Yayımcılıkta on ikinci yılını tamamlamak üzere olan mevsimlik ‘Roman Kahramanları’ dergisi, yeni sayısıyla edebiyatın iyi okurlarını üç ‘dosya’ ile karşıladı. Derginin, Temmuz-Ağustos-Eylül 2021 tarihli 47. sayısı, söz yerindeyse düşünsel yaşamın ‘rölanti’ ayarıyla işlediği bu yorgun yaz sezonunda yeni umutlar getirdi edebiyat ortamına. Edebiyat, özellikle de roman ilgilileri, derginin bu yeni sayısını öncekilere oranla yanlarında daha uzun süre bulunduracaklar gibi geliyor bana. Derginin sayıca ne kadar basıldığını bilmiyorum ancak bu yeni sayının, genel okura ulaşamadan ilgililerince erkenden sahiplenileceğini düşünüyorum, umarım yanılmam. Benim de bir süredir (29. sayıdan bu yana) aralıklarla yazdığım ve yazanlarından biri olmakla sevindiğim ‘Roman Kahramanları’ dergisi, şimdiye dek üç ‘dosya’ ile okur karşına çıkmış mıydı, bilemiyorum; buna bakmak gerekir elbette. Derginin yeni sayısının ilk ‘dosya’sı, bir önceki sayıda başlayan “Dindar Roman Kahramanları II” ‘dosya’sı. İkinci ‘dosya’nın adı “Ayla Kutlu” ve üçüncü ‘dosya’ ise “Peride Celal” adına hazırlanmış. Derginin, “Serbest İnceleme” bölümünün iki ayrı yazısını da göz ardı etmemek gerekir derim.
‘Dindar Roman Kahramanları II’ Dosyası
Editörlüğünü Oğuz Şenses’in yaptığı ‘dosya’nın bu sayıdaki ikinci bölümünde, her biri okurundan ayrı bir emek isteyen on bir yazı var. İlgili ‘dosya’nın, başka edebiyatların yazarlarının romanlarına yönelik ve başkaca okumaları gerektirecek yazılarını öncelediğimi söylemeliyim, bununla diğer yazıların böyle olmadığını söylemek istemiyorum elbette.
Çağla Anılmış Soydemir, bizde çoklukla Ulysses yazarı bilinen yazarın, “29 Aralık 1916’da yayımlanan ve otobiyografik izler taşıyan romanı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” için Ovidius’un Dönüşümler kitabına dek uzanan bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Mezhep çatışmalarının yoğunlaştığı İrlanda ülkesinde aile ortamı ile okul yaşamı arasındaki çelişkilerle büyüyen Stephan Dedalus’ un kanatlarını, “inanmanın, inanmak ihtiyacının, yaratma kabiliyetinin sanatın bahşettiği güçle birleştiği nehir” nasıl olup da “acıyla büyüt”müş diye merak ettiğimizde Cizvit okulunun öğretmenlerinden Arnall Baba’nın “hiçrenksiz gözler” ile çocuğa bakışına tanık olmamız gerekiyor.
Didem Gamze Erdinç, “Rahip adayı Alyoşa’nın kaldığı manastırdaki Zosima dedeyle ilişkisi, onun insanlığa duyduğu sonsuz sevgiyi ve iyiliğe olan bağlılığını güçlendirir.” cümlesiyle “acının, ıstırabın romancısı” Dostoyevski’nin, yaşamından derin izler taşıyan Karamazov Kardeşler romanının, iktidar resmiyetine dönüşerek sevgiden uzaklaşan Katolikler ile İsa’nın sevgisiyle yaşayan Ortodoks çatışmalarına çıkarıyor yolumuzu. Karamazovların babası Pavloviç, “Tanrı var mı” diye sorar, oğlu İvan da “Tanrı yok” der babasına ve sonrasında bir şiir okur kardeşine. Merhamet, suç, kefaret, acı, özgürlük, inanç ve umut kavramlarıyla zenginleşen romanın, “kendi kendimizden kurtarın bizi” çağrısına kulak vermek gerektiğini anlıyoruz yazının tamamını okuyunca.
