“Vapur kalkıyooor!”.
Haydarpaşa Garı’na karşı denizi köpürterek yola koyulmaya hazırlanan aheste bir vapur. İskelede duyulan belli belirsiz bir çığıltı. Arkadaşları arasında Türkçe bilmeyen tek kişi olan genç kadının, bu sisli çığıltıda anlar gibi olduğu tek sözcüktü vapur. Onun ana dilinde bu ulaşım aracı için de benzer bir sözcük kullanılıyordu. “Vapeur (vapör)” diyordu Fransız kadın kendi dilinde; öyle ya, ilk vapurlar buhar enerjisiyle çalıştığı için, özgün anlamı “buhar” olan “vapeur” sözcüğü kullanılır olmuştu denize öksüren bu koca metal yığını için. Ne ki bu yolculuk, buhar gibi uçucu değil, aksine kalıcı bir iz bırakacaktı kendisinde.
Büyükada’ya vardıklarında 15 gün boyunca çekecekleri dönem projesi için hummalı bir çalışma başladı. Zaten tiyatro sanatçısı olan, ülkesinde tiyatro oyunlarının yanı sıra televizyon yapımlarında da rol alan Alexandra Ansidei için bu serüvendeki tek engel, Türkçe bilmediği halde Türkçe konuşmayı bilen bir Fransız kadını oynamaktı. Tanımadığı bir ülkede, bilmediği bir dili konuşan, tanış olmadığı ülkenin tanık olmadığı bir döneminde yaşamış karaktere yaşam verecekti. Üstelik seslendirmeyi de kendisinin yapması gerekiyordu. Her planı, her sahneyi onun için Fransızcaya çevirdiler, anladı. Fransızca’yı katlayıp dolabına koydu ve şapkadan çıkardığı Türkçesi ile 4 bölüm boyunca bilmediği bir dilde oyunculuk yaptı.
Kuşkusuz, okul yıllarında ders aldığı Gérard Depardieu’den bu deneyime yönelik özel bir eğitim görmemişti. Nitekim kendisi de bu serüvenin kendi sanat yaşamının en ilginç, en zorlayıcı, ancak en keyif aldığı deneyimlerinden biri olduğunu söylüyor. Aradan geçen 15 yılda birçok tiyatro oyununda ve televizyon yapımında yer alan Alexandra, bugünlerde ise tiyatro ile romanın tokalaştığı bir oyunda rol alıyor. Ünlü yazar St. Exupery’nin eşi Consuelo’yu canlandırdığı “St.Exupery New York’ta” adlı oyunda bu kez Fransızcayı kırık konuşuyor, zira rolünün en önemli gereği bu. Edebiyatın ve dil kullanımının sahneye teması her zaman keyif verici olmuştur. Öyle ki, Küçük Prens’in yazarının yaşamını mercek altına alan bu başarılı oyunda, çocukken babasının görevi nedeniyle yaşadığı Buenos Aires’te öğrendiği İspanyolcayı da, ana dili olan Fransızcasını bilerek bozmak adına bir enstrüman olarak kullanıyor sanatçı. Tıpkı Cemalettin Çekmece’nin yaşamı gibi, farklı diyarlara yolculuklarla büyüyen oyuncu, tiyatro sanatçısı olmanın en kilit unsurunun “kendinden göç etmek” olduğunu bu kez Akdeniz’in bir başka kıyısından kanıtlıyor bana kalırsa.
Sahne düzeni, sanatçı performansları ve seyirciyi kucaklama sıcaklığı açısından Konak Sahnesi’ni anımsatan Montparnasse Tiyatrosu’nda oyun bittikten sonra kızılca kıyamet alkış kopuyor. Oyunu izleyenler arasında Fransızca bilmeyen birkaç seyircinin de avuçları patlarcasına alkışladığı oyuncular, gözlerindeki mumların meşaleye evirilmesinden sonra tekrar tekrar selamlıyorlar seyircileri, sonrasında ayrılıyorlar sahneden. Bu oyunculardan biri olan Alexandra için de tiyatro, aslında ana dili suskunluk olan bir sanat dalı. Bunu da Türkiye’deki deneyiminden öğrendiğini sezmek güç olmuyor.
Yine Cemalettin Çekmece’nin sanat yaşamında karşılaştığımız gibi kendi ana dilinden başka bir dilde performans sergileyen Alexandra da Türk izleyicisi tarafından unutulmamasına şaşırıyor, ancak bundan duyduğu sanatçı memnuniyetini de gizlemiyor. Hala kendisini izlemek için oyununa gelen Türk izleyicileri de bu gerçeğin bir mührü olmuş durumda.
Ne diyorduk? Evet, ana dili suskunluktu tiyatronun. Buenos Aires, İstanbul, Paris… Susuyor Alexandra seyirciyle aynı dili. Ve her yeni suskunlukta, bir başka coğrafyanın denizinde kalıcı köpükler bırakıyor.
Şimdilerde ise yeni oyununun provalarını, salgından kaçamadığı için evinde, karantinada tek başına yapıyor. İleride olası bir Türkiye turnesi için ise heyecanlı hala. Bir diğer deyişle, yaklaşmakta vakti gönüllü bir göçün.
Vapur kalkıyooor!