazıl da başkaları da.
Garip ve benzeri şairleri ve o dönem kısmen etkilenmiş şairleri II.Kuşak olarak andım. Hem Garip Üçlüsü hem de o dönemin diğer önemli şairleri; C.Sıtkı, Dağlarca, Dıranas, Necatigil, A.H.Çelebi, C. Külebi, Cumalı, Aksal, Salah Birsel, Kansu, A.İlhan ve A. Damar, R. Ilgaz, Başaran, Ş. Kurdakul gibi 40 toplumcuları da. Memleketçi, hümanist tutum bütün bu şairleri birleştirmektedir. Marksizm bu toplumcularda ayrıntıdır.
III.Kuşak ise bence yanlış adlandırmayla 2. Yeni denmiş şairler ve sonrasıdır. O dönem hâla devam ediyor. 60,70,80 şiirleri, Yeni Bütün vb. hepsini bu çerçevede görmek olası. A.İlhan’ı takip eden Maviciler de. Her 10 yılda bir kuşak değişimini “deli saçması” olarak gördüğümü de yazmıştım. Bu dönem sürüyor. Yeni bir kopuş, ciddi değişim olmadı. Tabii çok yıllar sonra olabilir. Görüldüğü gibi andığınız Metin Cengiz-Yavuz Özdem yaklaşımı bana yakın görünüyor. Otuz yıl kadar önce yazdıklarıma. Sonuç olarak; önemli çıkışlar N.Hikmet çıkışı, Garip hareketi ve II.Yeni kümelenmesidir. Akım demiyorum ama diyeceksek Garip’e akım diyebiliriz. Bir araya gelmiş, ciddi bir poetik değiştirim önermiş bir girişim. Ancak kısa sürmüş, O.Veli’nin son yazdıklarında değişim görülmüş, genç ölmüş, değişimin sonucu görülememiş. Ama çıkışlarıyla dilde ve poetikada çok önemli, şaşırtıcı işlev görmüşlerdir. Batı etkisi tabii ki olmuştur ve özgünlüklerini zayıflatmıştır. Otuz yıl önce dediğim gibi, Anday ve Rifat’ın asıl büyük şair oluşları Garip’ten kopmalarıyla başlamıştır.
Önder Birol Bıyık: Geçtiğimiz yüzyılda modern şiir kuruluş süreciyle geçti. Öyle sanıyorum ki, İkinci Yeni’yle birlikte bu süreç tamamlandı. Türkçe şiirin modernizasyonu batıya göre geç bir modernizasyondur. Bu elbette Batının aydınlanma sürecin daha erken yaşamasıyla ilgili. Ancak yaşadığımız toprakların kaderi mi kederi mi demeliyim, bu coğrafya şiir bakımından verimli bir coğrafya. Akdeniz insanına has lirizmin zengin ve seçkin örneklerini taşıyor. İkinci Yeni ile birlikte modern şiir kuruluş sürecini tamamladı, dedik. Ondan sonra çıkan rüştünü ispatlamış şairlerin hemen hepsi üslup ve kendi dilini yaratması bakımından özgünlük taşıyor. Yeni bir poetik açılım yapılabilmiş değil. Yeni poetika adına yola çıkanlar da birtakım aforizmik tanımların ötesine geçemiyor. Çoğu kez genç şairlerin isim sivriltme merakının ifadesi olarak ortaya çıkıyor böylesi sonuçsuz arayışlar. Sabun köpüğü gibi sönüp geçiyor. Bunda elbette şiir poetikaların nesnel altyapısal süreçlerden el alarak kendini inşa etmesinin büyük payı var. Gerçi Türkiye’de bu topraklara ait, yerelden evrensel şiir havuzuna katılmış özgün bir poetik buluştan söz etmek mümkün değil. Gerek Nâzım, gerek Garip Şiiri, gerekse 2. Yeni dışardan ihraç edilmiş şiirler. Ancak bu şiirimizin avangart olmadığını gösterir ama güçsüz olduğu anlamına gelmiyor. Bu bakımdan Türkçe şiir verimli bir şiir kanımca…
Geçtiğimiz yüzyılda şiirimize yenilik katan üç poetik açılım var. Birincisi Nâzım Hikmet şiiri, modern şiirini kurucusu olması bakımından ilktir. Aynı zamanda sosyalist şiir Nâzım’la birlikte daha çıkış aşamasında zirveye taşındı. Bu sonradan gelen sosyalist gerçekçi ya da toplumcu gerçekçi- adına ne dersek diyelim- şairleri hayli zorlayan bir şeydi. İkincisi Garip Şiiri, şiiri elitist bir uğraş olmaktan çıkartıp sokağa, küçük insana açtı. Şairaneliğeve şiirde kalıplara saldırarak radikal bir yıkıcılık üstlendi. Bu bakımdan önemli bir dönüm noktasıdır. Son etkili poetik açılım ise İkinci Yeni Şiiri’dir. İkinci Yeni modern şiiri bilinçaltı, anlamsızlık, yoğun imge, söyleyişte kuralsızlık gibi pek çok öğe ile buluşturarak şiirin olanaklarını, imge algısının sınırlarını hayli genişletti. Ben yine de Henri Miller’e uyarak “Yeninin ilk görünümü dehşettir,” diyeceğim. Nitekim, bütün poetik akımlar ilk yıkıcı evresini tamamlayıp kendi şiir karakteriyle geleneği sentezlemeye başladığı olgunluk dönemde en güzel şiirlerini yazıyorlar. Garip şiiri için de İkinci yeni için de geçerli bu. Elbette bunlar dışında modern şiiri hazırlayan ya da modern şiir sonrası pek çok akım var sanırım bu üçü şiirimizin en önemli kırılma ve kuruluş noktaları. Bir de şairlerin hep ‘yeni poetika’ icat etme heyecanını çocukça görüyorum ben. Şiire poetik açılım kazandırmak tek başına şairin öznel çabalarıyla olacak iş değil. Nesnel koşullar, tarihsel geçiş dönemleri nasıl yeni bir sanatı hazırlıyorsa yeni bir şiiri de hazırlar. Bugünün teknoloji yoğunluklu dünyasında yeni bir poetik inşanın nesnel zemini var mı? Daha somut sorarsak dijital çağın şiiri nasıl olacak? Ya da olacak mı? Hedonizme varan bir post modern tüketim kültürü var bugün. Teknoloji yoğunluklu hayat içinde insanlar, duyguları çekilmiş gibi aşırı rasyonalistler. Bu verili koşullar içinde şiir gibi lirik yapıların çok dar bir alana sıkıştığını da bir tehlike olarak kayda geçirmek lazım. Çetrefellive üzerinde derin tartışmaları gerektirecek konular bunlar…
Oğuz Tümbaş: 1923’te 2023’e değin 100 yıllık şiir tarihimize bakınca, kuşkusuz birçok yenilikler, biçimsel ve biçemsel şiir devinimleri yaşadığımızı görürüz.
