Koray Feyiz
Vural Bahadır Bayrıl, bir söyleşisinde şöyle diyor: “Şairlik bir ‘hâl’dir. Ne bir meslek, ne bir konum, ne bir endüstriye girdi sağlayıcı, ne bir kariyer hikâyesi… Şairin bu ‘hâl’e layık olması gerekir diye düşünürüm ve bu ‘hâl’e layık olmak arzular, ihtiraslar, baştan çıkarıcı davetkâr pozisyonlar, imkânlar çağında gerçekten çok ama çok zor. Çok dayanıklı olmak gerekiyor. Çok tetikte olmayı zorunlu kılıyor. Bir atasözü yazdım. Tekrarlıyorum ki yerleşsin: Şiir iyidir, şairler hariç! Şiiri seviyorum ama şairler konusunda hâlâ tereddütteyim.”
Bir şekilde eline alıp okumayana anlatması zor bir kitaptır Arzuda Tenhâ. Uzaktan bir bakış, imge yapısı gelişmiş/gelişmekte olan herhangi bir Türk şairi, önyargısıyla birbirine benzer şairlerden birisi ile karşı karşıya olduğunu düşünür. Oysa iç dinamikleri, tadı, ölçüsü, fon müziği, ana duygusu, birim değeri ile ilgi çekici sürprizlerle dolu bir kitaptır Arzuda Tenhâ. Kitabın yapısı dikkatli irdelendiğinde, son zamanlarda Türk şiirinde yaşanan değişimin, şairin şiirlerindeki gelişmelere etkisinin sınırlı olduğu izlenebilir. Arzuda Tenhâ, kendini var eden farklı şiir kültürü ile özel olarak değerlendirilmesi gereken bir yapıya sahiptir.
Şair, yine aynı söyleşide:
“Arzuda Tenhâ’ya kadar hemen hemen tüm şiirlerimi onlarca kez yazmışımdır. Yazarım, bozarım, eklerim, çıkarırım. Bir kelime değişmelidir, bir mısranın ritmi başka türlü olmalıdır, bir şiirin bağlamından memnun değilimdir… Doğrusu kendime epey eziyet ederim şiir konusunda ama Arzuda Tenhâ tuhaf bir biçimde böyle olmadı. Hep bir ritim içinde yazdım Arzuda Tenhâ’yı, hem de çok kısa bir sürede. Belki bir ay veya bir buçuk ay içinde… Bana göre şaşırtıcı bir hızı vardı. Yine bu süreçte anladım ki yayımlamak değil, yazmak mutlu ediyor beni. Öte yandan şairler, yayın endüstrisinin mütemmim cüzü değildirler” derken uzaktan bir bakışın, Arzuda Tenhâ’nın yapısını ve değerlerini okumada / tahmin etmede yetersiz kalmasının sebebi tam da budur. Öte yandan benzer bir durum, içeriden kitabı tanımlamaya ya da anlatmaya çalışanlarda da bulunmaktadır. Aslında bu içsel etiketlemelerin çoğu, kitaba ilişkin dışarıdakilerin oluşturduğu ve içeridekiler tarafından çoğu zaman beğenilmeyen, yeterli görülemeyen ‘şair kimliği’ne bir yanıt arayışına girdiği için yanılgılar üretir durur.
Şairdeki yeni-gelenekçilik/sûfîzm kavramı üzerinden de bu yanılsamayı okumak mümkündür. “Satranç”, “Aynadaki Yara”, “Tereke”, “Serencâm”, “Fanfar”, “Arka Bahçe”, “Uzun Bıçaklar Gecesi”, “Hayy,Dar!”, “Kadim”, “Kaf”, “Ayin”, “Lotüs”, “Konuşkan Saat” akla ilk gelen örnekler…
Şair, bağlamından kopartılarak bir araya getirilmiş imgelerin coşkusu ile büyülenmiş vizyonerliğinin ve yaratıcı ruhunun delişmen sözcüklerini vaatlerinin inşa edilebilir ciddî kanıtları olarak sunmaktadır:
“Zamirlerin yoksul kışı.
