Yazının izinde, okuru ve yazarı olarak dergilerle yürüdüğümden olmalı yayım hayatına başlayan bir dergi gibi yayım hayatından çekilen dergi de benzer biçimde ilgilendiriyor beni. Aralık 2009’dan sonra, yayımdan çekilen bir dergi için yeniden yazayım derken dergi/ler ile olan muhabbetime gidiyor söz ister istemez. Dergiden kastım, edebiyat dergileri elbette ancak ben, edebiyat yazdımsa da yalnızca edebiyat dergilerinde yazmadım.
Edebiyatın atardamarları olduğu söylenip dururken ‘kapanan edebiyat dergileri’ yeniden gündemimizdedir. Ne çok dergi veda etmişken edebiyat dünyasına “Dergâh” dergisi de Şubat 2022 tarihli 384. sayısıyla ara verdi. Otuz iki yıllık dergi “Dergâh”, kapaktaki “üzücü” açıklamasıyla “Bütün dünyada gözlemlenen kâğıt tedarikinde yaşanan zorluklar ve içinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla Dergâh Dergisi’nin yayınına ara veriyoruz” dedi. Bir süre önce “Bireylikler” dergisi kapanmıştı ve öncesinde başkaları da… Şimdi araba devrildi ya yol gösteren çok olur elbette. Dergiler konusunda köşeli/felsefî sözleri, edebiyatın sahasına inmemiş tribün seyircisi kurgucu kuramcılara bırakıyorum. Edebiyat dergileri ve özellikle de “Dergâh” için benim sözüm, Mehmet Akif’in, “Hayır hayal ile yoktur benim alış verişim/ İnan ki her ne söylemişsem görüp de söylemişim” ilkesiyledir.
Dergâh dergisi ve diğerleri
90’lı yıllar, önemli yıllardı ve biraz da Özal’lı yıllardı, hikâyesi uzun söz yetmez o yıllara. Bu yılların yayımcılığına ‘aylık’ iki dergi damga vurmuştu: “türkiye günlüğü” ve “Dergâh”. Ankara çıkışlı “türkiye günlüğü” dergisi, Mustafa Çalık yönetiminde Nisan 1989’da yayıma başlamış ve adının küçük harflerle yazılması da epey tartışılmıştı o günlerde. “Dergâh” dergisi, Mart 1990’da Mustafa Kutlu yönetiminde İstanbul’da yayımlanmaya başlamıştı. Bilenler bilir, “Dergâh” dergisinin bir de ‘düşünce’ ağırlıklı “Hareket” deneyimi vardı, Kutlu yine oradaydı ancak derginin biçimi değişikti. 90’ların başındaki her iki derginin ilk beş, on yılını takip edenler, içeriklerindeki zenginliği görmemiş olamazlar. Bu durum, yine bilenlerin bildiğiyle o çevrelerde bu tür yayın organları olmadığından hayli birikimin olduğuna işaretti. Sonraki yıllarda, arıların oğul verişine benzer biçimde adı geçen iki dergide yazı-yayın deneyimi kazananlar başka dergilerle yollarına devam etmeye başladıklarında, her iki derginin yazar ve okur kadrosunda başkalaşımlar yaşandı.
Adlarından söz ettiğim her iki derginin ilkinde az, ikincisinde çokça yazdım. Birkaç yazım yayımlanan ve sonraki zamanlarında iki aylık biçime dönüşerek devam eden “türkiye günlüğü” dergisi ekibinin çıkardığı ve bence alanının tek örneği aylık “Polemik” dergisinde de yazdım aralıklarla. Ne yazık ki sonrasında iki aylık oldu ve ardından kapandı tartışma dergisi “Polemik”, gerçekten üzülmüştüm ama ne çare.
