Koray Feyiz
Ahmet Haşim’i ve dolayısıyla onun bağlı olduğu sembolizmi inceleyebilmek için özellikle 19. yüzyıldan itibaren edebiyatımıza büyük etkiler yapmış olan Fransız edebiyatını gözden geçirmek gerektir. Uzun zaman Arap ve Fars kültürüne bağlanmış, kendi kişisel olduğu kadar da ulusal duygu ve düşüncelerini, hatta dilini ihmal etmiş olan Osmanlı Türkleri, Batı uygarlığının çeşitli baskısı altında geleneksel kurumlarından birçoğunu yıkarken bunların yerine yenilerini ve başkalarını almaya zorunluydu.
Tanzimat hareketi, kendi varlık ve uygarlığını inkâr eden bir devletin, yani yaşayabilmek için Fransız devriminin getirdiği demokratik kavram ve ilkeleri benimsemeye çalıştı. İmparatorluğa mensup olan diğer İslâm ve Hıristiyan kavimlere, ulusal bir bilinç verirken kendi milletimizden bu hak ve bilgiyi kaldırdı. Bu siyaset, zarurî olarak edebiyatta da belki Fransız dehasından ilham alma alışkanlığını yarattı. Bu bakımdan divan edebiyatının yıkılışı, Osmanlı saltanat ve uygarlığının da çökmesini gösteren önemli bir işarettir.
Tanzimattan itibaren başlayan edebiyatımız, gerek şekil gerek dil ve gerek ideal itibarıyla yepyeni bir anlayışı ifade eder. Bu anlayışın kaynağı, çeşitli sistemler ile Fransız edebiyatıdır. Bu edebiyatın kendine özgü bir felsefesi, bir yöntemi, bir evrim ve ideali vardır. Denebilir ki bu edebiyat, Avrupa’da egemen olan bilimsel ve felsefî akımlara bağlı, onlarla paralel olarak çeşitli sistem ve anlayışlar oluşturmuştur. Bu anlayışlardan sembolizm ile parnascı şiirlerin madenî, hareketsiz, sert şekillerine, doğal ve toplumsal sahnelerin duygusuz fotoğraflarına bir tepki olarak yeni bir hassasiyet devri başladı; yeniden tutku ve düşünceden keyif alanlar doğdu.
Bu fikirlerin içinden dünyanın ve hayatın yasaları, bireyselliğin samimi tözü ifade edildi. Hemen birbirine rakip olarak Lamartin ve Vigny tekrar ortaya çıktı. Bir iki dergi etrafında ve anlayışlarda toplanmış olan bazı gençler, Fransız şiirinin geleneğine uyarak savaş ilan ettiler. Böylece yeni bir şiirin doğuşunu haber verdiler. Halk bu hareketleri Decadante, Symboliste veya Romané etiketiyle tanıdılar; artık başı boş, özgür ve çok şekilli şiirlerden söz edildiği duyulmaya başlandı. Bu arada en çok adı işitilen şairler, Mallarmé ile Verlaine’dir.
Mallarmé’nin bilmece şeklindeki şiirleri, diğerinin skandalla dolu hayatı dilden dile dolaşıyor; yapıtların garabet ve belirsizliği, doktrinlerinin dumanlı gürültüleri, bu Fransız şiirini kurmaya çalışanlar arasında işitilen yabancı isimlerin çokluğu (Mockel, Maeterlinck, Verhaeren, Stuart Merrill, Moréas, Marie Krysinska ve Georges Rodenbach gibi herbiri başka başka uluslara mensup olup Fransızca yazan sembolistlerdir.) gazetelerin alaylı haberleri, halkı aydınlatmaktan çok eğlendiriyor. Hemen bütün bir devir içinde bu adamların şiirlerinde görülen geniş bir esrarengizlikten veya geniş bir iddiacılıktan, kudurmuş bir reklamdan ve şahane bir çocuk düşürmeden başka bir şey olmadığı görüldü.
Gerçekte ise hareket, ciddî ve bereketliydi. Bu gürültülü devrim, akla uygun bir evrimi içeriyordu. İlan edilen bir iki şair, pek ustaydı. Mallarmé, daha çok iki kişi arasında karşılıklı olarak yapılan konuşmalarla etki yapan bir şairdir ki hem eksik hem de süflidir. Verlaine ise gerçek bir şairdi ve hatta büyük şairdi. O; saf ve karışık, çok bilen ve spontane olarak ruhla uzviyetin savaşını, Tanrı’sına doğru şahlanmış olan ruhun azap veren sıkıntılarını, bedenin çürürken hissettiği vahşi sevinci, ince ve gerçek bir şairlikle ifade etmiştir. Bu şair, yazgısına karşı eylem yapan ruhun feryadından şiirler yaratarak âdeta bir tür romantizme dönmüş oluyor.
Fakat asıl dekadanlar ve sembolistler, parnaslılarla ilgilerini keserek romantizme dönmek istemezler. Bununla beraber bunlarda da tarih, töre ve geleneklerin tabloları açık, metin peyzajlar felsefî, bilimsel söylevler nesnel ve kişilik dışı şiirin her türü vardır. Yalnız onlar, kendi hayatlarının itiraflarını ve kendi biyografilerini yazmak istemezler. Peyzajlarında maddî şeylerin değişmez şekillerini değil, belki saat ve mevsimlerin, geçmekte olan zamanın kaçıcı yankılarını ve işleyen hayatın durup dinlenmeyen ahengini yazdılar; zaman ve hareket içinde sonsuz olan şeyleri, varlık ve doğanın gizli yasalarını betimlediler.
Görünüşlerin akıcılığı ve nedenlerin sonsuzluğu arasında cisimlerin özel gerçeği buharlanır. Onların gözünde bütün doğa kımıldanan bir hayalden, kendilerini tayin eden koşulların tüllediği bir sembolden başka bir şey değildir. Diğer yönden bunlara göre eşya, eşya değildir. Belki sadece duyumlarımız vasıtasıyla anladığımız şeydir. Onlar bizdedir, bizdirler. Doğa hakkındaki görüşlerimiz, doğrudan ruhumuzun hayatıdır. Hisseden kendimiziz, eşyada bulduğumuz şey kendimizdir.
Gördüğüm peyzajların farkedebildiğim inceliklerle çizimi, şiirlerimde toplanan düşünme yetisinin çektiği veya düşünme yetimle zamandaş olarak beraber bulunan şeylerin parçaları, ruhumun gizlerini anlatmak demektir.