Kısaca şöyle bir göz atarsak, ilk başta 1923’ten 1940’a değin süren dönemde Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı birliğin, yenilikçi devinimlerin etkisiyle sanatçılar “memleket edebiyatı”na yönelir, bu alanda yapıtlar verir.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında, ulusal yazın anlayışını yansıtan Türkçe ve hece ölçüsüyle etkileyici şiir örnekleri veren Beş Hececiler’içıkar karşımıza.
Kurtuluş Savaşının acıları, oluşan yeni devletin sorumlulukları şiirde coşumcu bir düşüncecilik (idealizm) olarak kendini gösterir.
Şiirde zamana dikkat çekilir, içerik varsıllaşır, serbest müstezatla bozulan şiir dizesinde kırılmalar çoğalır. Konular toplumsallaştıkça şiir; ölçü, uyak gibi ögelerden kurtulur.
Şiiri tekdüzelikten kurtarmak için Cumhuriyet döneminin ilk topluluğu Yedi Meşaleciler, çok etkili olamasalar da kendine özgü özellikleriyle Ziya Osman Saba dikkati çeker, kalıcı bir şiir anlayışı taşır geleceğe.
Aynı yıllarda Cahit Sıtkı Tarancı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca kendilerine özgü bir şiir kurarlar, akımlara, devinimlere kapatırlar kapılarını.
Cumhuriyet Döneminin ses getiren bir yanı da 1940 Toplumcu Gerçekçi şiir devinimidir. Ancak çok başarılı şiir örnekleri veremeseler de Nazım bu bağlamda hep öndedir, özgedir, geçilmezdir.
Cumhuriyet döneminin ikinci topluluğu Birinci Yeniler (Garipçiler)dir. Şiirden ölçü, uyak atılır. Şiir diline konuşma dilinin yakınlığı getirilir. Şairanelikten kaçınılır. Sokaktaki adam şiire girer.
1950’lerden sonra toplumsal konulardan uzaklaşan şairler, imgeye ya da alaylamaya yönelirler. Bu bağlamda İkinci Yeni diye adlandırılan bir devinim etkili olmaya başlar. Garip şiirine karşı dış yapıda, biçimde, konuda seçiciliğe ve anlatımda şairaneliğe yönelirler.
1960’lı yıllarda Nazım Hikmet‘in kitaplarının yayınlanmasıyla yeni bir toplumcu şair kuşağı yetişir. Can Yücel şiirin lirizmi içine gülmeceyi sokmayı başarır.
Sonrasında değişik adlarla şiir bildirileriyle genç duyarlıklar, devinimler yaşanır şiirimizde.
Kuşkusuz 100 yıllık Cumhuriyetimiz sürecinde, modern şiirin oluşumuna gelişimine görsellik, duyarlılık, toplumsallık, gerçeklik, duygusal renklilik, imgesellik, dil varsıllığı katan devinimler yaşanır.
Aruzun, hecenin, tutucu, bağlayıcı, kalıpçı, kuralcı şiirin yerine sesin, dilin, imgenin, ses akışının, ezginin olanakları ve etkileriyle daha özgür bir şiir egemen olur Türk şiirine. Bu da az kazanım değildir elbette.
Aslıhan Tüylüoğlu: Şiir Türk toplumu için oldukça köklü, sevilen bir alan. Bu toprağın insanı sözü kısa ve etkili söylemeyi, dinlemeyi sever. Acılarını, öfkesini, sevincini, sevgisini ve aşkını yaşarken şiir yedeğindedir. Halkın yüzyıllardır yarattığı ve işlediği bir halk şiirimiz vardır. Divan edebiyatı da yüzyıllara varan bir gelenek oluşturmuştur.
Cumhuriyet, Türk toplumunu her alanda çağın ilerici dinamikleri ile buluşturmuş bir devrim olarak; kültür yapımızı ve şiirimizi de etkilemiştir. Dil üzerindeki en büyük etkisi yazı dilinin sadeleşmesi ve Türkçe’nin halk dilinde yaşadığı saf haliyle kullanılmasını ve geliştirilmesini getirmesi olmuştur. Bu Türkçe’nin edebi alanda işlenmesini, güçlenip ışımasını sağlamıştır. Türkçe’nin ışıdığı en büyük alan Yeni Türk Şiirimiz olmuştur. Şiir hem biçimsel olarak hem içerik olarak büyük değişimlere uğrar.
