Arda Cevahir
Kendi dolayımsız varoluşunu dolayımlamaktadır aslında. Ancak bu kendiyi iyi anlamak gerekir. Kendi, kendisi ya da her şiirinde konuşan, dolaysız olgusallığın bağrındaki bu ben, Özgün Ergen’in dünya ve oluş bütünlüğünden başkası olmayan varlığının ta kendisidir.
Bu yüzden, onun poetikası, dolaysız olgusallıklar olarak dağlar, sokaklar, çiçekler, gökkuşağı, orman, gece, saat, tünel, gökyüzü, ağaçlarla yüklüdür, varlığı dolayıma atıp nesnellikte bir yabancılıkla karşılaşmakta, bu yabancılığı kendi dolaysızlığıyla aşmaktadır.
Öznelliğin bu diyalektik doğrulanışı, bir tür meydan okuma biçiminde de adlandırılabilecek bu varoluş, her hakiki şairin ömrüne musallat hiçbir şey bilmemekle her şey olmamak arasında gerilmiş bu mevcudiyet, dünyanın karanlık yüzünü keşfe çıktıkça kendini nesnellik olarak bir körebe gibi ele geçiren trajedinin varlığından başka bir şey değildir.
Yapıtına, Uçurum Saatinde İlkyaz Şöleni adını verişi bundandır. Çelişkin birlik düzleminde aynı eşit farkındalığa sahip olunan bu iki olgusallık, şiddet yoluyla yaşanan bir özyıkımı, hayatın şiddetini, kendini ve onu olumsuzlayarak aşma girişimidir.
“Dünyadan geçiyorum/dünya selamlamıyor beni/ sırrını vermiyor odalar, duvarlar, bu ayna/ hep ham hep yarım ülkenin/sancısını duyuyorum bedenimde/Nerdeyim böyle hep oyun dışında…” (İğneli Ağaç s.18)
Eğer insan, dünyanın dolayımıyla kendi dolaysızlığı arasında elçilik üstlenip dolaysız varlıkla dolayım ilişkisine girmişse, koşulları kendinin değil, koşulların kendisini belirlediği katı gerçeklikle yüzleşmişse ya da yüzleşmeyi göze almışsa ve bunu, öznelliğin aynasından ona yeniden yansıtabilmişse, orada şiir ve şair trajik halde vardır diyebileceğiz. “Aslında bazen görmek, yıkılmanın en içten kabulüdür,” der Uçurum Saati İçin Yazılmış İlk Şiir’inde. “Yara gibi kalıyordum evin sırtında.” (Çocukluk, Asma Katlar, Varan-I)
Tüm bunlar, diyalektik ilkelerle çerçevelenmiş toplumsal bir alanın tekil çapta dillendiriliş eylemidir ki şiir ve trajedinin birbiri üstüne taşarak yaşandığı yapı olarak şairin varlığı da bundan ibarettir.
Ergen, burjuva konforunu reddetmiştir, gelişiminin ilk yıllarından namevcut kalmayı seçmiştir: Mungan, ünlüdür, yurdun dört bir yanında imzalara çağrılır, ödüller almakta, hayranları imza kapabilmek için kuyrukta beklemektedir, ancak Ergen için bunlar şairin praksisi değil, kitabı çıkmadan evvelki Murathan Bey’in öyküsüdür, ünlülük, şairle değil, kişinin kitabı çıkmadan önceki vatandaş kimliğiyle ilgilidir, imzalar, ekranlar, oteller, hepsi vatandaş Murathan Mungan’ın hikâyesidir. Ne zaman ki kişinin kitabı çıkar ve o kişi, aydın cinayetlerine, öğrenci tutuklamalarına, insan hakkı ihlallerine ses yükseltir, işte o zaman praksisini ortaya koymuş bir aydın, şair olur.