Sonuç olarak bütün doğa, varlığımın ve hayatımın sembolüdür. Sembollerle ruha ait şeylerin ve ruha ait olmayan şeylerin şair açıklamaları yenileşmiş olur. İlhamlarla şekilleri uygun bir hâle getirmek için dil ile manzum altüst olmuştur. Şiir diline daha bireysellik vermek, ifadelere aynı şekli vermeye eğilimi olan bütün genel yasaları aşmak ve düşünce yetisine yalnız her şeyin sözünü yükletmek için uğraşıldı. Bu anlayışa göre bireysel izlenimlerin sınırı, anlaşılamayan ve akla sığmayandadır.
Başta Mallarmé olduğu hâlde birtakım dekadan veya sembolistler, bu sonuçlara kaş çatmışlardı. Onlar, öyle ifadeler kullanmışlardır ki bunları ancak kendileri anlıyor ve kendileri açıklayabiliyor. Hatta André Gide’in Paludes adındaki yapıtının başlangıcında “yapıtımı başkalarına açıklamadan önce, onların bunu bana açıklamalarını beklerim!” dediğine bakılırsa kendileri de yapıtlarını her zaman açıklamaktan aciz görünmektedirler. Bizde Tahir Olgun, bu gerçeği “Sembol, ben söyleyeyim sen bul!” şakasıyla ifade etmişti. Aynı zamanda sembolistler, bütün gramer kurallarını da değiştirmeye yönelirler. Kelimelerin ilişkilerinde egemen olan esaslar, sembolistlere kadar akla uygun, yani anlaşılabilir şeylerdi.
Sembolistler için ise bunlar, duyulabilir ve akılla sezilebilir şeylerdir. Her şeyi anlaşılabilir bir hâle getirmek için kelimeleri mantığa göre değil, duyumlara göre ve yalnız şairin idrak edebildiği bir izlenimi belirtmek için gruplandırmak gerektir. Bunlar, vezinlerde de bazı değişiklikler yaptılar. Durakları ve kafiyeleri değiştirdiler. Bu suretle sembolistler arasında iki eğilim baş gösterdi. Biri Verlaine ve Laforgue’un eğilimi ki dilin akademik asaletiyle, parnascıların ifade tarzıyla alay ederek halk dilinin kabalık ve düzensizliğini şairce taklit etmekten ibarettir.
Diğeri ise Mallarmé ve René Ghil’in eğilimi ki günlük dille şiir dilini birbirinden ayırarak estetik değeri olan heyecanların ifade ve aktarılması için ayrı bir dil yaratmaktır. Bunların bir kısmı, şiiri bir birlik olarak göz önüne aldılar. Yani bunlardan şiiri öz ve bir tek kelime gibi kabul edenler, sayının doğal ilişkilerini silmek suretiyle yeknesaklığı kırıp Laforgue ile Gustave Kahn’ın serbest manzumunu tercih ettiler. Birtakım ayrı hecelerden oluşan dizeler, şairin kulaklarında esrarlı ahenk yasalarına bağlanarak miktar ve çeşitleri farklı hazlar verir sandılar. Bunlar, kullanılmamış uzunlukta dizeler yaratmış, kesin ve sağlam kıtaları bozmuş, hareketli ve kararsız ahenkler yaratmışlardır. Çınlayan kafiyeler bulmuşlar, daha anlamlı ve etkili bir ahenk bulabilmek için bütün eski şekilleri yıkmaya çalışmışlardır.
Burada da amaç, bireysel kafiyeler yakalamak, her şair için değil ama her şiir için müziğin eşlik etmesini istemek ve varlığın her cinsine özgü olan seslerin özel bir müzik gibi şiirlerden yankılanmasını sağlamaktır. Bu şekle ait olan değiştirmelerin yanı başında asıl ruh ve manada da değişiklik istediler.
Bütün bunları şöyle özetleyebilirim: 1- İnsana yeis, azap, şüphe ve korku veren doğa, hal ve manzaraların matemli ve elem veren havasını ifade etmek. Zira dünyada okura sevinç verecek hiçbir neşe kaynağı ve mutluluk yoktur. 2- Duyularımıza değil duygularımıza seslenen, yani aklımıza değil sezgilerimize seslenen şekil, sembol, ahenk ve konulara önem vermek. 3- Doğa, eşya, olayları fikir ve duygularımızla bir bütün olarak düşünmek ve bunların sakladıkları gizleri açığa vurmak için bir aracı ve öge gibi kullanmak. 4- Her yapıt, okuyanın düzeyine göre başka şekilde anlaşılır. Bu sebepten her kişinin kendi yaratılış, ruhsal düzey ve hâline göre başka başka şekillerde duyabileceği kadar plastik anlamlı şiirler yazmak. 5- Nesnel gerçekten mümkün olduğu kadar uzaklaşıp özel gerçeği ifadeye çalışmak. 6- İnsan ve doğanın yazgısını yöneten birtakım görünmez, uğursuz kuvvetlerin takibinde karşı karşıya olduğumuzu hissederek bunların korkunç, ölüm getiren havasını bir tür rüya ve büyü içinde ifade etmek. 7- Üstün ruh hâllerini, içimize doğan vakitsiz bilgileri, manyetik ve telepatik hâl ve gizleri şiirde yaşamak, yaratmak. 8- Belli duygu ve düşünce kollarını yaratarak ruhu, özgürlüğün bütün genişliği içinde yaratıcı bir müzik ve imgelemin ahenk, renk ve hareketleriyle ifade etmek.
Özetle sembolizm; romantizm ve gerçeklikte egemen olan lirik duygulara karşı bir tepkidir ki esasını metafizikte dış dünya meselesini açıklamaya çalışan idealizmden ve Schopenhauer’in kötümser felsefesinden alıp ruh bilimin yeni keşiflerinden faydalanır. İlhamdan, ölümden, karanlıktan, efsane, esrar, rüya, hülya, renk, hareket, müzik ve bunları okura yarı hissettiren sembollerden hoşlanan bu anlayış, gerçekte taşkın bir öznelcilikten ibarettir.
Sembolizm, oldukça önemli yapıtlar vermiştir. Buna mensup olanlardan Henri de Régnier usta olarak tanındı. Fanide sonsuzluğun kudretli idrakı ve eşyadaki hareketli hayatın idrakı bakımından, sonunda alanı geniş ve esnek ahenkler bakımından bu kişi kadar başarılı bir şair gelmemiştir.