Bu değişimde ilk saflarda Nâzım Hikmet’i görürüz. Nâzım Hikmet büyük bir geleneğin varisi olarak tüm birikimimizi dönüştürmeyi, yenileştirmeyi bilinçli ve sistematik bir biçimde şiirinde uygulamış bir şairdir. Şiirimizde ilk kırılış hece ve aruz kalıplarından uzaklaşmakla başlar.
“1921’de, Nâzım Hikmet Batum’da “İzvestiya” gazetesinde gördüğü, büyük bir olasılıkla Mayakovski’nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, merdivenli istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini anlayamamıştı. Moskova’ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği “Açların Gözbebekleri”ni hece ölçüsüne sokamadığını görünce, “İzvestiya”daki şiirin biçimini uygulayarak daha serbest yazmayı denedi. Ortaya Nazım’ın “Açların gözbebekleri” isimli ilk serbest şiir çıktı.”
Nâzım Hikmet’in açtığı yol, Birinci Yeni yani Garip şiirine de ışık tutmuştur. Biçimden özgürleşen bir şiirin yaygınlaşmasını Garip Şiiri sağlamıştır. Garip, şiir dilini süslemecilikten kurtarıponu sokağa, insana ve hayata açmıştır. Cemal Süreya’nın değimiyle “Şiire kasket giydirmiş”tir.Biçim olarak serbest şiiri geri dönülemez biçimde yaygınlaştıran Garip Şiiri olmuştur. Kısa sürede katılımcıları çoğalan bu şiir yozlaşmaya ve şiiri bir tür kolaycılığa indirgemeye başlayınca ilkin onu kuran şairlerce terkedildi.
Şiirde her düşünceye, her duyguya, her yaşantıya yol açılması, Batı şiiriyle buluşan ikinci bir kuşak olan İkinci Yeni için bir özgürlük ortamı doğurur. İkinci Yeni o zamana kadar Türkçe gramere güçlü bir şekilde bağlı olan şiiri gramer olarak da sarsmış yeni arayışlar getirmiştir. Temalarındaki zenginliği bir söyleyiş özgürlüğü ve özgünlüğü ile tamamlamıştır. İkinci Yeniye kadar dizeler “gerçekçi” bir temel içinde işlenirken daha soyut bir şiire varılmış, şiire özel gerçeklikler yaratılmış, şairin özel imajinel dünyası şiirdiline yansımıştır. Ortak bir çıkış bildirgesi olmamasına rağmen her bir şairin vardıkları nokta açısından benzeşen yönleri olan doğal bir yenileşme sürecidir. Önemi de dilin kullanılışı, imgenin taçlanması, anlamsal olarak soyuttan soyuta aktarımlara gidebilen bir anlam örgüsü kurulmasıdır. İkinci yeni şairleri de şiiri özgürleştirmiş, imge konusunda bugünkü şairin ufkunu açmış, dil sapmalarından azami surette yararlanarak bugünkü şiirimizin temelini atmışlardır. Döneminde kimi çevrelerce anlaşılmaz bulunan bu dönem şiirleri, yazılışlarından kırk elli sene sonra topluma açık, anlaşılır hale gelmiş ve günümüzde yaygınlaşmıştır. Onların anlattığı değişen dünya içinde sıkışmış, kendi anlamının peşine düşmüş birey, bugünün hayatı ve insanıyla buluşmuş, karşılığını bulmuştur.
Adil İzci: Okurluğumun ilk yıllarından beri dünya şiirini ancak çevirilerden o da enikonu kısıtlı olmak üzere izleyebiliyorum. Diyeceğim, elimde nesnel ölçütlerim yok, ancak şiirimizin dünya şiiri arasında değerli, saygın, köklü bir yeri olduğunu, en azından olması gerektiğini düşünüyorum. Neden? Binlerce yıla dayanan bir şiir geleneğimiz var, geleneğe yaslanansa doğallıkla nitelikli olur. Ama o bitmez tükenmez kendimizi hor görmek duygumuz yok mu!
Cumhuriyet dönemi boyunca şiir adına yaşanmış en önemli yenilik, bence Garip Akımıdır. Bu savımı temellendirmeyi Oktay Rifat’a bırakıyorum: “On yıl kadar önce sıcak bir yaz günü, orta yaşlı bir köylü yolunu sormak için yanıma yanaştı. Üstünde partal bir palto, paltonun altında bir yelek, yeleğin altında da yakası iliklenmiş mintanı vardı. ‘Yolunu gösteririm ama önce üstünden şu paltoyu çıkart!’ dedim. Çıkarttı. ‘Ceketi de çıkart!’ Onu da çıkarttı. ‘Şimdi de yeleği çıkart!’ Çıkarttı. ‘Çöz mintanının yakasını!’ Çözdü. ‘Sıva kollarını!’ Sıvadı. ‘Senin sorduğun yere şuradan gidilir.’ dedim. Yürüyüp gitti. Giderken bir iki kez arkasına dönüp baktı. Kıssadan hisse: Garip hareketi her şeyden önce bir havalandırma hareketidir. (OKTAY RİFAT KİTABI – YKY )
2. Yüzyıllık şiir tarihimizde şiir toplulukları ya da bölümlendirmelere göre sizce şiir en çok hangi yıllarda itibar görmüş ve en çok hangi yıllarda itibar kaybetmiştir? Ya da yüzyıl boyunca hiç itibar kaybetmiş midir?
