Barış Erdoğan
Zehri içen benim, panzehirim başkası.
Fark frak giyseydi hemen fark edilirdi.
Türkçenin zehri dere boylarında pembe pembe açan “ağu”ydu, ama daha çok “ağı” olarak bilinirdi. Benim dilime “aşırı” anlamına gelen mecazı da bulaştı: tuzağısı. Dilimin kalesi Yunus “ağu” derdi: “Acep acep ne nesnedir bu dert ile firak bana/ canımı sarhoş eyledi, aşk ağu vü tiryak bana”
Tiryak ne menem sözcüktür de Yunus dilinde yaşadı? Üstelik Latince iken… Tiryak zehrin panzehiri idi. Latinlerin “tiryak”ı bizim dermanımız olmuş bile.
Eşrefoğlu Rûmî (XV. yy.) çıkıp, “Elinde sükkeri ayruga sunup/ Aguyı kendü yutmakdur adı ışk” (Aşk odur ki elindeki şekeri başkasına sunup zehri kendisi yutmaktır.) demeseydi aşkın bir sarhoşluk olduğunu düşünüp ağunun ne olduğundan habersiz bugünlere gelecektik.
Bir asır sonra da Fuzuli’nin, “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib/ Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.” dizelerindeki ağusuyla tanışacak, aşk sarhoşluğundan hoşnut, derman bulan Lokmanlardan uzak durmalarını isteyecektik.
“Zehir” ile “panzehir” arasındaki farkı herkes bilir, ama anlat deseler hiç kimse hakkıyla dile getiremez. Benim de başıma geldi. Hoş-nahoş farkını anlatırken… Somut sözcüklerden soyuta atladınız mı işiniz zor. Hele sözcüklerin kabuğunu kırmakta mahir değilseniz ve cim karnında nokta iseniz… Erich Fromm da olmasa yandı gülüm keten helva: “Birisine, beyaz ve kırmızı şarap arasındaki tat farkını açıklamamız gerektiğini varsayalım. Farkı çok iyi biliyoruz. O halde onu kolayca anlatabiliriz sanıyorsunuz değil mi? Ama düşündüğümüzün aksine, bu tat farkını anlatmak çok zor olacaktır. Herhalde sorunu şöyle geçiştireceğiz: Ne yazık ki, sana bu farkı açıklayamıyorum. En iyisi mi, bir bardak kırmızı ve sonra da bir bardak beyaz şarap iç. O zaman farkı anlayacaksın.”
Ey okur, yazımı sözağusu olarak düşündünse tiryak(i)si olmadığından.
dönüp bakmayacaksan zehrimi icat et
Sen hiç zehir tattın mı, dedi bir dost. Hemen hemen her gün tadıyorum. İnsanlar öyle ağır sözler söylüyorlar ki zehir o sözlerin yanında panzehirdir.
Zehrin türleri varmış da ben uzak durmuşum. Fazla güneşi şifa sanırlar, oysa ağır ağır zehirler. Bizim Shakespeare Romeo ve Juliet’te neyin zehir olup olmadığını okura bırakır: “Yeni bir ateş söndürür başkasının yaktığını.”
Pad-zehr der Farisiler, pan’la ilgisi yok. “Hıfzedici, zehri bünyesinde saklayıcı” anlamına gelen pad”ı eğip bükmüşler, “ba-zehr” demişler. Divan şairlerimiz zehri de panzehiri de sevgilinin siyah saçında bulurlar. Siyah saçlar yılanı sembolize eder. Ancak o topukları döven saçlar okşanırken yılandan medet umulur. Hacı Bektaş Veli ise göğsündeki on iki taş sayesinde zehirden kurtulduğunu söyler. Lokman’ın yılanı panzehirdir. Ancak Paris’in zehirli okunu topuğundan yiyen Akhilleus panzehirini bulamaz. Yunanlı hekimler hekimi Asklepios da çare olamaz. Atalarımın zehri ve panzehiri atasözlerinde: “Kayısının yaşı zehir, kurusu panzehir.”
Zehrin güzelliği görevini ihmal etmemesidir.
Zaman yaman şarapmış. Çok yıllandım. Kavımda sırtüstü yatmaktan yoruldum. Düne akıp gittim: Gençliğim, Trakya yöresinde yetişen üzümlerden… Doluca… Yaş aldıkça Papazkarası. Olgunluğum Denizli’nin Çalkarası. Çilek tadında. Ellilerime yaklaştıkça tadımın değiştiğini, Ürgüp ve Göreme yöresi şaraplarına benzediğimi öne sürdüler ki inandım.
Şimdi dünü bugüne getiren dürbünün arkasındayım. Tam altmış yıl öncesine fersiz gözlerimle bakmaya çalışıyorum, nasıl oluyor da daha berrak görüyorum? Altı yaşında bir çocuk, Anamur Kalesi’nin burçlarında Fransız konuklarına genizden konuşarak (Paris’e Pari diyecek kadar bilinçli) kale hakkında bilgi vermeye çalışıyor. Amacı para kazanmak değil, insanlarla iletişim kurarak zaman sarhoşu olmak.
Sarhoşlukla zehrin buluştuğu tek yer zamanmış. Emerson demiyor mu, “En sağlam zehir, zamandır.” diye. Şarap nasıl keyif verirken bir şeyleri alıp götürürse zaman da onu yapıyor.
Ne mutlu o zehri panzehire çevirenlere!