Beyaz vesvese! kimi zaman
kalp de, kendine uzak
bir ülkedir!” (s:14)
“Gül kapandı. Dışarda kaldım
Tenden ücrâ, arzuda tenhâ!” (s:17)
“Evin ruhu var. Bahçeyi o kurar
Bahçe ki, yaprakların mağrur
efendisi. Evden korkar” (s:18)
Vural Bahadır Bayrıl şiirinde yeni-gelenekçilik/sûfîzm kavramının içerdiği zenginlik ve karmaşıklık, bu kavramın bütüncül ve derli toplu bir tanım altında ele alınmasını güçleştirmektedir. Yeni-gelenekçilik/sûfîzm; araçsal, metalaşmış, tahrip edilmiş veya üretken olmayan bir olgu olarak ele alınsa dahi gündelik kullanımda pozitif ve kimi zaman bağlam-bağımsız bir çağrışıma sahiptir.
Yeni-gelenekçilik/sûfîzm, sözü edilen pozitif çağrışımı ise onun doğal, aynı zamanda soyut olanla anlamsal açıdan ilintilendiriliş biçiminden kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısından yeni-gelenekçilik/sûfîzm, doğal ya da insan yapımı ayırmaksızın bir bütünlük, yüce, arınmış izlek (tema) kavramlarına ait imgeler ile kendi içinde evrilen bir kültürü gösterir.
Öte yandan bu soyut ve çıplak yeni-gelenekçilik/sûfîzm algısı, yeni-gelenekçilik/sûfîzmin farklı anlam bilimsel ve faydacı yorumlanışlarını örtmekte; onun homojen, nötr ve pasif bir bütün olarak ele alınmasına sebep olmaktadır.
Tam da bu bağlamda Vural Bahadır Bayrıl şiiri, ‘yaşayan bir şiir’ olmanın yanında, zaman içinde yeni deneyimler ve müdahalelerle anlamı ve çağrışımları farklılaşan aktif, kültürel, estetik ve iletişimsel bir olgudur. Şair, “Ayin” başlıklı şiirinde dünyevî benliğimizi eritmek suretiyle zaten kayıp olan bu hayatı anlamlandırmak zahmetinden de anlamsızlık illetinden de kurtarıyor bizleri.
Yeni-gelenekçilik ve sûfîzm psikoterapisinin güzergâhını, geçtiği aşamaları ve gözetilen amaçları, tümüyle Vural Bahadır Bayrıl’ın sözcüklerini kullanarak aktarmaya çalışıyorum: “Ay uzaktır, kelimeler yakın./ Sızar gölgeler… Seyrelir/ akşama sürünüp geçen ıtır./ Bekle beni, şeffaf fesleğen./ Meleği de kâğıt evinden geri/ çağır” (s:58-59).
Şairin kırılgan, duyarlı ruh hâli ve her şeyin çürüdüğüne ilişkin kaygısı, şairi ölüme çekiyor. Aklın karmaşıklığıyla yaşamın sonsuzluğunu, insanlığa ve yok edici bir ölümlülüğe ulaşmak için şiirler yaratmak yoluyla kurgusal bir temelde birleştirmek…
Peki, şairin iç dünyacı bir sükûnetle yerleşeceği estetik bir uzaklıkta kalamaması nedendir? Şairin varlığı, bir yalnızlık örtüsüyle örtülü de olsa kayası evdir; baba ve eş olarak taşıdığı sorumluluklardır; bir de dev imgelemidir. Arzuda Tenhâ’da, Vural Bahadır Bayrıl’ın sözlüğünün önemli sözcüklerinden biri de ‘tay’dır.
Sırasıyla; ten, Buda, esâtir, kadim, akis, lîsan, zulmet, hipnoz, girdap, şerhâ, at, havaî, mürûr, mahşer, şark, vesvese, serencâm, ücrâ, tenhâ, fıskîye, duyarga, kâinat, iris, ikon, ışmar, kristal, müphem, saydam, kozmik, kavis, parabol, Vertigo, gâip, fasit, kütle, tereke, temâşâ, satıh, beyzî, hâle, vaşak, cinnet, firkete, vezin, cebir, yadigâr, sarısabır, ezâ, menzil, muamma, asri, şer, lâin, fanfar, selüloz, peri, Kariâ, erguvanî, hilebâz, heves, cisim, şerh, şerare, muhkem, zelzele, sırça, ecnebi, topyekün, marazi, müttefik, münkir, etobur, cinâi, değirmi, kadran, lotüs, tahripkâr, meşum, nedamet, seğirme, habis, masif, haris, eşkâl, vehm, mayi, Leyl, örüntü, içre, muhayyile, mülk, ırsî, mütevekkil, berhava, ebabil, cevher, rahle, sümbülteber, üzengi, nebbaş, ibare, merasim, fer, intizam, berzâh, şuara, mesel, hüsnüyusuf, hokka, tasvir, kaside, Midas, istiare, kargış, temrin, mucize, medet, ruz-û mahşer ve benzeri sözcükler, hayattan şaire doğar ve hayata şairden doğar.