Yusuf Alper: Cumhuriyetin ilk 20 yıllık döneminde daha çok ilgi görmüş. Yaşları 20-25 yaş arasında çok sayıda genç şairler müfredata girmiş, önemsenmiş, bürokraside desteklenmişlerdir. Oysa C. Süreya’nın sitemiyle “Biz II. Yenicileri ellili yaşlarda müfredata almışlardır. O da Mehmet Kaplan sayesinde.”Yüz yılınilk yıllarında da ilgi ve destek görmüştür (N. Hikmet hariç: O da kontrol altında tutulmuş ancak saygı görmüştür). Kırklı yıllardan sonra ilgi zayıflamış. Garip’le dalga geçilmiş ama toplum ilgi göstermiş. Onun sönmesi ve II.Yeni’nin anlaşılmaz, örtülü şiiriyle birlikte ilgi azalmıştır. 1960 özgürlük döneminde şiir tekrar önemsenmiş, 70’li yıllarda da sokak şiire ilgi göstermiş, şiir de sokağın istediğini yazmaya çalışmıştır. 1980‘le birlikte inen balyoz her türlü kitap-kültür vb. ye indiği gibi şiire de indi. Kitaplar silahlarla birlikte suç aleti gibi gösterilmiş, memleketçi şiir kitapları bile yasaklanmıştır. O gün bugündür şiire ilgi kalmamıştır ve giderek azalmaktadır. Yalnız, şiir yazanlar her dönemde çoktu ama yayımlama kısıtlıydı, şimdi hem çok yazılıyor hem de elektronik ortamda bir tuşa basarak ortama salıyorlar. Korkunç ötesi bir kirlenme oluştu. Çöp yığınları içinde gerçek şiiri görmek, bulmak, genç, gerçek şair adayları için olanaksız gibi. Artık herkes yazıyor, hiçkimse okumuyor. “Bir avuç marjinaliz” gerçek şiir yazanlar ve okuyanlar.
Önder Birol Bıyık: Sanırım şiirin toplum nezdinde en itibardan düştüğü dönem içinde yaşadığımız dönem. Şiir tür olarak zaten zor alımlanan bir edebiyat türü. Ancak hiçbir dönem böylesine marjinalize olarak kapalı devre şairler çevresine sıkışıp toplumsal bağlarını kaybetmemişti. Çok az şair şiir piyasasanın Kıvılcımlı’nın deyişiyle ‘sen, ben, bizim oğlan’ hallerinin ötesine yükselip dikey geçiş yaşayarak toplumla bağ kurabiliyor. İsim vermek gereksiz ama bugün şiir dünyasının usta ya da duayen kabul ettiği yaşı altmışın üstündeki şairlerin ezici bir kısmının toplumda bir karşılığından söz edemiyoruz. Olsa olsa birkaç kişi…Çok değil yirmi yıl öncesine kadar bir şairin ilk kitabı bile en az bin basılırdı.Sabit Kemal Bayıldıran “Şiirin Halleri” kitabında rakamlar veriyor. Bugün Türkiye’de şiir dünyasında adı sanı olan bir şairin kitabının ortalama baskı adeti 3000 ve bu sayı üç yılda tükeniyor. Bu rakama erişebilen şairlerin oranını yüzde bir bile olmadığını belirtmek gerekir. Yani en benim diyen şair bile yılda bin adet satabiliyor. Mesela Ahmet Haşim’in Bütün Şiirleri 1987-1999 yılları arasında dört baskı yapmış. Ortalama iki bin adet basıldığı düşünülürse, yılda ortalama 660 küsur satıyor. Ki Ahmet Haşim gerek liselerde gerekse edebiyat fakültelerinde en çok okutulan ve ismi en sık geçen şair. Salt şiir okumak için değil, yardımcı ders kitabı olarak da okunuyor. Öyle sanıyorum ki daha çok da yardımcı kaynak kitap olarak okunuyor. Cahit Sıtkı’nın Düşten Güzel’i 1952 ve 1962 yılları arasında sadece üçbaskı yapıyor. Yılda satılan kitap 1000 bile değil. Orhan Veli 1951’den 81’e kadar 15 baskı yapıyor. Şiirimizde açık ara satış farkı yaratan iki şair Ahmed Arifve Nâzım Hikmet.Ahmed Arif’in 1968’de basılan Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı 2004’e kadar 51 baskı yapıyor. Nazım Hikmet’in 831 Satır’ı yedi yılda 13 baskı yapmış.
Bütün bu rakamlar analiz edildiğinde Orhan Veli şiiri her zaman güncel şiirin ötesindebir rakama ulaşmış. Sanırım şimdilerde bu sayı daha fazla. Oysa anlı şanlıeleştirmenler Garip şiirinin İkinci Yeni’yle birlikte aşıldığını söylememişler miydi? Daha iki yıl önce Orhan Veli’nin ‘Anlatamıyorum’ şiiri Almanya’daki ciddi bir edebiyat sitesi tarafından dünyanın en çok okunan ikinci şiiri olarak tespit edilmişti.