Sembolizm yorumunu koyan ve bu sistemin avukatlığını da üzerine almış bulunan Moréas, çok ince ve egzotik şiirleri ve özellikle eski Yunan’a ait duygu ve hayalleriyle sivrilir. Georges Rodenbach, melankolik bir aşık tavrıyla sivrilir. Verhaeren, duyumsal dünya hakkındaki aydın görüşleri, trajik bir acılıkla kapatması bakımından ustadır. Samain de hazin yeislerini gizli sembollerle ifade etmiştir. Viéle-Griffin, asıl tutkuları ve hayat gizlerini ortaya çıkarmak için semboller yaratmakla şöhret bulmuştur. Bugün sembolizm, bir anlayış ve bir evrim buhranı olarak sona ermiş bulunmaktadır. Bugün sona ermiş bulunan bu anlayış, yepyeni bir dünya ve şiir görüşünün avangardı olmak bakımından tarihsel ödevini yapmıştır.
Bu tarihsel ve genel bilgilerden sonra, Ahmet Haşim’in sembolizmini anlamak kolaylaşır. Onda fikir itibarıyla özgün bir şeyin bulunmadığını, sadece kapıldığı şiir anlayışının ilkelerine bağlanarak onları okura çok güzel ve başarıyla aktarmıştır. Zarif örnekler vermiş olduğunu anlamak için de bu Doğu edebiyatının geçirdiği evrimi, özellikle Doğu sembolizmini bilmek gerekti.
Genel olarak şiir eleştirmenleri, konularını nesnel olarak incelemek yeteneğinde değildirler. Bu sebepten bir eleştirmenin beğendiği herhangi bir şairi, bir diğeri beğenmez. Edebiyat tarihlerinde bile bu çelişikliğe düşüldüğü olmuştur. Bütün değer yargılarına dayanan çalışma ve yapıtların doğal karakterinden çıkan bu öznel görüşler, bazen pek fazla dostluk, arkadaşlık, sempati veya tarafsızlıktan çıkar ki bu suretle incelenen şair ortadan silinir ve yerine eleştirmenin kişisel duygu, düşünceleri var olur.
Ahmet Haşim hakkındaki yorumlar ve açıklamalarda bu durum, daha abartmalı görünür. Onun, bizde sembolizmi temsil ettiğinde ve şiirlerinin tamamının sembolik olduğu noktasında söz birliği edilmiş gibidir. Hemen bütün klasik kitaplarda, Ahmet Haşim’in en önemli karakterini bu oluşturur. Öncelikle hiçbir şiiri, özellikle bir sisteme veya anlayışa bağlamaya olanak yoktur. Homeros’dan beri bütün şairlerin yapıtlarında klasik, romantik, natüralist, hatta en yeni şiir anlayışlarının düşünme biçimine uygun bir ifade ve beyan tarzına, imge ve tasarılarına rastlamak mümkündür. Asıl mesele, bir şairde en çok rastlanan eğilimler ve ilkelerin yarattığı sistemdedir.
Bu sebepten olacaktır ki sembolik parçalardan ve düşünce tarzından hiç de mahrum olmayan Victor Hugo, romantik sayılır ve romantik görüşleri de olan Emile Zola, natüralist bir anlayışa mal edilir. Ahmet Haşim’de de böyle çeşitli anlayışların etkisi vardır. Ama Piyale adlı kitabına yazdığı mensur başlangıçtaki şiir hakkında ileri sürdüğü bazı görüşler, onun sembolik bir düşünme biçimine ve şiire bağlı olduğunu göstermektedir. Onun sembolik tarafı nerededir? Baudelaire gibi kötümser ve uğursuz bir ıstırap dünyasına bağlanmış olması, bazen de Mallarmé tarzında kelimeler seçmesinde, özel bir titizlikle ahenk ve bilinmezliğe kapılmasındadır. Özellikle divan edebiyatı kavramlarından şekil ve mana şiirinden kaçınmasındadır. Şüphesiz ki doğayı, eşyayı ve olayları kendine özgü bir görüşle ifade etmiş olmasını inkâr edemeyiz.
Onun için dünya, efsanevî ve esatirî bir serüvenler sahnesidir. Şair, bütün duyularına ayrı ayrı görünen esrarlı sanrı-halüsinasyonlar içinde ve bu sanrılar güzel renklerine rağmen bir objede olduğu gibi hep elem ve ölüm ilhamlarını verecek kadar korkunçtur. Kullandığı sembollere gelirsek bunları renk ve ızdırabı ifade eden çeşitli kelimeler ve divan edebiyatında fazlasıyla kullanılmış olan ‘gül’, ‘bülbül’, ‘aşk’ kavramları içine gömülmüş olan ‘ay’, ‘yıldız’, ‘karanlık’, ‘esrarlı sesler’ ve ‘ölüm’ kadrosunda sıralanmış buluruz.
Şairin ne konularında ne de sembollerinde, hatta duygu ve düşüncelerinde geniş bir yelpaze, anlayışlı ve coşkun bir felsefe, bütün zekâ ve hayalleri sarıp sarsan insanî gönüllü ve karşılıksız yapılan bir feryat, ideal yoktur.
O, dar bir saha içinde ruhunun cezaevine girmiş, sadece kişisel yoksunluk ve kimsesizliğinin bataklığına gömülmüş olduğu hâlde kurtuluşunu ölümde arayan, ıstırap ve acı çeken, sağlıksız ve hasta bir insandır. Ahmet Haşim, dünya cennetini Dante’nin cehennemi hâline getiren ve içinde tek başına yanan bir bahtsızdır. Hiç şüphesiz şairliği de buradan gelmektedir.
Ahmet Haşim’in şiirlerini, iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir kısmı, fazla Arap ve Fars, kelime ve tamlamalar ile yazılmış olanlardır ki Edebiyat-ı Cedide şairlerinin üslubunu andırırlar. Bunlar içinde Tevfik Fikret’i ve Cenap Şahabettin’i, açık ve anlaşılır şekilde hatırlatanları vardır. Onda Fransızların ‘enjambement’ dedikleri nesre benzeyen kıtalara ve manzumelere de rastlanır.