Mart 1990’da yayım hayatına başlayan “Dergâh” dergisinde, Ağustos 1990’da yayımlanan altıncı sayısında yazmaya başladım. Dergiye ilk kez yazı gönderirken ‘aracı’ kimsem yoktu, birkaç dergideki yazı deneyimimle yazı gönderdim ve yazım yayımlandı. Çeyrek yüzyıl boyunca aralıklarla yazdım dergide ve bir de “orta sayfa sohbeti” (Ocak 2009 / 227) yaptılar benimle. Son yazım, Kasım 2015’teki 309. sayıda yayımlandı. İlgilileri bilir, Mustafa Kutlu da aynı yılın sonunda “yazı işleri” görevini bırakmıştı. Dergiye başlarken olduğu gibi dergide yazmayı bırakırken de kararı kendim verdim. Dönüp baktım yazdıklarıma, sayıları altmışı geçmiş “Dergâh” yazılarımın. Bir edebiyat dergisinde çeyrek yüzyıl yazı yazmak… Mustafa Kutlu’dan sonraki ikinci yazar kişi ben mi oluyordum dergide, bilemem. Yirmi beş yıl boyunca yalnızca bir yazıma -beni arayarak- onay vermedi Mustafa Abi, yanılmıyorsam bir “derkenar” yazımın da başlığına müdahale etmişti, o kadar. (Açıklayayım: Dergiye yazı gönderirken “Saygıdeğer Mustafa Kutlu’nun dikkatine” diye not düşüyordum. Bir gün beni arayıp “Bilesin ki ben Mustafa Kutlu değilim, Hasan Öztürk’ün Mustafa Abisiyim” dedi. Ben de “eyvallah” dedim, yazı göndermeye devam ettim.)
Şubat 2022, sayı 384 ve “Dergâh” dergisi ara verdiğini duyurdu. Yayıma ne zaman döner bilemeyiz ancak döndüğünde yalnızca kâğıt sorununu çözmüş olarak dönmez herhalde. Dergâh dergisinin yayımına ara verişi, benim gözümde kapanmaya benzer bir zihniyet sorunudur. Ne dediğimi, demek istediğimi anlatacağım.
Dergiler kapanmak için çıkar, sözü yanılmıyorsam Cemal Süreya’nındır. Söz doğru ancak acı verici. İki elin parmakları sayısınca yazımın yayımlandığı “Polemik” dergisinin kapanışına üzülmüştüm gerçekten. “Defter” dergisinin kapanışını, öz anlatımla bir ‘kayıp’ saymıştım edebiyatımız adına, çoklarının da benimle aynı kanıda olduğunu düşünüyorum. Yalnızca üç kısa yazımın yayımlandığı ve bence -Polemik benzeri- alanının önemlisi “Virgül” dergisinin kapanışı da dokunmuştu bana. 2009 yılının sonunda kapanacağı duyurulan dergi için yazdığım “Edebiyat Dergileri Kapanırken ‘Vah’lananlar” başlıklı yazımın ilk paragrafını, dergiler cephesinde değişen bir şey olmadığından aktarıp “Dergâh” konusuna döneyim.
“Türkiye, dergiler mezarlığı; tıpkı siyasal parti mezarlığı oluşu gibi. Doğmak ve ölmek haber konusu; yaşamak, kayda değer bir anlam ifade etmiyor. Başlamayı ve bitirmeyi somutlaştırarak izleme kolaylığı, iki nokta arasındaki bunca uğraşı rutin işlerden sayıp gör(e)mezlikten gelmeyi yeğliyor. Bu ülkenin siyasal tarihini yazanlar/yazacaklar, siyaset sahnesinde olanlar kadar sahneye çıkamadan kulislerdeki prova heyecanıyla yetinen partileri de yazacaklar elbet. İlgili makama sunulan kuruluş dilekçelerinde, seçim pusulalarında, televizyonların propaganda konuşmaları listelerinde ne çok parti adı vardır, varlığı yokluğu bir anlam ifade etmeyen. Tıpkı ilk sayısı çıkmakla haber olup kapanış yazısı yayımlanacak ikinci bir sayısı çıkamayan sanat/edebiyat dergileri gibi. Kursağından büyük yemi yutan kuşun telaşına benzer bir heyecanla ‘var’ ve ardından ‘yok’ olan bu dergiler, ansiklopedilere ‘dergi’ maddesi hazırlayacaklara malzeme olabiliyor ancak, ne yazık. O dergileri çıkaran heyecanlı yüreklerin yitik sevdalarını yok saymak ne mümkün. 1997’de yayımlanmaya başlayan Virgül dergisinin, 2009 sonunda kapanacağının haberi, tiyatro seyrederken oyunculardan birinin sağlık sorunları nedeniyle aniden yere yığılması gibi bir durum. Seyredenlerin şaşkınlığı seyredilmeye değer.” (Aralık 2009)