Yani şiirimizde en çok satan şairler Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Veli. Buna sonradan Cemal Süreya katılıyor. Can Yücel’in okunurluğu hakkında bildiğim bir rakam yok. Çok okunduğunu sanmıyorum. Oysa şiir dünyasının içinde devindiği şiirlerin bu şairlerin şiirleri ile ilgisi yok. Hakeza daha yenilerden Ahmet Telli, Nevzat Çelik, Murathan Mungan şiirinin de takipçileri olduğu söylenemez ama bunlar da kendi çağdaşlarına fark atan şairler. Şiir dünyasında bu şairlerin de sesi öyle yüksek çıkmıyor ama yine de çok okunuyorlar. Elbette anılması gereken başka şairler de var ama hepsini tek tek anmak zor. Kimse alınmasın. Demek ki, kapalı devre şiir piyasasında kendini dolaşımda tutmakla, farkını ortaya koymak ayrı şeyler. Şiir dünyasının içine gömüldüğü, kimi dolaşımda şairlerin öykündürdüğü şiirler de öyle sağlam referanslara dayanmıyor. Bugün şiiri için ‘bitmeyen bunalım’ından söz ediyoruz ve çoğu kez topu dergilere, yayınevlerine, şairlere atarak öznel izahatlarla kalıcı çözümler bulabileceğimizi sanıyoruz. Ben meselenin bu kadar öznel olduğunu sanmıyorum. Her şeyin çok hızlı dönüştüğü ve teknolojinin çok hızlandığı bir çağı yaşıyoruz. Şimdi çocuklar bambaşka bir dijital dünyanın içine doğuyorlar. Algıları, kültürel kodları çok farklı… Bir kere çok konformistler ve vulger bir rasyonalite anlayışları var ya da biz eskide kaldığımız için bize öyle geliyor. Dijital çağın tüketim kültürünün bütün tahripkâr sonuçlarını yaşıyorlar.Böylesine teknolojinin içine doğan, küresel tüketim kültürü zinciri içinde kodlanmış bir neslin şiir anlayışı nasıl olacak? Ya da Murat Belge’nin dediği gibi şiir tür olarak alabildiğine daralıp marjinalize olurken şiirsel öğeler başka sanat türlerine ruhunu geçirerek miyaşayacak? “Şiir ölmez”, “Şiir hayattır”, “Şiir direnmektir”, “Dünyayı şiir kurtaracak” gibi bıktırıcı totolojikklişelerle üstünden atlanacak konular değil,esaslı teorik meseleler bunlar. Çok az kalan şiir okuru genelde kültürel inşasını küreselleşme öncesi dönemde tamamlamış orta ve yaşlı kuşak.Bu hiçbir şey anlatmıyor mu bize? Gençlerin dünyasında maalesef şiir yok. Üç beş facebook paylaşımı aldatmamalı bizi. Bu bizi kökü derinde, çokuzun boylu teorik meselelerle baş başa bırakıyor.
Oğuz Tümbaş: Yahya Kemal, Ahmet Haşim’le başlayan modern şiirimiz, uyağın, ölçünün, biçimin, simgesel olgunun etkisinde kalsa da bu ikilinin Türk Şiirine bir ivme kazandırdığını yadsıyamayız.
Bu bağlamda Yüzyıllık şiir tarihimizde cumhuriyetin kazanımları elbette büyüktür. Her yeni dönemde, siyasal ve sosyal yapılanmalar yeni rüzgârları da arkasına almış, 1940’lı yıllarda ivme kazanmış, saygınlık ve seçkinlik yaratabilmiştir.
Enver Gökçe, A.Kadir, Niyazi Akıncıoğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ceyhun Atuf Kansu, Cahit Külebi, Cahit Sıtkı, Bedri Rahmi, Can Yücel, Orhan veli, Melih Cevdet, Ahmed Arif; elbette Nâzım Hikmet…
Dahası Attila İlhan, Behçet Necatigil, Necati Cumalı, Hasan Hüseyin, Gülten Akın, Ülkü Tamer, Turgut Uyar, Cemal Süreya…
Bitmedi 60’larda Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Süreyya Berfe, Özkan Mert, Refik Durbaş…
Kuşkusuz seçkinliği ve saygınlığı bağlamında 70’lerde, 80’lerde şiirimizin yüzünü güldüren şairlerimiz de eksik olmadı.
Aslıhan Tüylüoğlu: Toplumcu gerçekçi şiir, Nâzım Hikmet’in açtığı yolda ideolojik ütopyasının kavgasını verdiği değişik mevziler kazandı. 40 Toplumcu kuşağında, sonrasında, altmışlar ve yetmişlerde toplumcu gerçekçi şairler çıkış yapmıştır. Geleneğimizde itibarlı, köklü bir yeri vardır toplumcu şiirin. Politik kavganın üst düzeyde olduğu dönemlerde bu kavganın şiirde de şair tarafından verildiği görülür. Toplumcu şiir gerçekçi bir anlayışla, şiirin işlevselliğine inanarak, halkı aydınlatma görevi üstlendi. Şiir en çok saygıyı da en çok baskı ve şiddeti de onlarla gördü. Nâzım Hikmet’in ve 40 kuşağı şairlerin yaşantılarına bakıldığında bu açıktır. Ne yazsalar yargılanır oldular. Altmışlardaki oluşum 1971 darbesi, yetmişlerdeki oluşum da 1980 darbesinin baskıcı tutumuyla ağır bir şiddet ve baskı gördü. Politik olmayan şiir kendi haline bırakılırken toplumcu şiirden daima korkuldu. Toplumcu şair de politik kavga, hapis ve sürgünlerle uğraşırken şiirin kavgasını tam olarak veremedi. Ama şiirin kitleselleşmesini ve itibarını sağladılar.Dönem dönem elden ele ve meydanlarda yüksek sesli okunan bu şiirler kitlelerin umudu ve direnci oldu.
Son darbe ve o darbenin yeşerttiği gerileme döneminde şiir ve şair kendi içine döndü. Şair toplumbilimsel kazıyı kendi kimliği üzerinden yapmaya, bireyin hayatından, eylemlerinden ve sorunlarından yana bir farkındalık açmaya başladı. Bu bazen çok ileri bir seviyede izole olmaya kadar vardı. Şair halktan koptu. Şiir sanatının inceliklerine eğildi.Şiir de artık özel bir okur kitlesi tarafından okunup anlaşılabilecek özel bir türe dönüştü. Şiirin ve şairin içe kapanması, şiirin anlaşılmaz olanda anlam araması onu küçük bir çevrenin ürettiği ve tükettiği bir dar bir alana sıkıştırdı. şair ve şiir yalnızlaştırıldı, çepere alındı.
Bugün şair, şiirin kuşatıldığı ve itibar kaybettiği bu alandan çıkmak için şiir sanatı ve iletişim kanallarıyla cenk halinde, birgün anlaşılacağını umarak yazıyor.