Bu şiirlerde kullandığı kelimeler arasında, divan edebiyatında bile nadir kullanılanları vardır. Bu kelimelere verilmiş olan manalarda, çok defa Fecr-i Âti eğilimlerini görmek mümkündür. Şiirlerinin diğer bir kısmı da aruzla yazılmış olmalarına rağmen tamlamasız ve mümkün olduğu kadar sade yazılmış olanlardır. Bunlar, daha çok son zamanlarının yapıtlarıdır. Olası ulusal edebiyat ve sade dil davaları, Ahmet Haşim’in ifade tarzına bu kadar olsun bir etki yapabilmiştir.
Türkçeyi çok iyi bilmesine rağmen şiirde kullandığı dil, çetrefil ve şive hatalar ile doludur. Ahenge özel bir önem vermesine rağmen vezinlerde ve kafiyelerde bazı yanlışlıklara düşmüştür. Şüphesiz ki bunlar, Ahmet Haşim ayarında bir şairin değerini düşürecek kusurlar değildir. Fakat bir şairi yüceltmeye de hizmet etmezler. Ahmet Haşim’in kullandığı kelimeler çok sayılıdır:
Ateş, bade, akşam, gam, yeşil, sarı mercan, sönük, gölge, ışık, kamer, yakut, dal, yaprak, miyah, zirve, su, yıldız, mesa, şule, güneş, kızıl, alev, fecir, altun, zulmet, mehtap, hayal, çöl, ahu, bülbül, zer, hülya, siyah, hun ve bunların sözlüğü olan arapça veya farsca diğer bazı kelimeler ve bütün bu kelimelerin, bu dillerdeki çeşitli çoğullarıdır. Örneğin: Ay, mah, kamer; miyah, emyah, zulmet, zalam, zulumat, ezlam; zıl, ezlal; leyl, leyal, şeb; necim, encüm, nücum, kevkeb, kevakıb, mükevkeb … ve saire gibi.
Hemen hiçbir şiiri yoktur ki içinde gece, yıldız, karanlık, su ve çeşitli renkler bulunmuş olmasın. O, eşyaları madde oldukları için değil, renk oldukları için ve renkleri için kullanır. Onun için altun yoktur, sarı vardır. Mercan demek kırmızı demektir, yakut ve kanıda kızıl yerine kullanmıştır. Zaten bunu kendisi, bilerek ve isteyerek yaptığını itiraf etmektedir:
“Seyreyledim eşkal-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında;
Bir aks-i mülevvendir onun çün,
Arzın bana eşcar-ü nebatı.”
Manaya gelirsek esasen o, manayı herkesin anladığı gibi anlamaz, anlatmak istemez:
“Her şeyden evvel şunu itiraf edelim ki, şiirde manadan ne kasdedildiğini bilmiyoruz. Fikir dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikaye mi, mazmun mu, ve vuzuh bunların adi idrake göre anlaşılması mı demektir? Şiir için bunları elzem addedenler, şiiri, tarih, felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü (söz) sanatları ile karıştıranlar ve onu asıl çehre ve alaiminde seçip tanımayanlardır. Şiirin bu mahiyette telakki olunuşu, resim, müzik ve heykeltraşı gibi sanatların, kendilerine has ve münhasır fırça, boya, nota, kalem gibi, istimali güç bir hünere mütevakkıf vasıtalara malik bulunmalarına mukabil, şiirin bu gibi hususi vesaitten mahrum ve ifadesini, konuşulan lisandan istiareye mecbur olmasındandır.
Bundan dolayıdır ki, parmaklarının tutmasını bilmediği fırçaya ve gözlerinin okumasını bilmediği noktaya karşı mütehaşi ve hürmetkâr olan naehiller, kendi kullandıkları kelimelerden vücuda gelmiş gibi gördükleri şiiri alelade (lisan) mahiyetinde telakki ile sırf bu zaviye-i rüyetten bakarak, başkaca hazırlıklı olmağa hiç lüzum görmeksizin, onu küstahane bir laübalilikle muhakeme etmek hakkını kendilerinde bulurlar…”
“Halbuki, şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir vazı-ı kanundur. Şairin lisanı (nesir) gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, müzik ile söz arasında, sözden ziyade müziğe yakın, mutavassıt bir lisandır.”
“………..Nesrin müvellidi akıl ve mantık, şiirin ise idrak mıntakaları haricinde arar ve meçhulatın geceleri içine gömülmüş, yalnız münevver sularının ışıkları, gahbigah ufk-u mahsusata akseden kutsi ve isimsiz menbadır…”
“……….Denilebilir ki şiir, nesre kabil-i tahvil olmayan nazımdır…”
“……….Mana araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını neşe içinde bırakan hakir kuşu, eti için öldürmekten farklı olmasa gerek…”
“………Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. Şairin hedefi, her kelimenin cümledeki mevkiini, diğer kelimelerle olacak temas ve tesadümden ve esrarengiz izdivaçlardan mütehassıl tatlı, mahrem, havai veya haşin sese göre tayin ve müteferrik kelime ahenklerini, mısraın umumi revişine tabi kılarak, mütemevviç ve seyyal, muzlim veya muzı, ağır veya seri hislere, kelimelerin manası fevkinde, mısraın musiki temevvücatından na mahdut ve müessir bir ifade bulmaktır…”
Dil bakımından hiç de başarılı olmayan yukarıdaki ifadelerden anlaşılır ki Ahmet Haşim, şiiri yalnız güftesiz bir beste, sadece kalp ile kulağa hitap eden bir büyü farz etmekte ve âdeta şiir, manası şairin karnında olan bir ses ve ahenkten ibarettir. Bu sebepten olacaktır ki belirsiz fikirlere ve aralarında hiçbir bağ bulunmayan ritmik sözlere düşkün olan şair, birçok şiirlerinde hep aynı duyguları, görüşleri, başka başka kelime ve vezinlerle ifade ettiğinin farkında olmaksızın ifade eder. Yapıtlarının birçoğu da yabancı kelimeleri kullanması dolayısıyla belirsiz olduğu hâlde kolay anlaşılır manalara sahiptir. Denebilir ki bu şiirler; aristokrat bir düzeye, bir eski şiir kültürüne ve biraz da hastalıklı mizaçlara seslenirler. Ahmet Haşim’in pek az manzumeleri, kural dışı olmak üzere hemen bütün yapıtlarında bir birlik vardır. Hatta ayrı parçalarmış gibi görünen ve başka başka başlıklarla yazılmış olan şiirler ile âdeta bir büyük manzumenin, sırf okumayı kolaylaştırmak için parçalanmış şekilleri gibi görünürler. Örneklersek “Merdiven”, “Bir Günün Sonunda Arzu” ve diğer yeni şiirleri bu türdendir:
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…
Sular sarardı…yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
….