Elimde iki dergi var: Mayıs-Haziran 2021 tarihli (S. 98) “Bireylikler” dergisi ve Şubat 2022 tarihli (S. 384) “Dergâh” dergisi. Altı aylık arayla iki derginin son sayıları bendekiler. Kayseri merkezli “Bireylikler” dergisinde hiç yazmadım ama dergiyi edinebildikçe okudum, o kadar. Dergideki, Ahmet Oktay alıntılarını severek okuduğumu da özellikle belirtmeliyim. Derginin andığım kapanış sayısı Ertuğrul Meşe’nin “Gitmenin Mahcubiyeti” yazısıyla açılıyor, siyaha boyanmış arka kapakta devam ediyor yazı. Halim Şafak’ın yazısının başlığı: “Beyhude bireylikler ya da Teknolojik Dünyada Canlıların Yalnızlığı”. Musa Yazıcı, “bireylikler’e Son ‘Beyhude’ Yazı” başlığıyla yazmış son kez. “Bireylikler İçin” başlığı altında, dergiyle yazar/okur yakınlığı olanların görüşlerine yer verilmiş. Sevim Korkmaz “Veda” yazısıyla uğurlamış dergiyi, Özcan Erdoğan da “Gelecek… Veda…” ile. “Dergicilik Ruhu” (Kitaplık, Kasım-Aralık 2001) başlıklı yazısı alıntılanan Ahmet Oktay ile yapılan “görüşme” (Şubat 2007) yazısı (Bekir Tarık – Osman Akınhay), arşivlik yazı olarak saklanmalı derim. Asıl önemlisi, derginin ortasına eklenen 98 sayılık “Dizin” çalışması, kim ne yazmış hepsi orada. Belli ki dergi yöneticileri, yaptıklarının bilinciyle kapanış için de önemli hazırlıklar yapmışlar, son kez ‘örnek’ bir sayı hazırlamışlar.
Dergâh, yalnızca kapanmış bir dergi değil
“Dergâh” dergisinin ara veriş sayısına bakıyorum. Derginin içi her zamanki rutin yazılarıyla öncekiler gibi hazırlanmış, kapağında ise alıntıladığım bir cümlelik mola duyurusu var. Bu görüntü bende, herhangi bir ön konuşulma olmamış da dergi baskıya gidecekken ‘bundan sonraki sayıyı çıkarmayalım bari’ kararı verilmiş hissi uyandırdı. Yanılmış olayım yine de. Neden derseniz: “Polemik”, “Virgül”, “Arka Kapak”, “Öykülem” “Bireylikler”, “Notos”, “Kitap-lık”, “Mavi Yeşil” vb. birer dergidir ancak “Dergâh” yalnızca dergi değildir de ondan. İlgilisi bilir ki Nurettin Topçu’ya, hatta ondan da öncesine uzanan bir ‘misyon’ süreci vardır görünürdeki 384 sayılık derginin. Bu gerekçemle dergide başkalarının değil de ‘dergi olan’ Mustafa Kutlu’nun, özellikle “içinde bulunduğumuz şartlar” muammasının açılımı için bir yazısı olsaydı isterdim. Biliniz ki bunu, benden başkaları da isterdi.
“Servet-i Fünun” ile başlayalım. Vaktiyle dergiler kanun gücüyle kapatılırdı. Koşullar değişti, kanun gücüne gerek kalmadan okur ilgisizliği ve ekonomik sıkıntı, edebiyat dergisinin kapanmasına yetiyor artık. Özellikle 2021 yılının ikinci yarısında karşılaştığımız ekonomik durum, edebiyat dergileri için Covid 19 benzeri tehlikeli bir sorundur bu nedenle kapanan dergilerin yöneticilerini töhmet altında bırakmak olmaz. Sahadakiler bunu böyle bilelim.