Ertuğrul Aydın, dünyanın bir yılı aşan süredir yaşadığı salgın sürecine uygun düşecek bir seçimle “Albert Camus’nün, Veba romanında işlediği kahramanlar içinde arka planda kalanlardan biri olan Rahip Paneloux, gerek romanın metni gerekse konumu içinde, en az anlatıcı-ana kahraman kadar önemli bir role sahiptir.” giriş sözüyle, yaşanmışlıklarla biçimlenen kurmaca bir metinde insanlığın karşılaştığı büyük sağlık sorununda doktor ile din adamının yardımlaşmasına bakmamızı sağlamış romandan alıntılarla.
Gonca Arkon Tekinel, “ideal bir toplum oluşturmayı, manevi değerleri yücelterek insanlığı ileriye taşımayı amaçlayan, Fransa’nın destanı olarak anılan, tarihi bir eser” olarak bilinen Sefiller romanını, halkın gözünde “tüm iyiliklerin haznedarı, tüm sıkıntıların veznedarı” Piskopos Myriel karakteri ekseninde değerlendiriyor. Tekinel’in, ilk kez1862’de yayımlanan romandan, kendisine tahsis edilen piskoposluk sarayını hastaneye çevirerek kendisi tek katlı küçük binaya taşınan Piskopos karakterine dair alıntıları okuyunca insanlığın ‘iyilik’ adına yüz altmış yıllık kayıplarını sıralamak geçti içimden, ne ki Piskopos kurmaca.
Tesadüf müdür, bilemiyorum. Hatice Kübra Üner ile Jale Nur Turgut, iki ayrı edebiyatın kurmaca karakterleri Faust (Goethe) ve Raskolnikov (Dostoyevski) üzerinden yaptıkları karşılaştırmalı “dünyevileşme” eksenli okumayla yakın yollardan giderek yakın sonuçlara varmışlar.
İlgili her birimiz; roman, film, resim, tiyatro, belgesel vb. aracılığıyla andığım incelemelerde gördüğümüz türdeki okul ve din adamlarıyla bir biçimde karşılaşmışızdır. Kuşkusuz pek çok roman daha vardır ‘dosya’ içinde anılmayan. Kendi adıma, manastırlara yönelik hayli sert eleştirileri olan Rahibe (Denis Diderot) romanının şaşırtıcı cinsel yönelişleri ve eğitmenliğiyle dikkatimi çeken başrahibesinin de “dindar” karakter olarak değerlendirilmesini isterdim.
İlk ‘dosya’ içinde ayrıca; Tehdit Mektupları (Aslı Biçen), Suskunlar (İhsan Oktay Anar), Kar (Orhan Pamuk) Mesihpaşa İmamı (Samiha Ayverdi) ve Sinekli Bakkal (Halide Edip Adıvar) romanları da “dindar” karakterleriyle incelenmiş.
‘Ayla Kutlu’ Dosyası
Ayla Kutlu’nun ilk romanı Kaçış (1979) hakkındaki “aşk ve öz eleştiri” odaklı yazımı dergiye gönderdiğimde ‘dosya’ bilgim yoktu. Yakın bir zamanda dergi editörü Serap İlhan Asan’ın, Ayla Kutlu adına ‘dosya’ hazırlandığını ve yazımın orada yer alacağını haber vermesiyle 1938 doğumlu yazar kadın Ayla Kutlu adına sevindim doğrusu çünkü yazarlara bu tür bir iyilik sağlıklarında pek nasip olmaz. Editörlüğünü Baran Barış ve Lale Kabadayı ikilisinin üstlendiği ‘dosya’ içinde her iki editörün de yazıları var. İki editör dışında, bu satırların yazarıyla birlikte altı kişi daha yazmış Ayla Kutlu’nun romanları için.
Yazarın ilk romanıyla ilgili yazmış olsam da Ayla Kutlu benim gözümle Kadın Destanı (1994) yazarıdır bu nedenle ‘dosya’ içinde editör Lale Kabadayı’nın, andığım romanla ilgili aydınlatıcı yazısını öncelediğimi açıkça söylemeliyim. Gılgamış Destanı’ndan akıp gelen roman için yazan Kabadayı, edebiyatın roman okurunu “ölümsüzlüğü arayan Uruk kralının öyküsünü” anlatan Gılgamış’a götürüyor yeniden. Söz, dünyanın bu ilk destanına varmışken Alberto Manguel’in, “Gılgamış Tabletleri” (Kelimeler Şehri, YKY 2009) yazısını önermeliyim ilgililerine. Lale Kabadayı’nın, Kadın Destanı romanı için “Engidu’nun Gılgamış’a karşı gelmesi için ikna edilmesine aracı olan tapınak kızını/yosmasını, öykünün başkahramanlığına taşımaktadır.” yargısını okuyunca Montaigne’nin yaşamında şöyle bir adı geçmiş Marie de Gourney için Yazar Kadının Savunması (Şenocak 2010) romanını yazan Jenny Diski düştü aklıma. Her birimiz, kurmaca metin Kadın Destanı romanından anladıklarımızı, Kabadayı’nın yazısından öğrendiklerimizle zenginleştirebiliriz.