Bu bir lisan-ı hafidir ki, ruha dolmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…”
Bu nefis yapıtında ihtiyarlığa, ölüme giden hayat yokuşu ile gurup arasında sembolik bir ilgiyi ifade etmiş olan şair, “Bir Günün Sonunda Arzu”da biraz daha sonsuzluk kazanmak için insandan daha çok ömürlü ve mutlu olan doğa unsurlarını, bitkileri kıskanır ve onlara hasret çeker:
“Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecroldu nümayan;
Güller gibi,…sonsuz, iri güller,
Güller ki, kamıştan daha nalan,
Gün doğdu yazık arkalarından!
Altun kulelerden yine kuşlar,
Tekrarını ömrün eder ilan,
Kuşlar mıdır onlar ki, her akşam,
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir, suya baksam,
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olasın!”
Bu manzum ve sembolik peyzaj, yaşamak için arzuyla kıvranan şairin insan olarak mahrum olduğu nimetleri, gurubun her çeşit renklerini, göç eden kuşların tükenmez canlılığını seyretmekten yorulmayan bir kamış kimliğinde tatmak ve sonsuzlaştırmak istediğini anlatıyor. Özellikle aşk ilhamlarının hazin bir itirafı mahiyetinde olan “Havuz”, “Parıltı” ve “Şafakta” parçaları, bir aynı romanın başka başka ve devamlı safhaları gibidirler:
“Akşam yine toplandı derinde…
Canan gülüyor eski yerinde,
Canan ki gündüzleri gelmez,
Akşam görünür havz üzerinde…
Mehtap kemer taze belinde,
Üstünde sema gizli bir örtü,
Yıldızlar onun güldür elinde…”
Bu sevgilinin, şairi bütün ömrünce meşgul eden “ay” olduğunu gizlemeye olanak yoktur. Bir tablo özelliğini taşıyan bu yapıtın, çok derin bir sevgiyi hatırlattığını “Parıltı”dan anlayabiliriz:
“Ateş gibi bir nehr akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından,
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu umulmaz yarasından,
Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi…”
Hiç şüphesiz itiraf edilemeyen bir aşkın ifşası olan bu yapıtı okuyanlar, isterlerse şairin arzusu uyarınca başka türlü de açıklayabilirler. “Şafakta” adındaki yapıt, ikilem ve perdenin yırtılmasını geceden bekleyen bir romantik duygudur:
“Dönsek mi bu aşkın şafağından?
Gitsek mi ekalimi leyale?
Bizden daha evvel erişenler,
Ağlar bugün evvelki hayale…
-Dönmek mi? ne mümkün geri dönmek
Düştüyse gönüller bu melale?
-Bir eldir ufuklardan uzanmış-
Zulmet bizi çekmekte visale…”
“Bülbül” ve “Karanlık” başlıklı iki şiiri de birbirinin devamı gibi bir vefasızlık ve ihanetle ayrılığı sembolize ederler. Ahmet Haşim’in şiirlerinde görülen belirsizlik, çok defa kullandığı kelimelerin eskiliğinden, şive bozukluğundan, kelimelere verdiği özel anlamlardan gelmektedir. O, âdeta Hint tapınaklarının esrarlı süsler ile gotik yapıtların karanlığını birbirine karıştırarak büyülü bir şiir mimarisi yaratmıştır.
Bunun içindir ki onu, pek güzel incelemiş olan İsmail Habip, Yakup Kadri, Mustafa Nihat, Yusuf Ziya, ancak klasik özellikleri üzerine uzlaşarak, biraz da Ahmet Haşim’le olan arkadaşlıklarının sempatisine dayanamayarak, şairi olduğundan daha başka ve yüce gösterirlerse de şiirlerinin yorumunda ve çözümünde birbirlerinden ayrılırlar.
Esasen bu sembolizmin hem şansı hem de gereksinimidir. Yoksa sembolizm, gerçekte ne bir bilmece sanatı ne de anlamsız duygulardan ibarettir. Sadece Ahmet Haşim’in maksadını, dolambaçlı bir yoldan ve mısralar arasına girmesi gerekli olan açıklayıcı, bağlılık rolünü oynayan mantık ve düşünce kırıntılarını eklememesi yüzünden yapıtları, okuyucunun düzey gereksinimine ve okuduğu andaki ruh hâline göre değişen tablolar ve bilmeceler manzarasını göstermektedir. Her ne kadar Yakup Kadri, onun için “O, ilim ve sistem halini alan her şeyden müteneffidir.” diyerek özel görüşlerindeki düşünce yetisini açıklıyorsa da Ahmet Haşim’in şiirleri büsbütün sistemsiz değildir.
Onun kendine göre bir dünya ve doğa görüşü, bu görüşün başka şairlere benzemeyen bir dili ve üslubu vardır. Yine Yakup Kadri, bu değerli dostuna özgülediği yapıtında onun için “Ahmet Haşim’i geride kalan insanlar, bir yıldan beri, bir takım düsturlar içine almaya, birtakım edebi ve ilmi ölçülerle tarif ve tayine çalışıyorlar. Ne beyhude emek!” diyerek hiç kimsenin, hiçbir ölçüyle tayine değer olmadığını ve Ahmet Haşim’in tepeden tırnağa bir ‘şair’ olduğunu söylese bile bu ifadeleri, çok derin bir sevginin ve takdirin hayranlığına bağışlamak gerektir.
Ahmet Haşim’i bir anlayışa mensup görmek, geride kalmanın işareti olmadığı gibi Ahmet Haşim de bir anlayışa girmeyecek kadar geniş veya sistemsiz değildir.
Örneğin Şeyh Galip’in imgelemi karşısında pek dar kalan Ahmet Haşim, onun sembolleri karşısında da fazla aciz, hatta marazidir. Ahmet Haşim, yalnız kendi ıstırapları, mahrumiyetleri, yeis ve ümitsizlikler ile uğraşmış, buna karşılık derin veya benzersiz özellikler taşıyan bir feryatla haykırmaya da olanak ve kudret bulamayarak sadece sızlanmıştır.