Adil İzci: Bana öyle geliyor ki Garip Akımı dönemi… Yani 1940’lı yıllar… Bir yandan yük olan ne varsa yıkıyor, bir yandan yapıyor ya da kuruyor. Var ettiği yeniliklerle de -bunlar bili-nen konular olduğundan saymaya gerek duymuyorum- okur sayısının artmasını sağlı-yor. Evet, “mukallitler”i de oluyor ama biz kalana bakalım. Ya da sel gider kumu kalır diyelim.
1960’larda da şiire ilginin yoğun olduğunu söyleyebiliriz. Bu ilgide Varlık ve Yeditepe dergilerinin, yayınlarının payını da belirtmemiz gerekir. Yanı sıra yeni anayasanın getirdiği özgürlük, bilinçlenme… ortamı da pay sahibi olmalı…
İtibar yitirme konusuna gelince; sanırım yakın dönemlerden söz etmeliyiz. Bugün şiir adı altında yayımlananların büyük bir bölümü, düzensiz, eski sözcükle “insicamsız” birtakım söz dizileri… Bugünün kimi ozanları anlamsızlığı bir erdem gibi görüyor. Oysa şiir, okurun harcadığı bir emeğin ardından mutlaka bir şeyler söylemeli ya da sezdire-bilmeli. Bu sorunda İkinci Yeni’nin de bir payı -olumsuz elbet- olduğunu sanıyorum. Sözgelimi bir dizeyle sorayım: “Bir ahırda gezdirilmiş gül kokusu”… Cemal Süreya’nın bu dizesinin ne anlamı var? Evet, bir benzetme var da pek mi gerekli? Haydi, bir örnek daha vereyim: “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”… Bu da aynı ozanımızdan… Bugün şiir neredeyse imgeye indirgendi. Yahu gözlerimizin önünde hâlâ bunca güzellik varken imge de imge diye tutturmanın ne gereği var?
3. Geçtiğimiz yüzyılda dünyada en çok tanınan şairlerimiz kimlerdir? Ülkemizde yüzyıl boyunca en çok hangi yabancı şairler okunmuştur? Sizce şiirimizi dünyaya yeteri kadar tanıtabildik mi?
Yusuf Alper: Dünyada bilinen, tanınan tek şairimiz Nâzım Hikmet’tir. Geçen yüzyılda da şimdide. O büyük şairimizin de neden ve nasıl tanındığını biliyoruz. Ne yazık ki Türk şiirine ilgi yok, belki de kasıtlı olarak yok. Yüz yıl içinde Nobel alabilecek 20 kadar Türk Şairi olduğunu söylemiştim. Ama çevrilmeyince…Dağlarca (aday oldu ancak Neruda karşısında şansı olmadı), Anday daha sonra İ.Berk çok az çevrildiler. Şimdilerde şairler festival vb. etkinliklerde birbirleriyle tanışarak karşılıklı, şiirlerini çevirip yayınlıyorlar. Bazen antoloji olarak bazen tekli kitap olarak. Yeterli değil. Umarım yeni dönemde ülkeye ilgi artar da gerçek şiire, yazına da ilgi olur, çevrilirler.Tabii ki tanıtamadık ve olası ki uzun zaman tanıtamayacağız.
Önder Birol Bıyık: Şiirimizin dünyada tanıtılması salt şiirin içsel süreçleriyle ya da niteliğiyle izah edilebilecek bir konu değil. Dünyada kültür ve sanat ortamı, kültür ve sanattan biraz daha fazla bir şeydir. Küresel dünyanın patron ülkelerinin yeryüzüne hakim kılmak istedikleri kültürel bir yapı var. Bu kültür tüketime dayanan, özünde her türlü sınıf çelişkileri ve ilişkilerini yok sayan, polarize olmuş bir insan bilincini yeryüzüne egemen kılmaya çalışan bir kültür. Post modernizm bunun için epey kullanışlı bir malzeme sundu yakın geçmişte. Şimdi o kadar alıcısı var mı, emin değilim. Bu, konunun politik yanı… Bir de dilsel yanı var. Dünyada egemen dil, sanat ve kültürde de ister istemez tayin edici oluyor. Türkçenin bu noktada şansının yüksek olduğunu düşünemiyoruz haliyle. Fakat bildiğim ve takip edebildiğim kadarıyla Türkçe şiir dünya şiiri içinde nitelik bakımından oldukça güçlü bir şiir. Aslında dünyadaki şiir ortamı da ülkemizdeki şiir ortamından çok farklı değil. Düşünün, Fransa’da yeni bir şairin kitabı 400 adet satarsa, bu başarı olarak kabul ediliyor. Bu bakımdan az önce de belirttiğim gibi şiir ontolojik bir sorunla karşı karşıya.
Ençok okunan yabancı şairler şiirle biraz ilgili birinin bir çırpıda ismini sayabileceği şairler aslında. Modern şiirin köşe taşları Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Apollaniere sanırım en çok okunan şairler. Ki Fransız şiirinin Türkçe şiir üzerinde büyük etkisi vardır. Tanzimattan beri Paris Türk edebiyatçılarının Kâbe’si gibidir. Geçtiğimiz yüzyılda sosyalist gerçekçilerin çok okunduğunu biliyoruz. Mayakovski, Lorca,Neruda, Eluard, Aragon, Brecht;Ortadoğu’dan Halil Cibran, Mahmud Derviş, Adonis,FüruğFerruhzad gibi şairleri sayabiliriz.
Oğuz Tümbaş: Tartışmasız akla gelen en önemli ad Nâzım Hikmet’tir. Yaşamı, serüvenleri, toplumsal gerçekçi çizgisi, eylemci yapısı, şiirindeki evrensel duruşu, şiirindeki sınırlanamaz özgürlükçü, aşkınlaştırıcı, sosyalist dünya görüşü onu dünya şairi yapmaya yetmiştir.
