DEMET KURT GÜNGÖR
Gılgamış’ın bir yılana kaptırdığı otu arıyorum.
Kalbim/ Benim bir ormandı,/ İsimsiz, âsûde,/ Bir büyük orman. (Ahmet Haşim)
Her yolculuk, bir düşle gerçekliğin kavşağında başlar. Düşü sürdüren kazanır. Ahmet Haşim’in şiirsel anlatımlarının esrikliğini henüz üzerimden atamamıştım sabah uyandığımda. Kimsesiz yolların güzelliğini menekşe dolu bir vadiye bakan bir evin perdesini aralar gibi betimliyordu kitabında. Bense bugün sessiz bir coşkuyla kendim olmaya yazgılıyım.
Baharın ilk günlerindeyiz. “Aylı ve güneşli Ayaz Han’ımız, ormanlı, taşlı Al tayımız!” diye başlayan bir şaman duası dilimde, Yol Arkadaşım Doğa Yürüyüşü Grubu’yla Otacı köyü ve yaylalarına doğru yol alıyorum. Otacı, Ankara-Kızılcahamam’ın en büyük köylerinden biri. Eskiden cuma günleri Çorba Pazarı kurulan Pazar köyünü ve İğmir köyünü geçtikten sonra araçtan inip yürümeye başlıyoruz. Düş yolunda kayboluyorum… Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıd Han’ın Timurlenk’le yaptığı Ankara Savaşı sırasında ordusunun sıhhıye birliklerini bu köyde kurduğuna tanık oluyorum. Ordusunda yaralanan askerlerin köyün bulunduğu mevkideki sahra hastanesinde tedavilerinin yapılmasını sağlıyor. Şifalı otların biri gidiyor bini geliyor. Yaralı bir kalbi de ben sarıyorum. Yöre halkı köye gecikmeden “Otacı” adını uygun görüyor. Ben durmadan köyün adını heceliyorum: O ta cı… Ot acı… Otacı.
Kırsalın kokusu ve içinde barındırdığı hüzünlü sessizlik her zaman heyecanlandırır beni. Bütün duyularım tetikte yürüyorum. Yeşilin keyfini çıkaran vahşi bir yaratık gibi. Bozkırdan esen yel ile ovanın göğsünde yükseliyoruz. Gökyüzüne bakıyorum, herkesin gökyüzü farklı şekillenir zihninde. Elimi uzatıyorum, ilkbahara dokunuyorum. Dokunduğum her taş bir kıvılcım saçıyor. Rüzgâr ağzımdan çıkan sözleri oraya buraya dağılan taşlara ulaştırıyor. Çiçekler ve kırlar akıp gidiyor önüm sıra. Bölge Karadeniz iklimi ile Orta Anadolu’nun karasal ikliminden etkilenmiş. O yüzden zengin bir floraya sahip. Bugün doğa cömert davranıp hazinesini sermiş önümüze. Çiğdemler, öksüz ali çiçekleri, yırtık çiğdemler, orman sümbülleri… Endemik bir çiçek olan Ankara çiğdeminin sarısı gözümü kamaştırıyor. Van Gogh sarısına benzer iç acıtan bir sarı. Mor, eflatun ve beyaz renkli olanları da var.
Bu toprakların kadim tarihinde ilk merkezi devlet olan Hitit uygarlığında Ankara çiğdemi, An.Tah.Sum. olarak adlandırılmış. Çiğdem çiçeğinin baharın müjdecisi ve kışın bittiğinin habercisi olması nedeniyle Hititlerde bereket tanrısı Telepinu’nun geri dönüşü AN.TAH.SUM bayramı olarak kutlanırmış. Hititologlar, II. Mursili dönemi belgelerinden bu sonuca varmışlar. “Vakî oldu ki, babam Hatti ülkesi tanrıları ve Arinna’nın güneş tanrıçası için AN.TAH.SUM bitkisi ihdas etti. Adı geçen bu konu çok önemlidir… İlkbahar olduğunda Hattuşa’dan giderim ve orada (Arinna kentinde) tanrılar için AN.TAH.SUM bitkisi bulunur.” Halkımızın da bu kutlamanın içine dayanışmayı katıp ‘çiğdeme gitmek, çiğdem karşılamak’ olarak adlandırdıkları adetleri var. Çocuklar topladıkları çiğdemleri bir çalıya asarlar ve ellerindeki kaplarla tekerlemeler söyleyerek kapı kapı dolaşırlar. Evlerden yağ, bulgur, kıyma ve salça toplarlar. Büyükler köyün fakir evlerinden birinde bu malzemelerle yemek yapar, şenlik içinde yerler; kalanını da ev sahibine destek amaçlı olarak bırakırlar.