Yaşama ve ölüme dönük içgüdüsel enerjileri ile doğar ve sözcüklerde seslenilenlerle okuyucular yalnızca rastlantısal olarak kulak misafirliği için vardır.
“Taşın içindeki harfe dokundum
İlk harfe. Söz’ün Arz’a indiği gece
den kalma o taşıllaşmış biçime.
Kaf’ı buldum, Nun nerde?” (s:53)
Dizeleri, Türk şiirinin tarihsel döngüsünde bir sonraki aşamadır. Şairin de “Kaf’ı buldum, Nun nerde ?” dediği gibi gelenekçilik tedirginliği olacaktır elbette. Yani yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin, nasıl tekrar gelenekçiliğin içine gömüleceği endişesi… Dolayısıyla gelenekçilik, bir anlamda yeni-gelenekçilik ve sûfîzm pahasına önem kazanmıştır.
Ama yeni-gelenekçilik ve sûfîzm, gelenekçiliğe rağmen güçlüdür ya da gelenekçiliğin zayıflığı pahasına güçlüdür Vural Bahadır Bayrıl’ın şiirinde.
“Gövdem ki elbisemdi. Tek ve tenhâ
ve müphem! Nakışları o eski söz
kavminden. Zaman diktiydi. Sökerek
yaprağın yaprağa anlattığı derin
meselden.” (s:56)
Yukarıdaki söyleyişin hoş nağmeleri içinde şair, yaprağın yaprağa anlattığı derin meselden söktüğü elbiseyi zaman karşısında Allah’ın kendini, yani ardına gizlediği bu gövdeyi açığa çıkarıyor. Böylece şairin dili yineleyen olur, yani şiir olur. Şiirin dile getirdiği, özsel olarak gizli kalanı esirger. Bir şeyi dile getirmek anlamında deyiş olmadan önce şiir, uzunca bir süre işitmektir sadece. Bu yüzdendir ki kulak veren şair, kendine şunları söyleyebilmektedir:
“Yaz. Duvarda şaşkın kertenkele
Rüzgârın sessiz harfleri
Anlamak mümkün değil
İnsanı çeken nedir, bu
çıldırmış begonvillerde?
Yaz, karışıktır aslında
Asma bunu bilir. İnsan
asla!” (s:74)
Peki, sûfîzm ne ölçüde yukarıdaki dizelerin, özellikle de Vural Bahadır Bayrıl’ın şiirlerinin dile getirdiği şiirin alanıdır? Sûfîzm, kavramına ilişkin argüman… Sûfîzm, bence bir esrar perdesine bürünme meselesi değil, genellikle böyle görülüyor. Sûfîzmde daima çok heyecan verici fakat çok yanlış bir şey vardır. Eleştirinin Vural Bahadır Bayrıl’ın şiirinde esrar perdesini kaldırma anlamını taşıması gerektiği düşünülüyor. Dolayısıyla yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin yanlışlarını ortaya çıkaracaktır diye düşünülüyor. Sûfîzm konusundaki genel yaklaşım budur.
Benim gördüğüm biçimiyle sûfîzm, ne yeni-gelenekçiliktir ne de yeni-gelenekçiliksizlikten kaynaklanan cehalettir. Bilinmeyen şeye bir yanıttır yalnızca. Sınırlar ve sınırlılıklar sorusunu gündeme getirir. Yeni-gelenekçiliğin sınırlılıkları nedir? Bu nedenle sûfîzmi neredeyse bir çeşit ‘yöntem’ olarak görüyorum. Tabii bu belli bir eleştirel keskinlik gerektiriyor, yani bir eleştirel tavır olarak sûfîzm…
Vural Bahadır Bayrıl, şiirini ve yeni-gelenekçilik/sûfîzm kavramını nasıl yaratıyor? Yeni-gelenekçilik/sûfîzm, hangi noktada ve nasıl kavramsallaştırılmıştır? Dil, söylemsel mücadele işlevinden tümüyle arınmış ve imgelerin boşluktaki dansına mı dönüşmüştür?
Yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin şeyleştirici mantığı, hangi noktada geleneksel şiirin parçalanmışlığının, yeni-gelenekçi şiirin parçalanmışlığına dönüşmesine yol açmıştır? ‘Yeni’ olan nedir?
Eğer yeni-gelenekçilik ve sûfîzmi, öz örgütlenen bir açık kavram olarak ele alırsak bu kavramın içinde etkin olan meşrepliler nelerdir? Vural Bahadır Bayrıl’ın şiirine etki eden ve bu şiirde oluşan her türlü olgu, bu listenin içinde bulunmaktadır; tabular, efsaneler, rekabet, politik gruplar, korku, kıskançlık, aşk, nefret, hayal, sûret vd.
Böylesine muğlâk ve uzun bir liste, yeni-gelenekçilik ve sûfîzm kavramını mistikleştirme çabası olarak algılanabilir. Aksine böyle bir liste, yeni-gelenekçilik ve sûfîzm kavramının doğası içinde gelişen bir dizi olgunun sistemli bir biçimde anlaşılabilmesini hedefler.
Meşrepliler, yeni-gelenekçilik ve sûfîzm süreci incelendiğinde kavramın genel davranışında belirleyici rol oynayan ya da geri bildirimde bulunup kavramın toplam davranışını şekillendiren fenomenlerdir. Meşreplilerin sıklıkla kullanılan dört ana türü vardır: noktasal meşrepliler, periyodik meşrepliler, tuhaf meşrepliler ve desensel meşrepliler. Bunların ilk türü olan noktasal meşrepliler, yeni-gelenekçilik ve sûfîzm içerisindeki tek yönlü hareketlere işaret eder. Bir noktasal meşreplinin, yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin temel belirleyici elemanı hâline gelmesi, yani yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin uzun vadede tek yönlü bir alçalma ya da yükselme hareketi göstermesi sonunda yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin işlevsiz hâle gelmesi anlamına gelir. Bir yeni-gelenekçilik ve sûfîzmde temel belirleyicinin sürekli ve tek yönlü bir düşüş olması durumunun, bir süre sonra yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin sonunu getirmesi gibi. Periyodik meşrepliler, yeni-gelenekçilik ve sûfîzm içerisinde tekrar eden değişimlere işaret eder; etimolojik olayların döngüselliği gibi. Üçüncü meşrepli türü olan tuhaf meşreplilerdir. Yeni-gelenekçilik ve sûfîzm içinde diğer değişimlerden ayrışan yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin genelini etkileyen ama davranışı tam olarak öngörülemeyen meşreplilerdir. Tuhaf meşreplilerin sıklıkla kullanılan bir örneği işitsel girdaplardır. Son tür olan desensel meşrepliler ise tuhaf meşrepliler ve periyodik meşreplilerin bir arada olduğu bir tür olarak tanımlanır ve yeni-gelenekçilik/sûfîzmin kaos hâlinde olduğuna işaret eder. Birçok tuhaf meşreplinin yeni-gelenekçilik ve sûfîzm içinde ortaya çıktığı, yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin tamamen belirsiz bir hâle geldiği durumdur.
“Eksik Tay” adlı şiire bakalım şimdi… Şair, bir çılgınlık anına değil, muhakeme yeteneğini askıya alan bir hayrete, büyülenme anına ve etkilenmeye işaret etmektedir. Bunlara ek olarak yeni-gelenekçilik ve sûfîzmin akla dayanan mantığının ve onların çizdiği kabul edilebilirlik sınırlarının ihlâl edilişini, rasyonalitenin bir anda yırtıldığı o tutulma sürecini, aklın kısa devre yaptığı şaşkınlık anını ve bunlara eşlik eden duygulanımın özgürleşmesini de içinde barındırır.