Barış Baran, ‘empati’ kavramından hareketle değerlendirdiği Cadı Ağacı (1983) romanında genç doktor Nilüfer’in, erkek egemen dünyadaki yaşam mücadelesini metinler arası ilişkilerden de yararlanarak anlatıyor bize. Bu karmaşık dünyada aşk ve kadın-erkek ilişkilerini sorgulayan Barış Baran, romanın başkarakteri Nilüfer’i karşımıza dikerek soruyor yazısının sonunda: “Romanı okuyup bitirdikten sonra okur olarak hepimizin sorabileceği bir soru var: onun yaşadıklarını biz yaşasak nasıl bir insana dönüşürdük?”
Kaçış’ta olduğu türden romanlarında aşk ile politik/toplumsal sorunları iç içe kurgulayan Kutlu’nun sonradan filmi çekilen Hoşça Kal Umut (1987) romanını değerlendiren Dilan Aydemir, “Oruç’un 1971 darbesi ve 1981 darbesi arasında geçen yıllarda yaşadıkları anlatılmakta” olan romanda Oruç’un ihtiyaç duyduğu ‘dostluk’ ile Algüz’ün çektiği ‘yalnızlık’ arasında bağlantı kurarak “Bu karşılaşma, ikisi için de bir umut barındırmaktadır” sonucuna varır. Bu bağlamda, “gerek çok partili döneme geçiş sürecindeki savaş sonrası Türkiye’ye gerek Menderes iktidarına gerekse ülkede yavaş yavaş etkinliğini artıran Amerikan hegemonyasına ışık tutmuş” olan Islak Güneş (1980) romanı da dikkate alınmalıdır. Gözde Tizgili, “II. Dünya Savaşı ve sonrasından başlayıp 27 Mayıs 1960 ve bunu takip eden yıllara uzan”an bir dönemi konu edinen bu romanı değerlendirirken “eğitimsiz kalmış, hayatları boyunca bunun acısını çekmeye mahkûm edilmiş insanlar, özellikle de kadınlar üzerinden Türkiye’nin gerçekleri anlatılmakta” olan romanın Zehra karakterini öne çıkarır. Hazal Rodop’un “erkeklik” bağlamında değerlendirdiği Ateş Üstünde Yürümek (1983’te Tutsaklar adıyla yayımlanan romanın, 2004’teki ikinci baskısının adı) de belirttiğim bu kategoriye eklenmesi gereken bir romandır. 12 Mart Muhtırası’nın sonrasındaki “emsali görülmemiş insan avı” yıllarında Avukat Mehmet Kadri Eran çevresinde gelişen olaylarla “inandıkları uğruna ‘tutsak’ konumuna düşmekten çekinmeyen gençlerin iç dünyaları ile bu gençlerin ailelerinin iç hesaplaşmalarını” anlatan Ateş Üstünde Yürümek, bir dönemin kişilerinde yarattığı psikolojiyi anlamaya örnektir.
Umay Alkaya’nın değerlendirdiği Yedinci Bayrak (2016), “Urumeli’nden İzmir’e” bir göç romanıdır. Bir uzun göç yolculuğuyla “Hasret ve ailesinin başına gelen olaylar ışığında yurt, vatan, bayrak, millet kavramlarını etraflıca tartışmış” olduğu anlaşılan Yedinci Bayrak romanında, “kadın karakterler savaş, açlık, yoksulluk, yağma gibi zorlukların yanı sıra ataerkil toplumların kadın bedenine ilişkin kodlamalarının beraberinde getirdiği metalaştırılma ile de mücadele etmektedirler.” Selin Gül’ün deyişiyle “Antakya’da yaşayan Asiyel ailesinin hikâyesini anlatarak toplumun ve Türkiye’nin kadın algısını isabetli bir şekilde göstermiş” olan Asi… Asi (2010), evlilik-aile-çocuk ilişkisine/çelişkisine yeniden bakmamızı gerektiren bir romandır.