Namevcut kalmayı bu yüzden seçmiştir Ergen, varlığını kanıtlayamayan bir hayalet gibi dolaşır durur şairliği insanlar arasında, şair olmayan bir ünlü değil, ünsüz bir şair olmaktır ereği, Nâzım gibi, S.Ali kadar, Sartre kadar namevcuttur, payına kötü şöhret düşmüştür, ki eğer insan aynı anda hem var olmak hem de şair olmak zorundaysa, trajedi onun varoluşu, o trajedinin varoluşu demektir. Tek atımda on ikiyi vurmaktan başka şansı yoktur. “Kentler koca koca oklarla hedef tahtasına dönerken/bir şiire sarılıp uyuyabiliyorum-sesimi duyuyor musunuz?” (Derinden Kavrayışın Şiiri s.58)
Şeytan’ın, Tanrı’nın iyi melekleri karşısındaki konumu neyse, Ergen’in bu diyalektik bütünleniş çağında şiirin egemenleri karşısındaki konumu da odur. Olmayarak var olmaktansa, var olmak üzere olmamak olan şairliktir.
Hasta düştü, aylarca koynundaki yarığa yerleştirilmiş ilaç tüpü, başında perukla gezdi, ihanete uğradı, çirkinliği yüzünden sokağa çıkmaya utanan Verlaine’ın dönüklük, Van Gogh’un intiharla yaşadığı o olduğunu olmamaktansa olmadığını olarak varlığa gelme mücadelesini, uçurumun kıyısında, ölümle burun buruna geçirdiği kanserle yaşadı.
Nitekim en ağır biçimiyle kanser olmak, kişinin, bedeni üzerindeki egemenliğinin koşulsuzca yitirilişidir, kendi öznelliğinin Azrail’in bakışındaki nesnelliğiyle baş başa kalmaktır, hiçbir biçimde ne şiire ne sanata indirgenebilir.
Sanat söz konusu olduğunda, olmamak da olmaktır, örneğin Satıcının Ölümü, sizi yaşama daha bağlayabilir, Büchner’in Woyzeck’i sahne dibindeki dramatik öznelliği sizden çok uzak nesnellikle yansıtabilir. Ancak aşılmaz bir nesnellikle baş başa kalınmış öznellik, hiçbir canlılığın yaşamadığı çöl demektir, yapıp üretmek için, elinde avucunda, varlığın olan bu çölden başka bir şey olmamak demektir. Yani, olmamak, olduğunu olmamak, ruh felci demektir.
Ergen’in, Salgın’dan beri süre gelen poetikasını, işte bu, olduğunu olmamak, olmayarak olmak düzleminde okumak gerekir.
“Adresimi sorsam bütün orman yabancı/ gökyüzüne yetişmeye ne uzak, kolum kanadım/köküm kayıp!/ mendile beze bağlamışlar umudu sımsıkı/Çiçeği renginden soğutup gitmişler, diplerine varıncaya kadar/ bir putum bile kalmamış sığınacak…” (Elleri Yarat, Salgın s.18)
Hiçbir şair tamamlanmamıştır, şairlik, tamamlanmamışlıktır, kendi eksikliğini gidermek üzere dünyayı tamamlamaya girişir, aslında sıvadığı boşluklar kendisini yutan çatlaklardır, dünyayı öznelliğiyle nesnelleştirir, şiiri, öznelliğinin nesnelliği olarak bu şekilde açığa çıkar.
Kansere yakalanmış olmanın umutsuzca bilinci, ölümün bir milat tanrısı gibi geleceğe yerleşmiş kara bakışı, yapılan her şeyi boşa çıkaran karanlık gözü, öznelliğin men edildiği o aşılmaz nesnellikle baş başa bırakır insanı: Tamamlanmamış halde ölü bulunmak, tamamlanmamış tarihle ölü bulunmak, verilmemiş yanıtlarınla ölü bulunmak, bbütünlenmemiş halde ölü bulunmak: Tanrı’nın bile ortağı olmadığı acı yalnızlığıdır bu Özgün Ergen’in.
Bu acı yalnızlık, gerçekliği aşmak üzere dünyayla ilişki kuran her sanatçı girişime, şimdi artık kendi varlığının da yasaklanmasıdır.