Diyor ki “Dergâh” dergisi, “bütün dünyada gözlemlenen kâğıt tedarikinde yaşanan zorluklar” önemli oldu ara verme kararımızda. Öyle ama yayınevi kitap basmayı sürdürüyor, otuz iki sayfalık kapaksız bir dergi için mi kâğıt bulunamayacakmış yani. Sözü bile fazla “devlet” Mustafa Kutlu okutturuyor ve onun kitaplarını da Dergâh Yayınları basıyor. Hatırlayınız ki salgının başlangıçtaki en yoğun günlerinde bile basın toplantısından çıkan Sağlık Bakanı, o yoğunlukta kamuya Mustafa Kutlu okumayı önererek neredeyse ‘devlet hikâyecisi’ ilan etti Kutlu’yu. Benim samimi kanaatim şudur: Mustafa Kutlu kitaplarının getirisi, “Dergâh” dergisinin “kâğıt tedariki” sorununu çözebilirdi. Yine de yanılmış olayım, dert değil. Ayrıca cümleye dikkat ettiniz mi bilemem, kâğıt sorunu “dünyada” imiş. Bu muğlak “dünya” haritasında Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre, Hollanda gibi ülkeler var mıdır örneğin yoksa Zanzibar ülkesinde mi kâğıtsızlık nedeniyle dergi basılamadı. Andığım cümledeki “dünyada” sözü yerine ‘Türkiye’de’ denilseydi zülfüyâra dokunurdu belki de.
Diyor ki “Dergâh” dergisi, “içinde bulunduğumuz şartlar” önemlidir derginin bu ara verişinde. Evet, gerçekten bu “şartlar” önemlidir ama bu özel şartların ne olduğu açıklığa kavuşmalı derim. İlgisiz edebiyat okuruna fatura kesmek yeterli aklanma belgesi olamaz herhalde. Bu ülkede kültür, cilasız taş uygarlığına yenilmiş olabilir mesela. Sözü mü tükendi “Dergâh” dergisinin yoksa sesi mi ulaş(a)madı kapağının/ kabuğunun dışındakilere. Ortada çok bilinmeyenli bir denklemin olduğu tartışılamaz, okur odaklı soruna döneceğim tekrar.
Mustafa Kutlu okuyarak ya da okumuş görünerek -bir kısmı da Dergâh dergisinde yazarak- büyüyenlerin koltukları, kredi kartı limitleri, arabaları, evleri gayet iyidir bugünlerde lakin Mustafa Abi’nin her ay on liracık harçlıkla yola çıkan çocuğu yolda kaldı ne yazık ki. Biz, Mustafa Kutlu okumaya devam edelim elbette ancak şehrin kasvetinden kurtulayım diye köyünün mürdüm eriklerine koşanları tanımak için Beyhude Ömrüm kitabını değil, Sır kitabının içindeki “Mürit” hikâyesini okuyalım, olur mu?
Rüyasında gördüğü efendisine ulaşmak için bin bir zahmete katlanıp omuzundaki testisiyle “yeşil ekine yel düş”müş gibi yollara düşen Mürit, nihayet efendisinin olduğu tekkenin kapısına gelebildiğinde bir soluklanalım biz de. Çünkü onu, “halvettedir” gerekçesiyle hemencecik görüştürmezler efendisiyle. Neyse ki kapı açılınca “uzun mu uzun bir odanın öte başında” oturan efendisini görür Mürit, efendisi de müridi görür ancak odaya çağıramaz onu. Müridin “edep dışı” bilerek giremediği odada, “Parlak kumaştan elbiseleri ile diz kırıp oturmayı beceremeyen siyaset adamları, bankacılar, sanayiciler, polisler, askerler, artistler, din adamları; onların altında tüccarlar, memurlar, müdürler, şefler, şef yardımcıları. Hatta işçiler.” vardır. Efendi, odadakileri geçip müridine “hoş geldin” deyip onun “hasret ateşini” dindiremeyince Mürit de “efendisi için dua” ederek bin bir çileyle gelip bulduğu tekkeden çıkar, gider. İşte bu tarih, Şubat 2022’dir ve “Dergâh” dergisinin 384. sayısındaki Türkiye’nin bir ‘zihniyet’ sorunudur. Uzun mu uzun odadakiler bellidir; sorulması gereken asıl soru, efendinin ve müridin kim/ler olduklarıdır lakin yürek ister sormaya. Doğru cevabı yalnızca Mustafa Kutlu bilir. Kutlu, ‘ermiş kişi’ ya önceden görmüş sonrasını. Bu hikâyeyi Mustafa Abi’den başkası yazamazdı böyle. Hikâyeyi karşı cepheden birisi yazsaydı ‘küfür’ ya da ‘hakaret’ olurdu yazdığı, en azından ‘dinî ve millî değerlere saygısızlık’ sayılırdı hikâye. Mustafa Kutlu yazdı ya ‘çıt’ yok çünkü o içeriden biri, vaziyeti gayet iyi biliyor.