Büyülü bir ormanın derinliklerinde ilerliyoruz. Patikada hışırdayan yaprakların, çıtırdayan dalların üzerinde yürürken birbirimizin yanından sessizce geçip gidiyoruz. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi.Yürürken hissedilenler bazen yaşanmışlığın yanında yoksul kalıyor. Kadın şifacılardan birinin eski deva ve tedavilerinde uyguladığı bir yöntem ilgimi çekmişti. Günde bir çay kaşığı toprak yermiş. Bunun üzüntüleri uzak tuttuğunu söylüyordu. Bir tutam toprak mı atsam ağzıma? Yaklaşık olarak 1600 metre rakıma geldiğimizde soluklanıp şöyle bir manzaraya baktım. Bulutları dağıtan bir rüzgâr esiyor. Muhteşem bir göl manzarasına kuş bakışı bakıyorum. Göle doğru inişe geçtiğimizde kardelenleri göremedik diye hayıflanırken kayaların dibinden göz kırptılar bize. Tüm zarafetleriyle salınan kardelenler öylesine çoktu ki… Önden yürüyüp göle inenler bu görsel şölenden mahrum kaldılar tabii ki. Masalcıların masalları bir yanda bekleyedursun şimdilik. Yaşlı dünyamız, mitosun dünyası ile rasyonalizm arasında duruyor.
Homeros, İlyada’da kardelen çiçeğinden bahseder. Odysseus, Ithaka’ya gittiği bir seferden dönerken cadı Kirke ile karşılaşır. Kirke, askerlere büyü yapar. Askerler tüm bildiklerini unutur ve domuza dönüştüklerini zannederler. Tanrıların mesajcısı Hermes, Kirke’nin yaptığı unutkanlık büyüsüne karşılık Odysseus’a moly ( kardelen ) bitkisini verir ve büyü bozulur. “Argos’u öldüren [Hermes] böyle konuştu ve kopardı otu topraktan, / uzattı onu bana ve bir bir saydı özelliğini: / Çiçeği sütbeyazdı, kökü kapkara, / ona «moly» derlerdi tanrılar arasında, / koparamazdı onu hiç bir ölümlü insan, / ama yeterdi her şeye tanrıların gücü…”
Otacı, Çakmacık ve Beşler göletlerinden sonra parkurun sonuna yaklaştık. Yanlarından geçip gittiğimiz göletler, kayalıklar, dereler, koca söğütler yaşlı dünyamızın bilgeliklerini sundu ruhumuza. Dere kenarındaki ağaçlar toprağa yapışmış kökleriyle, bulutlara uzanmış dallarıyla sırlarını fırtınalı vadilere açan, Van Gogh’un Ağaç tablosundaki ağaca benziyorlardı. 15 kilometrelik parkur biterken semaverdeki çayın davetkâr kokusunu takip ederek köye girdik. Köye girmeden önce dere kıyısına bıraktım hüzünlerimi. Yanındaki söğütün dalına da bir gülücük astım, yarenlik etsinler diye.
“…ben bahar kaçağı. öyle mi? o bahçe / dünden kalmış, cebimde çürümüş / öyle miii??? / peki, beni güzlerimden öp! / düş kurmak yükümü alıyor…” (İlhan Kemal)