Bunun içindir ki onda ne tinsel ne toplumsal ne de ulusal bir ideal aşkın hamlelerine rastlarız. Denebilir ki yapıtlarında, ölümden başka istediği bir şey yoktur. Yıldızlarla, ayla ve karanlıkla dolu gecelerin, sade renkten ibaret olup her çeşit aşkı maskeleyen bir hareket ve su dünyasının ressamı olmakla yetinsemektedir. Daha doğrusu o; acıyan yerini gösteremeyen bir çocuk gibi sadece ağlamış, uğursuz ve korkunç gecelerde parlayan yıldızlara, bu yıldızların sulardaki yankısına bağlanmış, rüzgârların ağaçlarda çıkardığı esrarlı fısıltı ve feryatları dinleyerek bunlardan kendi acılarına teselli aramış olan bir melankoliktir. Bu hasta ruh, gerçekte çok haristir. Fakat ne istediğini, neyin ihtirası içinde olduğunu bilmiyor ve bildirmek istemiyor. Görünmektedir ki bunu, kendisinde sık sık tekrar ettiği büyük gururuna bağışlamak gerektir:
“Bir doğru varsa, yerde, o sensing, yegane sen.
Her gayen olsun ufk-u gururunda müntehi.
Vadeyleyor gururuna bir tac-ı nur o ses,
Amadedir cunununu takdise ihtiram.
Benimle böyle koşan kimdi? bir gurura rakip,
Muvacihim ebediyette hep gururum iken.
Fakat bu seste gülen hep benim gururumdu.”
Ahmet Haşim’de bütün duygulu insanların, kötümser ve tatmin edilmemiş ruhların ıstırap ve arzularından bir şeyler vardır. Fakat bu şeyler, imgeleminin yarattığı bin bir çeşit renge boyanmış bir sihir ve efsun dünyasında, öz ve cinsini kaybeder.
Bu itibarla kendisini, hiçbir zaman Fuzûlî ile karşılaştıramayız. Genel olarak şiirlerinden bir kısmı, tamamen betimlemedir. Bunlar, âdeta birer peyzajdırlar. “Başım” manzumesi, nasıl kendi ruhsal ve organik varlığının portresi ise örneğin “Süvari”, “Havuz”, Çöller”, “Siyah Kuşlar”, “Mehtapta Leylekle”, “Karanlıkta”, “Ağaç” gibi şiirleri de daha çok göze hitap eden betimlemelerdir:
“Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvari geliyor kan rengi.
Başlıyor şimdi melal akşamda
Son ışıklarla bulutlar cengi…”
Kamerin doğuşunu sembolize eden bu parçada, “Kızıl ufukları seyret ki Akşam olmakta,” diyen şairin dizesini hatırlayabiliriz. Daha önce aktardığım “Havuz” manzumesinde, yalnız geceleri gelen cananın “ay” olduğu aşikâr değil midir? Onun havuzdaki yankısı da ancak böyle bir tablo oluşturabilir. “Çöller” adındaki uzun şiiri, daha çok romantik ve bazen gerçekçi bir betimlemedir. Çok değerli olan bu yapıtta, zarif benzetişler birer sembol özelliğini taşırlar:
“Bir ufk-u tehi, bir gece, binlerce sitare,
Samt-ı ebediyetle bakar Hab-ı bahare…
Bir kafile üç beş deve aheste ilerler,
Ta önde gider gölgeli bir şekli mükedder.
Sakit, mütereddit ve bütün his ile mali,
Bir çan sesi ervaha döker nevm-i leyali;
Boşlukta gezen saf, ebedi, gölge dudaklar,
Gözlerdeki ruyalara bir nağme fısıldar.
Asar ile memlu yine bir sihr-i tehassüs,
Eyler o karanlıkta, o çöllerde teneffüs.
Ettikçe o bad, arzı saran otları tehziz,
Leylin gezer esrarını bir şiir-i havariz,
Göklerden inen razı hafi, razı münevver
Zulmette gümüş, gizli periler gibi titrer…
Pür hande peri gözleri şeklindeki encüm.
Yollar o seferberlere bir gaşy-i tevehhüm.
Ses yok o derin çölde, ne bir hadşe-i bisud,
Bir kalb-i umumi gibi hep zulmet-i mes’ud.
Dalgın heyecanıyla büyüklükleri dinler,
Lerzişle geçer zulmeti bir necm-i hava per.”
….
Ahmet Haşim, daima aynı konuların esiridir. Ayın veya güneşin doğuşu, bu olaylar esnasında görülen renkler ve bu renklerin suya ve eşyaya bulaşması… İşte şairi ilgilendiren en büyük konu, buna bir de karanlığı ekleyebiliriz. “Ağaç” manzumesi de böyle bir peyzajdır:
“Gün bitti, ağaçta neşe’e söndü;
Yaprak ateş oldu, kuş ta yakut;
Yaprakla kuşun parıltısından
Havzun suyu erguvana döndü…”
Esasen onu bu renkler, bütün diğerlerinden fazla ilgiler ve diğer bazı şiirlerinde de bu renk ve görüşü aynen bulmak mümkündür. Bunlarda his aramak boşunadır. Nitekim “Siyah Kuşlar” da bu çeşittendir:
“Gurub-u hun ile perverde ruh olan kuşlar,
Kızıl kamışlara, yakut-u aba konmuşlar;
Ufukta bir ser-i maktuu andıran güneşi,
Sükut-u gamla yemişler ve şimdi doymuşlar…”
Kesik ve kanlı bir başa benzeyen güneşin karşısında aç kargaların aşırı isteğini gören leyleklerin, mehtaptaki manzarasını da bir soru işaretine benzetir. Bu yol ile bize yine göle benzeyen gökten ve her zaman tekrarladığı ayın büyüsünden söz eder:
“Kenar-ı aba dizilmiş, sükun ile bekler,
Füsun-u maha dalan pür-hayal leylekler;
Havada bir gölü tanzir eder sema bu gece
Onun böcekleri guya nücumdur yekser…
Neden bu ab-ı semavide avlananlar yok?
Bu haşr-ı nur-u hüveynati hangi kuşlar yer?
Eder bu hikmete guya ki vakf-ı ruh-u nazar
Füsun-u maha dalan pür-hayal leylekler…”
Bu gazel tarzındaki ve biraz da yapmacık şiirin birinci kıtası, zorla yazılmışa benziyor. Mehtapta yuvalarında olması gereken leyleklerin, bir su kenarında tek ayakla duruşuna bakılırsa şairin, nadir bir manzaraya dikkat ettiği ve gerçeği görmekten daha fazla kendi hayalindeki leylekleri seyrettiği anlaşılıyor.