Bu nedenle ‘çılgın’ olma iddiasında bulunan dizeleri akılsal bir çözümlemeye tabii tutmak, onları ciddiye alıp anlamaya ve açıklamaya çalışmak, kuyuya atılmış taşı çıkarmaya çalışmakla eş değer bir çaba içine girmek demektir. Burada ‘çılgın’ olma hâli ile kast edilen, beklenilmeyeni gerçekleştirebilmenin, yani hayret yaratmanın sonucu olarak bir coşku ve etkilenme oluşturmaktır. Akılsal olarak öngörülememiş olanın, yani hayret yaratmanın ötesinde, bu çaba daha derinlerde saklanan ve patlamaya hazır gizli bir itkiyi de örtmektedir: böbürlenme! Bir başka ifadeyle başkasının cüret edemediğini gerçekleştirme, düşünmüş olma cesaretini göstermiş olmakla böbürlenmeyi de içinde barındırmaktadır.
Bu nedenle de bu ‘çılgın’ olma hâli gururlanmamız gereken bir toplumsallığa dönüşmekte, yapılan her türlü eleştiriyi de bir haysiyet meselesine çevirmektedir. Bu gurur kaynağını kendisini mirasçısı olarak kabul ettiği cedlerinden almakta, bir yandan onlarınki gibi bir büyüklük ve ihtişam pırıltısına bulanmış olma, diğer yandan da onların soylu geleneğinin devamı ve mirasçısı olma iddiasını bünyesinde taşımaktadır. Bu icat edilmiş yeni-gelenekçilik, geçmişle olan ilişkisini doğası gereği nostaljik bakış üzerinden üretmektedir.
Bu bakış, günümüzde eksikliği hissedilen şeylerin geçmişte mükemmelen var olduklarını iddia etmekte, geçmişin sorunlu ve problemli yanlarını görmezden gelerek bugünün beklentileri doğrultusunda idealize edilmiş bir geçmiş yanılsaması inşa etmektedir. Bu kurgusal geçmiş şair tarafından da talep edilmekte, benimsenmekte ve üretilmektedir.
Sezai Karakoç’a göre “gelenekçilik, kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel şiirin ve o şiire yüklenen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır. Bu tepki ‘yeni’ olanın mutlak reddi anlamına gelmez; eski ve yerleşik olanın, geleneksel ve kutsalın sürekliliğini modern koşullarda sağlamaya çalışmaktır”.
“Kâinat, derin kitap. Yokluğu anlatır
İnsan ki orda, mürekkebi dağılmış satır.” (s:27)
“Kışın merasim alayı. Kristal
Üzengiler. Oysa çoktan çalın
mıştır yoksulların Allah’ı.” (s:51)
Neden yukarıdaki dizelerde şair, “Oysa çoktan çalınmıştır yoksulların Allah’ı.” demektedir? Bu sûfîzm, bir düşünce midir?
Aslında sûfîzm, bir umutsuzluk bile değildir. Şairin şiirinin konuştuğu ama aynı zamanda da sustuğu çok sesli dilinin titiz ahengi, şiirinin alanı olan yeni-gelenekçiliğe karşılık gelmektedir. Şiir; çok sesli, çok sesliliğin dilini konuşmaktadır ama şiirsel deyişin bu çok sesliliği, belirsiz ses çoklukları içinde kaybolup giden türden değildir.
“Zamanı kat yerlerinden açsak,
bilir misin, o havaî gülden
iz kalmaz!
Kurtuluruz böylece ağırlıktan
Ruhumuz da eksik taylar gibi
ordan oraya koşup durmaz.
…/..
Şark’ta hakikat aynasız anlaşılmaz! ” (s:12-13)
Dizelerinde ise Vural Bahadır Bayrıl, yeni-gelenekçilik /sûfîzm anlayışının ve izleklerinin (tema) gerilimli ilişkisini ve kesişim yerlerini tartışmaya açıyor. İdeolojik konuları öncelikle ele almıyor ama şairde insanlığın belirli tarihlerle ilgili ‘yara’larına karşı direnişi hissediyoruz.
OKUMA NOTLARI: Akalın, Sami L.: (1984), “Edebiyat Terimleri Sözlüğü”, İstanbul: Varlık Yayınları, 6. Baskı., Moran, B. :(1991), “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri”, İstanbul: Cem Yayınevi, 8. Baskı., Armağan, M. :(1995), “Gelenek ve Modernlik Arasında”, İstanbul: İz Yayıncılık., Bayrıl, V.B.: (2013), “Arzuda Tenhâ”, İstanbul: Mühür Kitaplığı, Nisan, 2.Baskı., Karakoç, Sezai: (1997), “Edebiyat Yazıları (I,II,III)”, İstanbul: Diriliş Y., s:290.