Bazı romanları alınmamış bu ‘dosya’ içinde Ayla Kutlu ile bir görüşme olsun isterdim ya olmamış her nedense. Dergi yönetimi, ‘dosya’ yazarlarını Ayla Kutlu ile gerçek ya da sanal ortamda buluştursun isterim, olur mu bilemem.
‘Peride Celal’ Dosyası
Batıgün Sarıkaya’nın editörlüğü üstlendiği ‘dosya’ içindeki on ayrı yazıyı okuyunca Kurtlar yazarı Peride Celal, bu güzelliği görmeliydi diye düşündüm. Şairin, “keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizesinden esinle söylersem bu ‘dosya’ için dergi aranıp bulunmalı derim, ‘keşke’ demeden önce.
Batıgün Sarıkaya’nın başlangıçtaki kısa yazısının, “Özellikle köy romanları, köy gerçekliği gibi eğilimlerin baskın olduğu bir dönemde çağdaş toplumun yarattığı burjuva yaşantısına eğilmesi o günün şartlarında cesur bir adım sayılmalı.” yargısı, Peride Celal için önemli belirleme. Dilek Çetindaş, “Peride Celal’in Pembe Romanları Bize Neler İtiraf Eder?” başlıklı yazısında, ‘dosya’ konusu romancının “yazarlığının 1949’a kadarki ilk devresinde kaleme aldığı pembe romanları” tek tek tanıtır. Çetindaş’ın bu öğretici yazısı, yalnızca adı geçen yazarın romancılığı için değil, handiyse yüz yıl sonrasının “ekonomik kaygılarla, çoksatar olma telaşıyla hızlı tüketilen eserler” basılıp satılan Türkiye’nin edebiyat ortamı için de önemlidir. Yaşar Ercan’ın yazısı, dört ayrı öyküyü barındıran Pay Kavgası (1985) kitabıyla ilgili. Yazıdan edindiklerimle kitabın “Çukur” öyküsünü, Sait Faik’in doğa/çevre sevdalı pek çok öyküsüyle yakın bulurken “Düşten de Öte” adlı öykü, Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” öyküsünü anımsattı bana. Adı geçen kitabı edinip her iki öyküyü de okumayı görev saydım kendime. Seda Doğu da benzer biçimde, yazarın iki uzun öyküsünün yer aldığı Bir Hanımefendinin Ölümü (1981) kitabını değerlendirmiş yazısında.
Peride Celal ile ilgili akademik çalışmaları da olan Tahir Zorkul’un, “ anarşizmin kol gezdiği, sağ-sol çatışmalarının kıyasıya sürdüğü ve her gün pek çok insanın yaşamını yitirdiği bir kentte, kocasını yeni kaybetmiş; iki çocuğunun evlenip evden ayrılmalarıyla da büsbütün yalnız kalmış, altmış yaşındaki – ismi açıklanmayan – yazar-anlatıcının ‘yirmi dört saat’lik bir zaman diliminde kendisiyle iç hesaplaşmaları ekseninde kurgulanmış” kült eser Kurtlar (1991) romanı yazısını öne çıkarmam gerekir. Bir cümlelik yargıdan anlaşılıyor ki sadece yazan kadının yazma sorunu ve kadın-erkek ilişkileri anlatılmaz, “1940’ların başından 1980’li yıllara uzanan süreçte Cumhuriyet Türkiye’sinin bir panoraması da çizilir:” romanda.
‘Roman Kahramanları’ dergisinde bir dönem editörlük de yapmış Şirvan Erciyes’in, “kırklı yaşlarının başında olduğu için ömrünün hazan mevsimine girdiğine inanan Nuriye Selen’in Venedik’e gitmek üzere bindiği vapurda geçen dört gününe dair bir anlatı” Güz Şarkısı (1966) hakkındaki yazısını kendi adıma iki yönden önemsedim: Bunların ilki, benim de ilgilendiğim ‘edebiyatın konumunun edebiyatın kurmaca metinlerinde tartışılması’ sorununu bana duyurduğu için. İkincisi de vaktiyle bazı romanlar hakkında yazarken gezindiğim zaman ve mekânları bana anımsatmasıdır. Nuriye Selen’in gençlik aşkı Sahir Kırtay ile “kendilerini sosyalist olarak tanımlayan heyecanlı gençler” adına konuşan Güler Işık arasındaki sanat tartışmaları, sanatçı ruhlu Nuriye’nin yalnızlıklarına eklenince Güz Şarkısı romanı için “çok klişe gibi görünse de hala tartışılan, sanat sanat içindir sorunsalıyla yazarın güdümlü sanat olarak ifade ettiği toplumcu gerçekçi edebiyatı tartışıyor” diyebiliriz.