“tezgâhlara, pazarlara yamalı cebinize bakıyorum bir kullanımlık eşyalara, kadınlara, adamlara/toprağın çürüğünü, yapraktan sızan suyu/yarılan ovalarınızı tamamlıyorum…” (Yapboz Dünya, Salgın s.5)
Olunmazlık kipinde kendini yaşadığı, dünyadan kendine, dışsaldan içsele, nesnellikten öznelliğe geçişle kendini ve dünyayı bütünlediğinden, bir tür, iki numaralı birinci konumundadır Ergen’in beni. Fotoğraflarında, şairliğinde ya da şiirinde. “Ona kadar saymak istedim/ payıma hep dokuz düştü.” (Bir sayı Değil, s.28) Çünkü daha derinde, dünyayı kendine bir karşı çıkış formunda doğrulamıştır, bu ikincil konumu, egemenler karşısındaki poetik konumlanıştır, sanatın ya da şairin başkaldırısına upuygun bir bilinç, bir ruh dengesidir bu.
“özümü ben başka yerde bıraktım, günüm yitik/ ne kadar da bir anadan doğmuş olsak,/dünyaya hep üveyim.” (Özgündeyiş, Akatalpa dergisi Şubat 2011 sayı 134)
Aslında bu üveylik, kendini hep ikinci sıraya koyan birincil bilinç, kendine arka sıraları seçmiş zayıf öğrenci durumu, hayat karşısında şairliği varlık tarzı edinmiş zeki birinin dolaysız varlığından başkası değildir. Bu poetik zekâ, kendini hem bir tarih hem nesnellik hem öznellik olarak ortaya koyabilme bilincinin ta kendisidir.
“Herkesin nefesinde o bulaşma korkusu/ Uzaklaştıkça birbirlerinden artmaz sanılıyor salgın/oysa bir çocuk, bak kalbini nerede unutmuş/ölüm o fişin çekilmesi kadar basit, bir düğmeye yenik/ ekranlar dünyasında çürütülmüş beyin/ yerinde saymaktan başka işe yaramayan bilgi/ hayatın da çıktı tansiyonu, yetişin!/Nöbetleşe bir umut hâlâ kapıda.” (Salgın-Salgın s.30)
Şiirin, geçen otuz kırk yıldır süre gelen entellektüel bir kriz geçirdiği dönemde, Salgın’ı yazdığı günlerdeki ilk gençlik yaşını da hesaba katarsak, Ergen’in, şiirini metaforik imge bulanıklığına, bunalımına sürüklemeden yazmış olması, entellektüel gerçekçilik bakımından ilginçtir. Egemen düşünce, şiirin bu dönemde olduğu gibi o dönemde de imge gösterisi biçiminde görselleştirilmesidir, imge, gerçeklikten kopuk bir öznellik cisimleşmesidir. İmge, çelik soyutluğunda dirençliklerle tül inceliğinde somutlukları biçimsel birliğe zorlamakta; karı terletmekte, ateşi elemekte, ırmağı küllemekte, sülfürik asidin öpüşmeye kattığı içsellikten söz etmektedir.
Ergen’in imge- metafor algısı ise bambaşka ve tam kendinde, şaircedir. O, imgenin görünümü altında tarihsel hakikatin yatması gerektiğinin farkındadır. Nesnel gerçekliğin şiirsellikle dile getirilmesi, şiirsellikle dile getirilmesi gerekenin nesnel hakikat olduğunu bilir. Tıpkı siyah beyaz gösteren televizyonun renk ayarı gibi, her dizesinde, ne şiirsel rengi aşırı verip siyah beyaz nesnel hakikatin gözden yitmesine ne de, nesnel hakikati renkten mahrum katılığıyla sunup şiirselliğin uçup gitmesine izin verir. O, şiirin şiir için, resmin resim için, müziğin müzik için yazılıp yapılmadığının bilincindedir. Sanatın, öznelden nesnele, nesnelden öznele sürekli bir diyalektik bütünleyiş üzerinde dışsaldan içsele, içselden dışsala geçiş olduğu praksisin farkındadır, ün, ödül, gibi soyutlukların sanatsal praksisin berisine ait olduğunu fazlasıyla bilmektedir. İyi şiir elbet bir gün yerini bulacaktır, der yaygın kanı. Gün gelip, insansı varoluşu ve tarihsel hakikati, tarihsel somutluğu içinde, yani yaşayan somut insanı ve onun sanatını içinde yer aldığı mülkiyet ilişkilerinin tarihsel hakikati temelinde ele alan bütünleyiciler, diyalektikçiler türediğinde, Özgün Ergen’in şiiri de hak ettiği iyi değere kavuşacaktır elbet.