Mustafa Kutlu için ‘ermiş kişi’ dedim ya aynen öyledir. Şimdi onun daha açık ve içinde ‘dergi’ geçen hikâyelerine bakalım: Ya Tahammül ya Sefer. 1983’te yayımlanan kitabın bazı hikâyeleri, 80’li yılların başındaki “Hareket” dergisinde yayımlanmıştı. Mustafa Abi asla “roman” demez ya on üç hikâyesinin toplandığı kitabı okuyunca tekmil bir roman okuruz gerçekte. Doğrusu, Ya Tahammül ya Sefer, epey bir sosyoloji kitabı eder bu ülkede.
Ya Tahammül Ya Sefer, kunduracı çırağı sonra ustası “dava delisi” Kerim’in de katılımıyla dernek-dergi çevresindeki “okumuş yazmış adamlar” takımının, söz yerindeyse yüreklerini koydukları ‘memleket kurtarma’ mücadelesinin, dünyalık çıkarlara yenilişi, fiyaskoyla biten hikâyesidir. Umutların kaynağı dernekte “Her dakika emre âmade” Kerim, onun “hukukta” okuyan Murat Ağabeyi, Âsım, Yunus ve başkaları vardır. Her biri “davanın eri… pırıl pırıl” üniversiteli gençler… Onlar, “Yaz sıcakları bastırıp, deniz mevsimleri açılıp, herkesler plajlara, kırlara, kızlı oğlanlı toplantılara koşarken onların içinde davanın sönmeyen ateşi” olan gençlerdir. Ne ki okulunu bitiren bırakır gider, bütün dava ve dergi yükü Kerim’in omuzlarına kalır. Asım, fabrikatör damadı profesör olarak dünyalık işlerine bakar. Yunus, önce milletvekili sonra bakan olmuş, gidişata ayak uydurarak eşinin başını açtırmış, hayatını yaşamaktadır. Kültür kitapları satılmayınca yemek kitapları basarak durumunu kurtarmaya çalışan Murat ağabey, sefilce ölüp gitmiştir. Genç İlhan’a dava yolunu öğretmiş Veysel ise avukat yazıhanesini “kâh bir yapı kooperatifi, kâh bir kütüphane, kâh bir parti ilçe merkezi gibi” kullanarak dünyalık olanın esenliğiyle yaşamaya başlar. Ortalıkta dava da kalmamıştır dergi de. Kutlu der ki “dava ateşi” ile yananların ellerine dünyalık fırsat geçtiğinde “Gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla, zaruretle uyuşmalarını…” şimdiden apaçık gösteriyorum size, akıbet berbattır.
