Gönül Ak
‘Ülker Abla’, Seray Şahiner’in Everest Yayınları tarafından yayımlanan son kitabı. Yazarın bunun öncesinde üç öykü, iki roman ve bir de deneme kitabı var.

“En çok gülerken üzülüyorum” cümlesiyle başlayan Ülker Abla romanı, bir ikili karşıtlık durumu yaratarak okuyucuyu “gülmeye üzülmenin”, mutluluk ifade eden bir eylemin, nasıl olup da üzüntü hissettirebileceği sorusuyla karşı karşıya getiriyor.
Romanın ana mekânı Ülker’in sığınmış olduğu hastanenin, hayat ve ölüm arasında, cennet ve cehennemden önceki durak diye tanımlanmış olması, başkahramanının köprüden önceki son çıkışı kaçırmış olabileceği izlenimini vermekle birlikte, okuyucuda bazı tereddütlerin de fitilini ateşliyor.
Şiddete maruz kalmış bir kadının, kendini kurtarabilmek için göze almış olduğu sıra dışı yaşamını konu alan roman oldukça çarpıcı. Romanda kahramanın kendisinden hiç beklenmedik bir çabayla hayata tutunabilmesi ve bunu imleyen cesur kararları, Şahiner’in ustaca kullanmış olduğu mizahî bir dille karikatürize edilerek anlatılıyor. Böylelikle aslında son derece hüzünlü olan bir hikâye, mizah unsurlarıyla beslenerek form değiştirmiş oluyor. Ve bu sayede okuyucu, Ülker’in ağzından anlatılan olaylara bir yandan üzülürken bir yandan da gülüyor. Ülker’in, toplumsal normları dikkate alarak Ülker Abla kimliğine bürünmesi, ablalığın verdiği dokunulmazlıktan istifade edip, daha güvende olacağı düşüncesiyle oluşturmuş olduğu “şimdi” sine şahitlik ediliyor romanda. “Abla” lafı… Bir nebze dokunulmazlık sağlıyor. Hani bazı yerleri sit alanı ilan ederler de müteahhit talan edemez. Abla lafı… Koruma çiti gibi bir şey.” (S.17)” Ne sığınabilecek bir geçmişim ne de yürüyebileceğim bir gelecek var. Ben burada, sığındığım yerde mahsur kaldım: Şimdide” (S.10)
Ülker Abla’nın roman içerisinde, hastanedeki hayata dair yapmış olduğu son derece yerinde olan tahliller, yine kendi ağzından, mensubu olduğu kesimin jargonuyla samimi ve esprili bir dille anlatılıyor.
Hastanelere, düğün salonlarına, eczanelere, parklara, mescitlere, kaçak olarak sığınmaya çalışan Ülker, bir o kadar bizden biriyken bir o kadar da herhangi biri, ancak kesinlikle sıradan biri değil. Sığınmış olduğu hastane, uymak zorunda olduğu toplumsal ve hukuksal kurallarıyla, birlikte yaşamak zorunda olduğu insanlarıyla onun ülkesini temsil ediyor. Hastane, şifa verici özelliği de göz önünde bulundurularak özellikle seçilmiş bir mekân. Çünkü hem o hastalara refakat ederek onlara şifa olmaya çalışırken hem de hastalar onun barınmasına vesile oluyorlar. Karşılıklı bir şifa alışverişi söz konusu.
Ülker’in en büyük hayali kocasından boşanıp kurtulmak olduğu halde, sık sık uğradığı mekânlardan birinin düğün salonları olması da ironik bir durum. Eleştirdiği sistemden, açıklarını bulup istifade ediyor olması, yaşamakta olduğu hayatın bir zorunluluğu gibi duruyor.
