Ali Özuyar
6 Nisan-29 Mayıs 1453 tarihleri arasında tam elli dört gün süren büyük muhasaranın sonucunda Doğu Roma tarih sahnesinden silinirken imparatorluğun merkezi olan İstanbul da Osmanlıların eline geçiyordu. Dünya tarihinin seyrini değiştiren bu tarihi olayın üzerinden 561 yıl geçti. İttihat ve Terakki’nin Türkçülük ideolojisi doğrultusunda 1910 yılında başlatmış olduğu kutlama törenleri ise gelenekselleşerek günümüze kadar sürdü.
İstanbul’un fethi olayı, tarihi önemine binaen yerli ve yabancı birçok tarihçi için önemli bir araştırma ve tartışma konusu oldu. Özellikle de bu olaya tanıklık eden Kritovulos, Francis, Dukas ve Halkondilis gibi tarihçilerin kaleme aldıkları metinler, fethin gerçekleşmesindeki tarihi gerçekleri tartışmalı hale getirdi. Bu tartışma devam ederken de geçmişten günümüze birçok edebiyat ve sanat insanı, adı geçen referanslar üzerinden, bu tarihi olayı yapıtlarında konu ettiler. Bunların başında ise kuşkusuz kitlesel bir sanat olma özelliğine sahip olan sinema geliyordu. İstanbul’un fethi, birçok yerli ve yabancı sinemacı tarafından filme alınmak istendi. Ancak fethin canlandırılması yüksek bir yapım maliyeti gerektirdiğinden dolayı birçoğu hayat geçirilemedi. Bu olayın Türk sinemasındaki ilk örneği ise ancak 1951 yılında Aydın Arakon’un yönettiği İstanbul’un Fethi filmiyle verilebildi. 1972’de renklendirilerek tekrar seyirci karşısına çıkarılan bu filmi, Ersin Pertan’ın yönettiği ve İstanbul’un fethine içeriden bakan Kuşatma Günlerinde Aşk (1997) ile Faruk Aksoy’un yüksek gişeli Fetih 1453 (2012) filmleri takip etti. 2020 yılında da Emre Şahin’in yönettiği İmparatorlukların Yükselişi: Osmanlı (Rise of Empires: Ottoman) adlı bir televizyon dizisinde konu edildi.
Fethin Sinemadaki İlk Örneği

İstanbul’un fethinin beyaz perde de ilk kez konu edilmesi ise sinemanın icadından on sekiz yıl sonra oldu (1913). Yapımcılığını Gaumont’un, yönetmenliğini ise Fransız sinemasının kurucularından Louis Feuillade’nin yaptığı film L’Agonie de Byzance (Bizans’ın Can Çekişmesi) adını taşıyordu. Söz konusu film çekildiğinde sinema daha emekleme dönemindeydi.
Fransız sineması 1910’lı yıllarda hızlı bir endüstrileşme sürecindeydi. Özellikle de Pathe ve Gaumont şirketleri arasında ciddi bir rekabet söz konusuydu. Bu rekabet en nihayetinde sinemanın kendi anlatı dilini oluşturmasında önemli bir rol oynadı. Filmlerin içerikleri, türleri zenginleşti ve öykü anlatan kısa ve orta metraj filmlerin sayısında ciddi bir artış oldu. Yeni denenen türler arasında öncülüğünü Feuillade’ın yaptığı fantastik gerçekçiliğin ilk örnekleri (Fantômas, Les Vampires, Judex) de yer alıyordu. Gaumont’un maharetli ve üretken yönetmenlerinden Feuillade, peri masalları, dini hikâyeler ve tarihi olayların ilgi çekiciliğinden hareketle, Avrupa’yı derinden sarsan İstanbul’un fethini sinemaya uyarladı. Batı’da şuur altındaki canlılığını hala koruyan bu tarihi olay, dramatik açıdan oldukça ilgi çekiciydi.
Feuillade, Yunanlı tarihçiler Yeorgios Francis ve İoannis Dukas’ın kaleme aldıkları metinlerden yola çıkarak filmin senaryosunu yazdı. Yapımına 1913 yılında başlanan filmde yüzlerce figüran kullanıldı. Çekimlerin tamamı yaratıcı set tasarımcısı Robert Jules Garnier’nin La Villette platosunda inşa ettirdiği görkemli dekorlarda yapıldı.