Mustafa Kutlu ve dolayısıyla da onun yazdıklarıyla gönül bağı olanlar; yazdıkları gazeteleri, konuştukları televizyonları, üye oldukları siyasal partileri ve muhkem koltuklarını bir yana bırakıp Ya Tahammül ya Sefer kitabının sayfalarında dolaşarak “Dergâh” dergisinin bugünkü durumunu konuşabilseler ne iyi olurdu. Profesör Asım aramızda mı acaba, bakan bey Yunus nerededir, ya dünya çarkını her dem döndürücü Veysel hangimizin adıdır deseler. Sonra, değerlerinden vazgeçmeyen Murat ağabeylerin kaderi bu ülkede hep böyle mi olacak diye merak etseler. Konuşmalarının sonunda, ‘dergi işi, bir Kerim ile olmuyormuş’ diye hayıflansalar ya… Şubat 2022’de “Dergâh” dergisi ara vermedi aslında, kırk yıl önceki zihniyet iflası tekrar etti. Otuz iki sayfalık mütevazı dergi ne yapsın yani şimdi. Mustafa Abi’nin yerinde olup da önceden bilmenin azabını yaşamak istemezdim doğrusu. İbret-i âlem için, Kutlu’yu çok seyredilen televizyon kanallarından birine çıkarıp da konuşmalı onunla.
Bu ülkede edebiyat dergilerinin kaderi
Dünya değişiyor ise ki öyledir, Türkiye de değişiyor demektir. Bu değişim sürecinin edebiyat ortamındaki yansıması, edebiyatı yalnızca kendi yazdığından ibaret bilen ‘yeni tip edebiyatçı’ türemesidir. Öyle ki bu yeni tip/ler, yalnızca yazıyor ve kendi yazdığı okunsun istiyor; ne kimseyi okuyor/konuşuyor ne de yayım dünyasıyla ilgileniyor. Dikkat edin piyasanın edebiyatına, okurdan çok yazar var, basılı olanlar olmazsa sanal ortamlar işini görüyor onların. Onlarınkisi iş görmektir zaten, edebiyat kaygısı yok öylelerinin. Kapağını açamadığı bir dergiye yazı gönderip yazısı yayımlandığında haberdar edilmeyi ve kendisine dergi gönderilmesini bekleyen, edebiyat terbiyesi yoksunu ‘yeni tip edebiyatçı’ ile edebiyat dergileri yaşar mı, yaşamaz elbette. Edebiyat ortamının çok bilinmeyenli denklemini çözmeye bu ilk bilinmeyenden başlamalıdır açıkçası.
Birbiri ardına kapanan dergilerin bu durumundan yalnızca okur denilen hayali bir kitleyi sorumlu tutmak bir teselli payı olabilir. Okur haklı; öncelikle dergiler pahalı. 2022’de aylık bir dergi 20-25 lira ise okur denilen kişi, kaç dergiye abone olabilir ki… Yayıncı haklı; matbaa ve posta giderleri kabarıyor her yeni sayıda. Dağıtım pahalı, bazı dergiler dağıtıma verilmediğinden ya da yalnızca belirli noktalara ulaştırıldığından ara sıra dergi almak isteyen ilgililer bu haklarını kullanamıyor. Satış noktalarına ulaştırılan dergilere bir bakın, pek çoğu olduğu gibi geri gönderiliyor. Okur için ekonomik yönü en uygun dergi, 10 lira olan “Dergâh” idiyse sorun yalnızca ekonomik değil demektir. Şöyle de soralım: Kim okuyacak edebiyat dergilerini ve okuyunca ne olacak? Asıl sorun bu amaçsızlıktadır.