Kayıt dışı yaşamında, çevresindekilerle kurmuş olduğu zekice ilişkilerinin yanı sıra, Allah ile olan tek taraflı platonik ilişkisini “ben Allah’a inanıyorum. Allah bana inanmıyor…” (S.24) sözleriyle ifade etmiş olması, aslında bu hayatta ne kadar da yalnız bırakılmış olduğuna işaret ediyor. “Allah’ın bakmayı unuttuğu kullarına insanlar pis pis bakıyor.” (S.68)
İnsanların onu, kendi yaşamlarını merkeze alarak eleştiriyor olmalarına bir yandan içerlerken öte yandan da reçetesiz ilaç, sakinleştirici, vs. alabilmek gibi ufak tefek menfaatleri kesilmesin diye, sessiz kalıp cevaplarını içinden vermek zorunda kalıyor. “Eczacı konuşmaya başlayınca çayın tadı kaçtı. Yok efendim kocamın evinde niye o kadar kalmışım? Sanki gidecek yerim vardı da… Yan yalıdan davet ettiler, kayıkhanesi küçük diye gitmedim!” (S.22) Ve hayatın, hiçbir iyiliğin karşılıksız olmadığını daima hatırlattığını da ifade ediyor. “Öğren artık Ülker, insan kısmı iyilik yapıyorsa mutlaka bedeli olur. Karşılığında en bir şey almayanı bile böyle kendine vazife çıkarıp akıl verme ayağına bir bardak çayın verdiği huzuru alır götürür.” (S.23) Bu da ona göre, insanların aslında kendi geçmişlerini aklamasından başka bir şey değildir.
Erkek egemen bir dünyanın, kendisi gibi kadınlar için güvensiz bir yer olduğunu, ancak üçüncü sayfa haberi olduklarında varlıklarından haberdar olunacağını, ölmekten ziyade yaşamanın zor olduğunu düşünüyor. “Ulan ölümü göze almakta ne var? Yaşamayı göze alın da görelim.” (S.32) “Mezardan çok gazetede olmaktan korkuyorum.” (S.’29)
Ülker Abla karakteri, toplumumuzda sık karşılaşılabilen bir kadın tipi olmasına karşın, Şahiner tarafından donatılmış olduğu kişilik özellikleriyle ilginç ve sempatik kılınmış. Dolayısıyla okuyucu onunla bir gönül bağı kuruyor. Kurgudaki başarı da hikâyede merak unsurunu canlı tutuyor. Okuyucu, hikâye boyunca sonraki adımın ne olacağını merak ediyor. Romanda Ülker Abla karakteri üzerinden, kadının durumu ve değeri sorgulanıyor. Kimsesiz olan bir kadının, kendisinden de kimsesiz kişileri bulup, onların nefesi olmaya çalışarak varlık gösterebilme çabası da oldukça ironik.
Dayak yiyip şiddete maruz kaldığı koca evinden kaçıp sığındığı ve kendisine umut olan hastanede de acıyıp onu yanına alan arkadaşı Hanife’nin evinde de durum değişmiyor maalesef. Orada da tacizin farklı türleri ile karşılaşıp kendisini bunlardan korumak zorunda kalıyor Ülker. Korunma yöntemlerinden biri de mizah. Şahiner’in Ülker Ablası, romanda mizahın bir başka yönünü gösteriyor okura; koruyuculuğunu, gülmenin de arkasına sığınabileceğimizi. Tıpkı palyaçoların yaptığı gibi. “Gülmek dediğin, ağlamanın bir çeşidi. Bir derdin içindeyken komik şeyi işaret edenlere bak misal, içinden en çok o ağlıyor.” “Gülmek, nefsi müdafaadır. Ağlayanın bir, gülenin bin derdi var demişler. Biz keyfimizden mi gülüyoruz?” (S.41) “Ben şimdi, ne zaman çok neşeli birini görsem çok acıyorum. Diyorum, ah…Çok çekmiş.” (S.89) Mizahın haricinde deliliğin ardına saklandığı da oluyor Ülker’in. “Bir şey söyleyeyim mi, delilik hayatın emniyet şerididir.” “Erkekler deli karıdan çok korkar. Ama kadınları delirtmekten korkmaz. Delirtince de ya onlar kaçar ya can havliyle biz. Bu da dünyanın döner sermayesi…” (S.91)