Yapım tasarımı ve sahne düzenlenmesi bakımından çağdaşlarına öncülük eden filmde olaylar, kuşatmanın ilk günü olan 6 Nisan’da başlıyordu. Uzak bir tepeden İstanbul’a bakan Sultan II. Mehmet (Albert Reusy) ve kurmayları, muhasaranın zaferle, bir sonraki sahnede ise Bizans İmparatoru XI. Konstantinos (Luitz-Morat) ve ahalisi de mağlubiyetle sonuçlanması için dua etmektedirler. Sonrasında ise Osmanlı Türklerinin surları hedef alan taarruzu ve Bizanslı askerlerin müdafaası başlar. Surların önünde ve arkasında ölüm kalım savaşı yaşanırken Ayasofya Kilisesi’nde ise büyük bir ayin yapılmaktadır. Çatışma gittikçe şiddetlenir ve devreye şahi topları girer. Elli dört gündür sürmekte olan savaş 29 Mayıs’ta Osmanlı ordusunun şehre girmesiyle son bulur. Katledilme korkusu içinde olan ahali apar topar Ayasofya Kilisesi’ni sığınır. Çünkü Dukas’ın naklettiğine göre ahali, Türklerin Konstantinos Sütunu’na (Çenberlitaş) kadar geldiklerinden gökten bir meleğin inip sâdedil bir adama imparatorluğu verecek ve o da kılıcını çekerek Türkleri Acem hududuna kadar sürecektir. Ancak bu bir rivayettir ve gerçek olmadığı Osmanlı askerlerinin Ayasofya’ya girmesiyle anlaşılır. Ayasofya’ya sığınan halk şer’i hukuk gereğince, diğerleri gibi, askerlerin ganimet hanesine yazılır. Kilisenin boşaltılıp temizlenmesinden sonra II. Mehmet ki artık “Fatih”tir, Ayasofya’ya girerek kurmaylarıyla birlikte namaz kılar. Bu arada Fatih’in verdiği emirle askerler öldüğüne hükmedilen Rum İmparatoru’nun cesedini aramaktadırlar. Ceset yığınları arasında dolaşmakta olan bir grup asker, bir yığının en altında İmparator XI. Konstantinos’un cesedini bulur. İçlerinden biri cesedin başını bedeninden ayırır. Fatih ise Bizans sarayında İmparator’un tahtında oturmuş beklemektedir. Askerler saraya girer ve içlerinden biri XI. Konstantinos’un kesik başını çuvaldan çıkarıp Fatih’e uzatır. Fatih, sağ elinde tuttuğu kesik başı Rum ve Osmanlı beylerine göstererek muzaffer bir edayla kısa bir konuşma yapar.
Filmde İmparator Konstantinos’un akıbetinin nasıl olduğu Bizans tarihçisi Yeorgios Francis’in eseri temel alınarak anlatılmıştı. Francis, XI. Konstantinos’un tüm yaşamı boyunca sarayda en yakın arkadaşı ve müşaviriydi. Onun naklettiğine göre İmparator’un başını Fatih’e getiren Sırp asıllı devşirme bir askerdir. Fatih, Rum beylerine bu başın İmparator’a ait olup olmadığını sorar. Rum beylerinin onaylaması üzerine de bir konuşma yapar. Filmin bu son sahnesinde Fatih’in İmparator’un başını elinde tutarak konuştuğunu görülür. Ancak ne dediği ses ve ara yazı olmadığı için anlaşılmaz. Francis’in naklettiğine göre Fatih şunları söylemiştir: “Allah seni ne kadar yüksek yaratmıştı; niçin böyle boş yere helak olmak istedin?” Francis böyle dese de dönemin tanığı diğer tarihçiler bu olayı doğrulamamaktadırlar.

Filmin galası, sahne düzenlemesine yakışan bir görkemle, 24 Ekim 1913 tarihinde Gaumont-Palace’da yapıldı. Henry Fevrier tarafından özel olarak bestelenen ve korolarca desteklenen müzikler, filmin dramatik yapısını güçlendirdiğinden davetliler üzerinde büyük bir etki yarattı. Tarihi bilinmemekle birlikte L’Agonie de Byzance İstanbul’da da gösterime girdi. Filmin çekildiği yıl Gaumont şirketi, Pathe’ye rakip olarak, İstiklal Caddesi numara 112’deki Lüksemburg Apartmanı’nın alt katında şirket ile aynı adı taşıyan bir sinema salonunu açmıştı. Filmi seyredenlerden biri de Yarın dergisi yazarlarından Cevdet Reşit’ti. Reşit, 1921 yılında Sinema Hakkında Notlar başlığıyla kaleme aldığı beş bölümlük yazı dizisinin ilkinde Türk aleyhtarı propaganda filmlerinden bahisle bu filme özel bir yer ayırmıştı. Yazısında üç yüz franga mal olan ve Balkan Harbi’ni müteakip Avrupa ekranlarına sunulan filmin tarihimizi lekelemek ve bizi gülünç etmek için düzenlenmiş filmlerden biri olduğunu ifade ediyordu. Reşit’e göre L’Agonie de Byzance ve benzerleri için yapılması gereken şuydu: “[…] Sinemanın propaganda ehemmiyetini takdir ve bundan azami istifadeyi temin etmek bizim için vazifedir. Türk’ün mazisini, şarkın hakiki ruhunu tanıttırarak (Türkler bir çift çarık bir de kanlı yatağandır) lekesini silmek için vakit gelmiştir. Hükümetler doğrudan doğruya bu gibi şeylerle iştigal edemezler. Bunu yine biz yapmalıyız.” Cevdet Reşit, bu tespitinde haksız da sayılmazdı. Tarihi gerçekler bir yana filmde Osmanlılar daha doğrusu Türkler, önceki örneklerde olduğu gibi, tamamen oryantalist bir zihniyetle ele alınıp resmediliyordu. Ne yazık ki bunun örnekleri zaman geçtikçe daha da çoğalacaktı. Filmde hırpani kıyafetli, sakallı, acımasız ve kan dökücü Osmanlı askerleri şehri yağma ederlerken en çok da kadınlara musallat oluyorlardı. Esir alınan yüzlerce kadın, köle pazarında apar topar satışa çıkarılıyor ve dağınık saçları çıplaklıklarını örtemeyen bu kadınlar dişleri kontrol edilerek müşterilere pazarlanıyordu. Ayrıca İstanbul’un fethinden sonra fidyesini veren veya kaçtıkları ya da sığındıkları yerden dönen Rumların şehre yerleşmesine izin veren ve bir zaman için onları vergiden muaf tutan Fatih ise elinde İmparator’un kesik başı ile kan dökmekten zevk duyan barbar bir padişah olarak