Şimdi ad vererek beş dergi yazayım: “Hece”, “Kitaplık”, “Notos”, “Roman Kahramanları” ve “Varlık” bir de “Dergâh” ekleyelim. Yaklaşık iki yüz elli üniversitenin bulunduğu bu ülkenin her şehrinde bir iki üniversite ve pek çok ilçede fakülte vardır, onların da Edebiyat/Türkçe bölümleri bulunmaktadır. Andığım dergiler, başkalarını da ekleyin, yüksek eğitim şehirlerinin çoğunda bulunamaz oysa orada edebiyatın akademisyenleri ve sevgili öğrencileri vardır. Kaldı ki bu dergiler yalnızca edebiyatçıları da ilgilendirmez. MEB bünyesinde yaklaşık bir buçuk milyon öğretmen çalışıyor, bu sayının en az onda biri Edebiyat/Türkçe öğretmenidir. İlgili bakanlık bir araştırma yapsa, düzenli dergi okuru kaç öğretmenini bulabilir, merak konusudur. Biliyor musunuz ki ne çok Edebiyat ve Türkçe öğretmeni “yüksek lisans” diplomalıdır ve onların pek çoğu, bırakınız yazı yazmayı bir dergi bile almaktan imtina ederler. Peki, şimdi soralım: Öğrenci okumayacak, öğretmen okumayacak, akademisyen okumayacak da bu edebiyat dergilerini kim satın alıp okuyacak? Ya da şöyle soralım soruyu: Adı geçen kesimler edebiyat dergisi okuduklarında ne olacaktı ki okumayınca ne oluyor? Varlıkları anlamsız ise kapatalım dergilerin hepsini, kurtulalım bu dertten. Şöyle bir anımsayalım. Uzun yıllardır Trabzon’da “Kıyı” dergisi yok, “Bireylikler” de Kayseri’de çıkmayacak artık. “Polemik”, “Adam Sanat”, “Defter”, “Virgül”, “Arka Kapak”, “Öykülem” yoktu, “Dergâh” ara verdi, ne gün döner bilemeyiz. Oh, ne güzel işte!
“Dergâh” dergisi kendi gerekçeleriyle ara verdi ise başka dergileri de iyi günler beklemiyor, bunu bilmemiz gerekir. Yayımına son veren her bir derginin ardından bir iki ah vah edip, birkaç haber ya da ileti paylaşmak, memur zihniyetine dönüştü. Bu iş de iş değil.
32 yıldır yayımlanan “Dergâh” dergisinin bu durumu, başımıza düşen bir taş olsun. Adının önüne kültür, eğitim, sanat ya da buna benzer sözcüklerle unvan eklemiş kişiler, duyarlı davranarak dergi editörleriyle görüşebilir belki. Yazarlar, şairler, dergi ilgilisi akademisyenler, editörler, matbaacılar, okurlar da olsun bu görüşmelerde. Ekranlarda bir kere de şu edebiyat dergilerini konuşalım, ne olur yani kıyamet mi kopar sanki. Ancak yayıncı kuruluş, ‘böyle bir programı ben yayımlamam çünkü kimse seyretmez, dükkânım zarar eder’ derse haklıdır. Değil mi ya çakır gözlü ‘esas oğlan’ melemeni soğanlı yapmış, bir belediye başkanı harcama yaparak hamsi festivali düzenlemiş, film çekiminde rol arkadaşıyla öpüşen kadının sevgilisi ‘erkek karakter’ çılgına dönüp sevgilisinden ayrılmış… Diyeceğim, bu ülkenin gündemi hayli yoğundur, ekrandaki dergi programına zaman da kalmaz dinleyici de. Otuz iki yıldır aralıksız yayımlanan hatırı sayılır bir derginin durumu, bu ülkenin ‘okumuş’ kesimlerinde bile kenarda kalmış bir mafyacının ölümü ayarında ilgi görebilir mi, ne mümkün. Canım Türkiye’m, iyisi mi “kabak çekirdeği ye, Cola iç” iyi gelir.
Dikkat ediniz, ilk insanın yaşam kaygılarını önceler olduk modern dünyada. Bugünlerde ‘karın doyurmak’ ve ‘barınmak’ asli gayemiz oldu, ne güzel. Televizyonların haber bültenleri, kültür-sanat haberiyle kapanır bu ülkede uzun yıllardır. Yazılı kültür, hiç olmadığı kadar yok olma tehlikesiyle yüz yüzedir; arkasında ‘güç’ olmayan yazılı kültür ürünlerinin ömürleri kısalıyor gün be gün. Kapanan bir edebiyat dergisi de ne ki; kültürün, sanatın, kitabın, derginin, yazının, şiirin, edebiyatın, romanın, hikâyenin, dilin, doğanın, çevrenin, aşkın, bilimin, mimarinin, müziğin, resmin, erdemin, düşüncenin, uygarlığın ve insanın konuşulamadığı yoksul bir dünya kurduk kendimize.
Aymazın aldırmazlığıyla muhterisin hırsından, kendi aklımızla kurtulmak dışında seçeneğimiz yok ne yazık ki.