Öykü ve roman alanında ün yapan Sabatttin Ali de ses bırakan şairler listesine girmez mi? O da dünyada çok sayıda dile çevrilen, tanınan bir yazın emekçisidir.
Gülmece alanında dünyaca bilinen adlardandır Aziz Nesin. Aynı zamanda şiirleri, taşlamalarıyla da unutulmazımızdır.
Sayıca çok çok az… Dünyaya şiir bağlamında kendimizi yeterince, gereğince tanıtamamışız. Bu bir kısır döngü, devletin önemli, etkin, saygın, seçkin şairlerimize karşı olumsuz duruşu, baskısı, şiddeti etkenler arasında.
Aslıhan Tüylüoğlu: Türk şiiri içine kapalı bir şiirdir onun dünyaya açılışı kolayına olmuyor. Bütün dünyaca tanınan Nâzım Hikmet dışında, Türk şiirinin bunca varsıllığına karşın dünyada pek iyi bilinmediğini düşünüyorum.Uluslararası etkinlikler, ülkeler arasında, diller ve şairler arasında zaman zaman köprü kurmakla beraber yeterli değil.
Bizde şiir okuru yabancı şairlere büyük ilgi gösterir. Dünya şiirinden örneklerin olduğu antolojiler ve tek bir şairin şiirlerinden oluşan çevirilere ulaşmak mümkün. Ortalama bir şiir okurunun dünya şiirinden sayabileceği pek çok şair var; William Shakespeare, Pablo Neruda, LouisAragon, Edgar Allan Poe, Rainer Maria Rilke, ArturRimbaud, Goethe, Charles Baudelaire, Borges, Lorca, Mayakovsky, Yesenin, YorgoSeferis… Pek çok şairin şiirlerinin dilimize başarılı çevirilerinin yapıldığını ve yapılmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Adil İzci: Bu soruya (da) bilgi ve izlenim yetersizliğimden nesnel bir yanıt vermem olanaksız. Ancak Nâzım Hikmet dünyanın her yerinde biliniyor, okunuyor. Biraz da özel çabalara bağlı bu konular. Örneğin, ABD’de Talât Sait Halman, 1970’den neredeyse ölümüne kadar az emek harcamadı; az çeviriler, antolojiler yayımlamadı. Bugün de var böylesi emekler. Yeterince tanıtma? Sanırım hayır. Ama burada bir sorun var: Dünya yazınını biz kendi çabalarımızla tanıyoruz, okuyor, izliyoruz. Eh onlar da biraz kendi çabalarıyla Türk yazınını okusunlar, izlesinler dememiz gerekmez mi? Özetle kendimizi horlamaya da gerek yok.
En çok okunan yabancı ozanlar? Öncelikle akımlara bağlı ozanlar olmalı onlar. Shakespeare, Mallermé, Baudelaire, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Paul Valéry… Sonra İngiliz ozanları… Rus ozanları… Nobel Ödülü alan ozanlar… Yunan ozanları… Elbette Pablo Neruda…
Aslında bunlar lisans tezi, yüksek lisans ve doktora tezi konuları… Mutlaka yeğleyen ve yapıtlar ortaya koyan birileri vardır. Oralara bir bakmalı…
Bu arada bir hayalime de değineyim: Bir yayınevim olsa ve maddi olanakların elverseydi dünyamızın bütün ülkelerinden tek tek birer şiir antolojisi yapmak isterdim. Angola’dan Mozambik’e kadar… İki yüz kadar kitap… Kırmızı Kedi Yayınevi’nin Turuncu Kitaplar dizisi var ya, onun gibi…
- Geçtiğimiz yüzyılda sizce şiire/şaire yönelik baskı ve sansürün en yoğun olduğu yıllar ne zamandı?
Yusuf Alper: N. Hikmet ve 40 Toplumcularına yönelik baskı yoğundu. 1951 Tevkifatı vb. ile birçok şair susturuldu. Nâzım tutukluydu ancak yönetimden saygı da görüyordu. Oysa 12Eylül sonrası baskı her dönemi aştı. Şairler çok ağır işkencelerden geçti. Tutuklandılar, yurtdışına kaçtılar, sürgün yaşadılar vb. Ahmet Telli, Ataol Behramoğlu, Özkan Mert, Nihat Behram vb. bilinen adlardır.
80’ sonrası şiirin soyut ve örtülü oluşunu tümüyle siyasal baskıya bağlayamasak da az da olsa etkisi olmuştur. II.Yeni’nin Demokrat Parti baskısından dolayı örtülü olduğunu söylemek pek olası değildir. O kendiliğinden, poetik bir değişim gereksiniminden doğmuştur. Benzer gereksinim 80 öncesi de olmuş ve benim “Köprü Kuşağı; 75 kuşağı” olarak adlandırdığım,(Ahmet Erhan, Adnan Özer, Haydar Ergülen, Yusuf Alper, Yunus Koray, Adnan Azar’ın oluşturduğu merkezi adlara Ali Cengizkan, Hüseyin Ferhad, Azer Yaran, Gültekin Emre de eklenebilir), şairler 1975-79 arası yazdıklarıyla 80’ sonrasına zemin hazırlamışlardır. 70’li yılların ayrıksı şairlerinin de katkısı olmuştur (Enis Batur, İzzet Yasar, Mehmet Taner,Alova, Abdülkadir Budak, Ahmet Ada). Bu zemin üzerinde 80 şiiri zaman zaman uçlara savrulmalarla çok geniş bir yelpaze olarak sürmüştür. Çok sayıda mavera-ün nehirler oluşturan bir delta (sanırım Hulki Aktunç deltayı ilk kullanmıştı) olarak anadenize, okyanusa akmayı sürdürüyorlar.