Bu, âdeta şiirle bir tür minyatür yaratmaktır. Göl kuşları, konusuna giren her parçada şairin aynı saplantıdan kurtulamadığı gece, kamer ve yıldızlara saplanıp kaldığı görülür. Denebilir ki Ahmet Haşim, gençliğinde yazmış olduğu “Şiir-i Kamer”in dilini, pek muğlak bulduğu için ömrünün sonuna kadar başka şekillerle, daha açık cümlelerle hep aynı şiiri çözümleme ve açıklayacak nitelikte yapıtlar yazmıştır. Bu düşünme yetisi ve konu darlığı içinde oldukça geniş olan imgelemi, hayatının yeknasaklığından kurtulup kendisine daha hareketli, ilham verici bir okur kitlesi yaratabilseydi şüphesiz onu daha çok zengin ve derin bir şahsiyet olarak kazanabilirdik. Bunun için olacaktır ki beğenenlerinin bütün iddialarına rağmen onda yüksek bir hassasiyet, derin ve çeşitli bir düşünme gücü bulmak olanaksızdır.
Denebilir ki yapıtları, bazen gerçekçi bir görüşle şiirde bir tür izlenimcilik taslaklarıdır. Bu, onun şair olmasına engel değildir. Bilakis şahsına münhasır bir mizacın şairi olduğuna kılavuzluk eder. Bir şeyi, diğer bir şeye benzetmek için günlerce düşünüp düş kurduğu, özenerek ve üzülerek yazdığı yapıtlarından bellidir. İlhamların kısırlaştığı yerde kendisini zorlamak, kuyumculuk şeklindeki girift şairliği doğurur. Ahmet Haşim’in şiirlerinde, çocukluğunda görüp yaşadığı uzak dünyasından izler vardır. Hatta bu dünyadan kendisini kurtaramamıştır. Onun betimleme ve belleğinde canlandırdığı semalar, çöller ve nehirler, hep Bağdat ülkesine aittir:
“Bir hasta kadın, Diclenin üstünde her akşam,
Bir hasta çocuk gezdirerek çöllere gül-fam
Sisler uzanırken, o senin doğmanı bekler.”
Şair, annesi ile beraber gezdiği bu eski yurt parçasındaki asil ve hazin hatıralara âşıktır. Onun üçüncü bir cins yazıları vardır ki fazla öznel bir Baudelaire çeşnisine sahiptir. Bu şiirlerindeki esrarengizlik, kötümserlik, saf şiiri anlayacak olanlara heyecan verecek kadar güzeldir. Bu çeşitten olmak üzere “Ölmek” ve “O Belde”yi gösterebiliriz:
“Firaz-ı zirve-i Sina-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum,
Cevf-i ye’s-aşina-yı hüsrana…
Titrek
Parıltılarla yanan bir mesa-yı mezbaha renk
Dağılırken suhur-u uryana,
Firaz-ı zirve-i Sina-yı kahra yükselerek
Oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum,
Cevf-i ye’s-aşina-yı hüsrana…
Kanlı bir gömlek
Gibi hara-yı şemsi arkamdan
Alıp sürükleyerek,
O dem ki refref-i hestiye samt olur kaim
Ve bir günün dem-i alayiş-i zevalinde
Sürüklenir sular afaka şule halinde
O dem ki kollar açar cism-i naümide adem,
Bir derin sesle “Haydi!” der uçurum,
O dem,
Firaz-ı zirve-i Sina-yı kahra yükselerek,
Oradan,
Savt-ı ümmid-i kalbi dinlemeden
Cevf-i husrana düşmek istiyorum.”
Kulağa olduğu kadar göze hitap edebilen bu şiirde, fantastik bir intihar arzusunu canlanmış görüyoruz. Bu çeşit yazıları, âdeta plastiktir. Zaten Ahmet Haşim, özellikle serbest vezinle yazdığı parçalarda daha fazla açıktır:
“Denizlerden
Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin.
Bilsen
Melal-i hasret-ü gurbetle ufk-u şama bakan
Bu gözlerinle, bu hüzünle sen ne dilersin!
Ne sen
Ne ben
Ne de hüsnünde toplanan bu mesa,
Ne de alam-ı fikre bir mersa
Olan bu mavi deniz,
Melalı anlamıyan nesle aşina değiliz.
Sana yalnız bir ince, taze kadın,
Bana yalnızca eski bir budala…
Diyen bugünkü beşer,
Bu sefil iştiha, bu kirli nazar;
Bulamaz sende,bende bir mana…
Ne bu akşamda bir gam-i nermin
Ne de durgun denizde bir mugber
Lerze-i istitar-ü istiğna.
Sen ve ben
Ve deniz
Ve bu akşam ki lerzesiz, sessiz,
Topluyor buy-u ruhunu guya,
Uzak
Ve mavi gölgeli bir beldeden cüda kalarak…”
“Zulmet” ve “Yollar” gibi diğer serbest vezinli güzel şiirleri de hemen hemen “O Belde”nin başlangıç veya devamı gibidirler. Bütün yapıtlarında, bellekte saklanabilecek bazı dizeler varsa da azdır:
“Bize bir zevk-i tahattür kaldı”
“Melalı anlamıyan nesle aşina değiliz.”
Bununla beraber yeni kuşakların gerek kültür gerek zevkleri itibarıyla anlaşılması güç olan bu yapıtlar, bizim çocukluğumuzda hafızalarımızı süsleyen en derin yapıtlardan sayılırdı. Ahmet Haşim’de, her çeşit taklitten kaçınmasına rağmen Mallarmé, Baudelaire veya Verlaine gibi yazmak konusunda ayrı bir gayret sarfeden bir zekâ parıltısı görülür.
Denebilir ki hiçbir şiiri, duygusal bir bunalımın bir hamlede yarattığı yapıtlar değildir. “Sanatı sanat için” kabul eden Ahmet Haşim, dizeleri üzerinde pek titiz çalışmalarla yeni tamlamalar, yeni kelimeler, yeni imgeler aramış, vezin ve kafiye ile bunları okurken çıkardığı sese ve bu seslerin ilham ettiğini zannettiği çeşit çeşit duygu ve düşüncelere bağlanmıştır.
