Ahmet GÜNBAŞ

Editör: Gülçin Sahilli
Lise yılları… Varsa yoksa romantizm!.. Roman denince Alphonse de Lamartine’nin uzun saçlı Graziella’sını hiç unutamam. Doğal ki romantik filmler de ilgimizi çekiyor. Şarkısı türküsü hepsi romantizm üstüne!.. Ayaklarımız yerden kesiliyor ergenliğin rüzgârıyla… Şiirse başka bir âlem!.. Çok seviyoruz şiiri. Yerel ve ulusal gazetelerin şiir sayfalarına dadanıyoruz haliyle. Derken acemi işi şiirler gönderiyoruz o sayfalara. Çoğunlukla yayımlanmıyor, kahroluyoruz. Oysa harikalar yaratmışız bize sorsanız, taklit işi şaheserlerle! İnanmazsanız, duvar gazetelerimiz yanıtlasın sizi. Neyse…
Derken Lise-3’te, birlikte duvar gazetesi çıkardığım arkadaşım Muzaffer Özaydemir’in abisine ait kütüphanede Attilâ İlhan’ın kitaplarıyla tanışıyorum. Belki adının ilginçliğinden olacak, Belâ Çiçeği’ni çekip alıyorum rafların birinden. Şiir, şiir değil, kor gibi bir şey! Yakıp kavuruyor okudukça. Dayanılmaz bir ayrılık şarkısı gibi içime işliyor, kuyulara düşürüyor anında. Üstelik İzmir’de, Alsancak Garı’nda geçiyor olay. Yani benim gençliğimin ülkesinde. Alsancak’ın arka bahçesi sayılan isli paslı Darağacı da doğum yerim. Enikonu kömür tozlarına bulanmış bir çocuğum ben. Gel de çık işin içinden!
Şair su gibi anlatıyor olup biteni. Anlatmakla kalsa iyi, insanın içini bıçak gibi oyuyor, sarsıyor, sersemletiyor, savurup atıyor. Kökleriyle birlikte devrilen bir ağaca benziyor ayrılanların gizli çığlığı.
Evet, çok şey gizli, “Alsancak garı’na devrildiler / Gece garın saati belâ çiçeği” dizeleriyle başlayan bu şiirde, büyük olasılıkla Buca Cezaevi’ne doğru, tutuklu bir adamı götürüyorlar. Alsancak-Buca banliyö treniyle mevcutlu olarak. Karısı da yanı başında. Gecenin karanlığı dilsizliğiyle birleşiyor.
“Hiçbir şeyin farkında değildiler / Kalleş bir titreme aldı erkeği / Elleri yırtılmıştı kelepçeliydiler / Çantasını karısı taşıyordu” gibi bir sağır yalnızlık içinde. Başka kimse yok dünyalarında. Belli çok sevmişler birbirlerini. Bunca çatırtı ondan! Sahi, dev bir ağaç gibi çatırdar mı seven insanlar böyle anlarda? Neyin göçüğüdür içten içe yıkılan?
O “Bela çiçeği” istasyon saati, şiirin üç bölümünde de gösteriyor kendini. Tutuklu, iki jandarma arasında trenin üçüncü mevki bir vagonuna bindiriliyor. Çünkü o belâ çiçeği öyle emrediyor; o karar veriyor her türlü ayrılığa, yol ayrımına, belki de yazgısal bir uzaklığa. Yoksa “Hiç kimse tanımıyordu kimdiler/ Gece garın saati belâ çiçeği / Üçüncü mevki bir vagona bindiler / Anlaşıldı erkeğin gideceği / Bir şeyden vazgeçmiş gibiydiler / Bir türlü karısına bakamıyordu” kâbusuyla, insanı bir şeyden vazgeçtirecek denli germezdi ortamı. Belli ki her şey bu noktada bitiyor; adam, uzun bir mahpusluk sürecini göz önüne alarak ilişkiyi sonlandırmak istediğini fısıldıyor karısının kulağına. İşte o anda sapsarı kesiliyorlar. Artık bu ayrılığın geri dönüşü de yok. Bundan sonrasını şiir söylesin:
“Ayaküstü birer bafra içtiler
gece garın saati belâ çiçeği
şimdiden bir yalnızlık içindeydiler
karanlık gelmişi geleceği
birdenbire sapsarı kesildiler
vagonlar usul usul kımıldıyordu”
İşte, romantik çağımda bu duygularla vurmuş, dağıtmıştı ”Belâ Çiçeği” şiiri beni. Derken yıllar sonra aynı şiir hakkında bir inceleme yazısı yazdım İzmirli bir dergiye. Yazım yayımlanır yayımlanmaz dergiden bir adet satın alıp Attilâ İlhan’a gönderdim. Bizzat aradı ve incelememi çok başarılı bulduğunu söyledi. Başka keşifler vardı çünkü yaklaşımımda. O romantik kahraman silinmiş, siyasal bir tutuklu geçmişti yerine. Zaten Attilâ İlhan’ın aşk şiirlerinde, konduğu göçtüğü belli olmayan, sisler içinde, başı dumanlı siyasal bir tutuklu dolaşırdı, iyi bilirdim. Sevmeye mecbur da olsa, ölümüne de kıskansa, ürkeklik, kaçaklık, ikirciklik, yabancılık gibi duygular peşini bırakmazdı asla. Hayallerini Pia gibi yabancı bir kadın süslerdi bazen. Bazen de “Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular” diyerek bir düşten uyandığını itiraf ederdi içtenlikle.
Ne var ki gece yarısı depremi gibi gelen bu şiirin çağrışımı burada bitmiyor benim açımdan. Lise yıllarımdaki platonik bir aşkı da içine alıyor.
Seydiköylü istasyon şefinin kızına fena halde âşığım o sıralar. Aynı lisede, aynı sınıfta okuyoruz. Çekim alanındayım sürekli. Üç günde bir şiir defteri doldurmuşum adına. Onunla birlikte trene bindiğim oluyor okul dönüşlerinde. Önemli olan yakınında dolanmak. Soluklandığı havayı solumak… Hiçbir türlü türlü yüz yüze gelemiyoruz. Mahcubiyet boyu aşıyor çünkü. Bir sözcük çıkmıyor ağzımdan. Alsancak-Seydiköy treni kalkmadan birkaç saniye önce iniyor, garın önünden hareket eden otobüsümle evime gidiyorum.
Şimdinin aynasına baktığımda, her iki tren hattının da iptal edildiğini görüyorum. Alsancak-Buca hattı tümüyle iptal, Buca’daki istasyonu otlar kaplamış. İptal edilen öteki hatta sadece Gaziemir noktası metroya açık. Gaziemir-Seydiköy arasındaki raylar -sevgisiz Sevgi Yolu’na teslim edilerek- sökülüp atılmış çoktan. Dahası, sevdiğim kızın oturduğu istasyon şefliği binası anı evine dönüştürülmüş.
Tüm bunları Alsancak garında o Belâ Çiçeği de biliyor. Bir geminin seyir defteri gibi çok şey kayıtlı onda. Biliyor ve susuyor sonsuza değin.
Bense yüzümü uzun bir şiirime dönüyorum ara sıra, “Kampanalar çaldı kaldım / Kaldım çağla bakışlarında” diyerek!..
Ardından hüzzam bir şarkıyla uzlaşıyoruz hemen.