Hastane, Ülker Abla’nın kendisini ilk kez herkesten ve her şeyden uzakta var etmek istediği bir mekân ve de güdümlü yaşamından uzakta var olma çabası. Şahiner, romanın kahramanı üzerinden bize, içinde bulunduğumuz ülkenin sosyolojik gerçekliğini de gösteriyor. Evlilik, aile, kadın ve çocuk olma, eğitimin önemi gibi kavramları da sorgulamamızı sağlıyor. “Erkek kısmı bu, iyi davransan yüz bulduğundan, kötü davransan ağırına gittiğinden musallat olur.” (S.90) “Çocukluk: Hadi de ki on yıl. Kalan hayatımız o on yılın etkileriyle şekilleniyormuş. Demek ki biz çocuklukzedeyiz. Demek ki çocukluk, tedavisi ömür boyu süren bir hastalık. (S.72) Sorunun, aslında sadece Ülker Abla’nın şahsi sorunu olmadığını, toplumun bütününe ait olduğu gerçeğini görmemizi sağlıyor. Bu durum, okurla Ülker Abla arasında kurulması muhtemel özdeşlikleri de destekliyor.
Romanda, kahramanın hayata tutunabilme çabası içinde yaşamış olduklarına karşı derin bir isyanı da var. Bu, yalnızca şiddete ve tacize karşı değil aslına bakılırsa; adaletsizliğe, çürümüşlüğe, kokuşmuşluğa, görmezden gelinmeye, yanlı bakış açılarına, nemelazımcılığa, cehalete ve daha pek çok şeye karşı duyulan bir isyan. Kibirlileri, bencilleri, göstermelik davrananları, cimrileri, elini taşın altına koymayanları işaret ederek kınayan Ülker Abla, yozlaşmış toplumuzu da gösteriyor bizlere bu isyanı vasıtasıyla.
Geçmişinden kaçan Ülker’in samimi dilinden anlatılan romanda, hayatın ikinci elcisi olarak, yüksüz bir şekilde yaşamaya çalışan kahramanın, çaresizliğine çare aramasının yolculuğuna eşlik ediyor okuyucu.
Şahiner’in pek çok röportajında kendi ifadesiyle de belirttiği üzere en çok sevdiği karakter olan Ülker Abla, yazarın figüranlıktan başrole çıkartmış olduğu bir karakter. Doğruyu söylemek gerekirse, Ülker de başrolde oldukça başarılı. Dünyayı gülümseyerek ve gülümseterek ele almayı sevdiğini dile getiren yazar Şahiner, Ülker Abla romanında bu konudaki başarısını da gösteriyor okuruna. Çünkü Ülker’in gülümseyişini de acısını da çok güçlü bir şekilde derinden hissedebiliyor okur, bir de yaşamak ile diri olmak arasındaki farkı anlıyor. Ülker Abla’nın şahsında birleşmiş aynı kaderi paylaşan tüm kadınların, kendilerini eleştiren ve çoğu zaman yok sayıldıkları topluma ortak bir cevabı bu roman.
“Kadının adı yok” değil bu romanda, Şahiner’in kadın kahramanının bir adı var elbet: Ülker Abla. Ancak kimliği yok bu kez de. Tıpkı romanın kapak fotoğrafındaki gibi perdenin ardında saklanan, sadece terliklerinin içindeki ayaklarını görebildiğimiz Ülker Abla’nın fiziksel görüntüsüne dair hiçbir şey bilmiyoruz. Sözcükleri vasıtasıyla ifade ettiği düşüncelerini ve sesini duyabiliyoruz yalnızca.
Yaşadığı onca travmaya rağmen, acısının yanı sıra bir o kadar da güçlü, zeki, eğlenceli ve sahici bir kadın o. Toplumuzda var olan dramatik gerçeklerin gülünesi bir ifade biçimiyle anlatıldığı, sorgulayan ve sorgulatan bir roman Ülker Abla.