Önder Birol Bıyık: Elbette totalitarizmin ve faşizmin güçlendiği yıllarda… Nazım Hikmet’in başına gelenleri biliyoruz. Sonra Menderes dönemi… Hatta Asım Bezirci İkinci yeni Şiirini Menderes dönemi baskı koşullarının kaçış şiir olarak nitelendirmişti; katılmıyorum tabii. 1970’lerde toplumsal mücadelenin gelişmesine paralel olarak şairler de bu sürecin baskılarından nasibini alıyor. Ancak bu yazdıkları şiirden ziyade şairlerin aynı zamanda siyasi kimlikleri ve örgütlü oluşlarıyla ilgili… Siyaset ile edebiyatın çok iç içe geçtiği bir dönemden söz ediyoruz. 12 Eylül’ün koyu baskı koşullarında şiirimizde ciddi bir kırılma yaşanıyor. Toplumcu şiir neredeyse şiirin dışına itiliyor. Daha ziyade içe dönük, nihilizme göz kırpan, bireyin kapalı dünyasından seslenen, kırgın bir şiir yazılıyor. Bu dönemde toplumcu damarda şiir yazan şairlerin şiirlerinde de gözleniyorbu kırgınlık. Sistemle uzlaşmıyorlar ama koyu bir yalnızlık ve yenilgi psikolojisi siniyor şiirlerine. Bunu bir eleştiri değil, tespit olarak belirtiyorum. Yoksa her şey şiirin konusu olabilir ve şiir asıl olarak trajediden beslenir. Ancak baskılardan ürken şairin kendisine otosansür uygulaması fena bir şey. Bir de 12 Eylül’de cezaevi merkezli bir direniş şiirinin boy attığını da görüyoruz. 90’lardan sonra şiir irtifa kaybediyor. Sistemin de açıkçası şairi çok ciddiye aldığı yok. Bugün şairlerin sanki sisteme karşı çok kararlı mücadele yürütüyorlarmış da büyük baskılara karşı cansiperane direniyorlarmış gibi geçmişin mirasını hoyratça kullanarak şaire, şiire olmadık payeler vehmetmeleri açıkçası irite ediyor beni. Keşke olsa ama yok böyle bir şey.
Oğuz Tümbaş: Yunus Emre’nin şu dizeleri“Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huriİsteyene ver onlarıBana seni gerek seni”bile engellendiğine, sansüre uğradığına göre, ne demeli. Sansür Cumhuriyet dönemi boyunca şiirimizin boyunduruğundan eksik olmadı.
Lise son sınıflarda okutulan ders kitabında Edip Cansever’in şiiri sansürlendi. Daha önce de Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi halk ozanlarının şiirlerinde uygulanan sansür, bu kez Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirinde belirlendi.
Bir test sorusunda şairlerin hangisi tarafından yazıldığı söylenmiştir diye “Üvercinka”nın “Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor” dizesindeki “sevişmek” sözcüğü değiştirilerek “sevmek” anlatımı kullanıldı.
Ancak şiirimizde sansür en çok Nâzım’a, 1940’ların “Acılı Kuşak” adı verilen şairlerine de ağır biçimde uygulanmıştır.
Son yıllarda Ahmet Telli, Şükrü Erbaş, Naci Çelik gibi şairlerimizin şiirlerine yönelik baskı, sansür unutulmadı elbette.
Ancak yinelemek de yarar var; Cumhuriyet dönemi boyunca baskıya, sansüre 1940’larda en çok şairler uğramışlardır.
Aslıhan Tüylüoğlu: 40 Kuşağı toplumcuları, baskı, sansür, sürgün ve işkencelerden payını almıştır. Yine 1971 ve 1980 darbeleri de şiir ve şaire yönelik baskı, hapis ve sürgünlerle iş başında oldu. Hedef şiirden çok şairlerin politik kimlikleri ve eylemleri olmuştur ama şiir de bundan yara almıştır.
Günümüzde şiire olan ilginin daralması ile birlikte şiir devlet tarafından tehdit olarak görülmese de şair ve şiir yine de gözetim ve denetim altındadır. Muhalif tavır koyan her kesim gibi şair de korkutulmak istenmektedir. Bugün sansür daha çok kitlesel olan medya ve sosyal medyaya yönelik. Son sansür yasası da bunu gösteriyor.
Adil İzci: Bu konuda ilk kaynak, 1960’ların sonu, değilse 1970’lerin ilk yıllarında yayımlanan bir kitap olmalı: Çetin Yetkin – Siyasal İktidar Sanata Karşı (Bilgi Yayınevi).
Baskı ve sansürün en yoğun olduğu yıllar, sanırım 1940’lı yıllar. Nâzım Hikmet, A. Kadir, Arif Damar, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali, Attilâ İlhan… O yıllardan ve daha sonralarından epeyi bir ad olmalı… Bunca yoğunluğun ilk nedeni, II. Dünya Savaşı’nın uyandırdığı büyük kaygı ve korkudur herhalde.
Bu da aslında kapsamlı incelenmesi gereken bir konu… Öyle sanırım ki ciltler dolusu kitaplar çıkar iyi bir inceleme ile. Ola ki vardır öyle kitaplar da benim bilgim yoktur.
*
Bu arada, sorularınızdan bağımsız bir konuya değineyim: Genç okurlar, genç ozanlar arasında, Nâzım Hikmet’ten “Nâzım”, “Nazım” diye söz edenler oluyor. Bir ozanı, bir yazarı, bir bilim – kültür – sanat insanını saygıyla ve tam adıyla anmamız gerekir. Nâzım Hikmet, babanızın oğlu değil ya!