“60’lı ve 90’lı yıllar arası Türkiye’sinin siyasi ve kültürel atmosferinde kocasına saplantılı bir aşk besleyen Elif karakterinin romanı” gibi görünse de onun otuz yıllık gazeteci eşi Cem Soner’in çevresinde gelişen olaylarla gazete-politik dünya eleştirisi sayılan Deli Aşk (2002) romanını yazan Eda Demir’in, romandan çıkardıklarına bakılırsa toplumsal/politik yaşamın kirletilmiş işleyiş biçimi yönüyle romandan on dokuz yıl sonra da aynı yerdeyiz.
Pavese, Moravia, Camus ve Sartre vurgulu, “üç kadının kendi ruhlarını tanıma adına bir bataklık haline getirdikleri geçmişlerine yaptıkları flashbackler ile başkalarının ruhlarını tanıma çabalarının güncel sıkıntılarla dile geldiği” Üç Yirmidört Saat (1977) romanını değerlendiren Altay Ömer Erdoğan’ın yazısını bitirdiği alıntı roman cümlelerini alıyorum ben de: “Yaşam güçtü, sevmek de öyle! Okumak, bilince varmak ve insan olmak!” Evli Bir Kadının Günlüğünden (1971) romanını değerlendirirken Lilith’e, Havva’ya, Helen’e, Penelope’ye ve oradan Simone de Beauvoir’a varan bir yolculuğa çıkan Özgür Danışman, Selma’nın bir kaza sonrası tanışıp evlendiği Mehmet ile yaşadıklarından ilginç bir yere varır: “Sözün özü: Evli Bir Kadının Günlüğünden; evliliğin, anneliğin, kadınlığın ‘kutsal’ kalelerine havan topuyla atılmış gibidir.” Peride Celal’in sanatındaki ikinci dönemin ilk romanı Gecenin Sonundaki Işık (1963) hakkındaki değerlendirmesinde Gülşen Altaş, kadın kahramanının “aşkı uğruna verdiği mücadelenin bir karşılığını ala”mamış romanı, “Peride Celal, Macide’nin hikâyesinde hem dönemin burjuva kesimini hem de ülkenin yeni rejimine uyum sağlama sürecini betimler.” cümlesiyle değerlendirir.
Dergi derken
Yaygın adlandırmayla “haz ve hız” çağımızda kültür-sanat dergilerinin durumu tartışıladursun öylece ancak edebiyat, hayatımızda her ne ölçüde var olacaksa olsun bu yer edişte dergilerin payı göz ardı edilemez. Edebiyat ilgilisinin/diplomalısının edebiyatın dergileriyle ilgilenmesi, düşünceyi iğdiş eden dayatmacı ve çıkarcı anlayışa karşı düşünsel bir direniştir. Böyle olmayıp da herhangi bir sorumluluk üstlenilmeyen geyik muhabbetlerinde edebiyatı bir çiğnemlik sakız olarak kullanıp ahkâm keserek kendini aklamak, edebiyat ilgilisinin terbiye dairesine sığmayacak bir edepsizliktir.
‘Roman Kahramanları’ dergisinin adından söz ettiğim 47. sayısı, 192 sayfalık bir dergi. Bunca hacimli dergiye yalnızca dört sayfalık ‘tadımlık’ tanıtma yazısı yazınca benim yazımı okuyacaklara benden çok iş düşeceğini kestirebiliyorum. Yazarın söylediklerinden onun söylemek istediklerini çıkarmak ya da yazarın bıraktığı boşlukları okurun doldurması neden sadece kurmaca metinlere özgü bir durum olsun ki! Benim dört sayfalık yazımdan, yüz doksan iki sayfalık derginin neler söylemiş olduğunu da az çok düşünebilmeli okur. Bilmeli ki okur(um) ben de ne çok sözü söyleyemedim bu kısa yazımda. Derginin yazılarını okuyanların, kendilerine yeni okuma/yazma alanları açacaklarından hiç mi hiç kuşkum yok.