Bunun için olacaktır ki yapıtlarında bir yapmacık, bir zorlanma görülür. Hatta sembolizmin veya kendi şiir anlayışının ilke ve mantığına uyabilmek amacıyla anlamı, ahenk ve şiveyi ihmal ettiği de görülür. Taklidi seslere de ayrıca önem verdiğini, “Deniz” manzumesinden anlayabiliriz. Bu yapıtta, dalgaların sesi pek güzel taklit ve ifade edilmiştir:
“İsyan-ı mevc-i zahire ettinse vakf-ı guş,
Çarparken ufk-u zulmete bir bahr-i pür huruş
Bildin:O sayhalarla, o seslerle ruh-u ap
Bi kaydi-i leyale eder nakl-i ızdırap.
Guya sorar sevahiline bahr-i naleğir:
“Olmak neden neşib-i mezellette bir esir
Bi had iken sema gibi, firuze-fam iken,
Bir cilvegahı encümü lerzan-ı şam iken?”
Esasen onun için şiir, yapıtın konusu ve anlamında değil, yapıtı oluşturan kelimelerden çıkan seslerin büyülü kaynaşmasından, düşünülerek değil sezilerek heyecan veren bir bilmeceden başka bir şey değildir. Ne yazık ki Ahmet Haşim, bu ilkesinde fazla bencil ve tektir. Üslubu aynı olan Emin Bülend ile kamere âşık olan Tahsin Nahid türünden bazı çağdaşlarını, hiçbir zaman Ahmet Haşim’le karıştırmamak gerektir. Bununla beraber Ahmet Haşim’in şiirlerinde, kendi gerçeğine aykırı olarak hem birtakım görünen anlamlar vardır hem de bir çok ahenksizlikler mevcuttur. Her şiir gibi onun yapıtları da ancak estetik eğitimi derinleşmiş olan sayılı bir okura seslenir. Irak semalarını görmeyen, çöllerdeki gecelere ve bu gecelerin yıldızlarını seyretmemiş olan veya bunların örneğini hayal edemeyen bir insan için Ahmet Haşim’in şiirlerindeki dünya, bu dünyada bulunamayan egzotik bir dünyadır. Onun isyanları da tatmin edilmemiş bir şehzadenin kendi dadılarına, lalalarına karşı yaptığı saldırı, çılgınlıklar gibi çocukçadır ve hep aynı şeylerin tekrarı amacındadır.
Felsefeden, imandan ve ideallerden mahrum bir ruhtan fazlası da beklenemez. Ahmet Haşim’in yapıtlarında bazen bir sayıklama, bazen bir sanrı-halüsinasyon manzarası görülür. O, âdeta rüyada gördüklerini gerçek zanneden ütopyalar içindedir. O; gerçeği kendi karakterinin merceğinden geçirirken öfkelenen, bir kutsal şeyinden mahrum edilmiş insanlarda olduğu gibi için için isyan eden, bu isyanın da amaç ve etkenini bilmeyen çelişmeler ve karşıtlıklarla dolu bir düşünme, imgelem mekanizmasıdır. O, herhâlde mutlu değildir. Yaşamaktan olduğu kadar da varlıktan şikâyetçidir. Kendisine göre bu dünyanın kadınları, istediği kadar leyli değildir. Bir taraftan da onun hayal ettiği kadınlar, “Puşide, soluk, ince, zıya-kalb kadınlar”dır. Bütün diğer şeyler de böyledir. O olan doğaya değil, olması gereken doğaya âşıktır. Onda âdeta Walt Disney’in resim ve sinemada yaptığını şiirde tekrarlayan bir zekâ vardır. Ahmet Haşim aleyhinde yapılacak eleştiriler, ne kadar kuvvetli olursa olsun o, eş dost gayretiyle elde edilen şöhretler gibi sahte ve geçici bir kıymet sahibi değildir. Hayatında hemen hiç kimse ile candan dost olmamış, hatta birçok hürmetkârlarını bile zaman zaman kırmış olan şair, bıraktığı güzel ve hiç olmazsa merak verici yapıtlarla hepimizin dostu olmuştur. Ahmet Haşim’in nesirlerine gelirsek bunlarda kullandığı dil, daha çok doğal ve düzgündür. Bu yazılarında da gururu, bazen ukalalık hâlini alan düşünceleriyle alaycı ve şikâyetci bir muhalefet ruhu taşır. Fakat bütün bunlar, birer fıkra mahiyetinden ileri gidemezler. Yani bunların ne ifade tarzlarında ne de savunduğu fikirlerde önemli bir özgünlük yoktur. Denebilir ki bunlar, bir gazeteci diliyle yazılmış günlük duygulardır ve daima eşya ve olayların her tarafını, içini değil ancak dış tarafını, hem de bir çoğunluğun görebileceği tarafını hikâye ederler. Şairliğinin sembolik ışıklarını taşıyanları azdır. Yani Ahmet Haşim şiiri gibi bir de Ahmet Haşim nesri yoktur.Değerli şairimiz, kendi kullandığı kelimelerin sonunu da pek iyi sezmiş olacaktır. Ne yazık ki onun yapıtları, modası geçmiş bir devrin bugün eskimiş bir yeniliğinden ve ruhlarda devrim yapmayan hafızalarda devam etmeyen silik bir hatıradan ibaret kalmaya mahkûmdurlar. Çünkü şair, okuru daima kendi kaprislerine esir etmek istiyor ve okura kendisini, okurda ve insanda olanı düşündürmek istemiyor. Bu hasis ruh için dünya, kendi rüyalarında yaşayan dünyadır. Bu sebepten de Ahmet Haşim’de duygusal ve düşüncesel bir ‘asalet’ bulamayız. O, sadece şairdir. Kendi yaralarını anlatan bir şairdir. Bu da onu, benzerlerinden ayırmaya yeterdir ve edebiyat tarihimizde yeni bir sistemin temsilcisi olması bakımından takdir ve saygımızı eksiltmez.
OKUMA NOTLARI:
İnci Enginün-Zeynep Kerman, “Ahmet Haşim Bütün Şiirleri”, Dergâh Yayınları, İst., s. 22, 2001.,
Orhan Okay, “Ahmet Haşim’in Şiirlerinin Sembolizm Açısından Yorumu”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İst., s. 200, 1998.,
Asım Bezirci, “Ahmet Haşim Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Seçme Şiirleri”. İnkılap Kitapevi, İst., s.194, 1986.,
Atilla Özkırımlı, “Ahmet Haşim”, Toker Yayınları, İst., s.124. 1975.,
Ahmet Çoban, “Göller ve Çöller Şairi Ahmet Haşim”, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004.,
Sedat Umran, “Ahmet Haşim’in Merdiveni”, Şiirde Metafizik Gerçek, İst. Timaş Yayınları, s. 93-95., 1997.