İlknur Atalkın
“Eğer hikayeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç duymazdım.”
Lewis Hine
19.yy’da icadından beri “Fotoğraf sanat mıdır değil midir?” tartışmaları hala devam ededursun iletişim araçlarımızdan ses, yazı ve görüntü temelinden doğan sanat dallarının en gencidir “Fotoğraf”
Müziğin, edebiyatın, resmin, sinemanın ve fotoğrafın olmadığı bir dünyayı hayal bile edemiyoruz bugün. Teknolojinin çok hızlı gelişmesi ile “camera obscura“ dan başlayan fotoğrafın yolculuğu her birimizin elindeki telefon kameralarına kadar geldi. Zaten üzerine sürekli tartışılan sanatın bu genç ve yaramaz çocuğu fotoğraf, iyice nasibini almaya başladı bu tartışmalardan. Daha da üzerine gelinir bir hal aldı.
İyi bir fotoğraf makinesine ya da kamerası ve teknik özellikleri son derece yeterli bir akıllı telefona sahip olan hemen herkesin teknik olarak etkileyici fotoğraflar üretmesi bu tartışmaları daha da güçlendirdi.
Kullanılan kamera her ne olursa olsun Fotoğrafçılık; ışığı kullanarak, gözle görebildiğimiz cisim ve şekilleri, film ya da dijital ortam üzerine kaydederek görüntü oluşturma işidir.
İşlevsel uygulamaları nedeniyle bir zanaat olduğu gibi ancak estetik ve içerik yönüyle beslenirse sanat olacaktır.
Özellikle son yıllarda, sanat alanında disiplinler arası çalışmanın çok fazla örneğini görüyoruz. Müziğin edebiyatla, sinemanın müzikle, resmin fotoğrafla, fotoğrafın edebiyatla birlikte kullanılarak üretilen eserler hem birbirini destekliyor hem de ufkumuzu açan ilgi çekici işler çıkıyor ortaya . Her bir dalın teknik özelliklerini öğrenmenin yanında felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi kavramlar konusunda bilgili olmayı gerektirdiğinden bu işlerle ilgili sanatçıyı çok daha geniş yelpazede; içeriği de estetiği de güçlü eserler üretmeye çağırıyor. Kendi adıma beni en çok heyecanlandıran kısmı bu. Alaylı bir fotoğrafçı olarak ; on yılı aşkın süredir ticari işler yaptıktan sonra işin sanat kısmı ile daha yakından ilgilenmeye başladığım ve diğer bir sevdam olan edebiyatla da daha çok haşır neşir olduğum bu yıllarda fotoğraf ve yazının birlikteliği kendime seçtiğim geliştirici yollardan biri.
Bu yolda fark ettiğim şeylerden biri de şu oldu; fotoğraf çekerken bulunduğum yerin neyi çektiğimin bir önemi olmadığını bana neyi hissettirdiğini ya da düşündürdüğü kısmının asıl konum olduğunu anladım. Sanırım yalnızca görmeye hazır olduğumuz şeyleri ya da şöyle diyelim; bakmak ve görmek arasındaki ilişkinin salt teknik ve estetik bir gözle değil hayata karşı duruşumuz, dünya görüşümüz ve birikimlerimizle ilgili olduğunu fark ettim.
Kadrajın içine almadıklarımız da fotoğrafa dahil aynı yazarken olduğu gibi.
Öncelikle doğru zamanda doğru yerde mi duruyoruz ona bakmak, sonrasında da görüş alanımız içinden seçtiğimiz bir kısmını çerçeveye alma meselesidir fotoğraf. Yazıda da böyle; fotoğrafta olduğu gibi sayısız ihtimaller arasından seçim yapmaktır bir bakıma metnin çerçevesi.
Başka bir deyişle; fotoğraf çekerken kadraja dahil etmediklerimiz ya da yazarken metnin çerçevesine dahil etmediklerimiz de kendimize sorduğumuz soruların cevaplarında gizli. Ortaya çıkan eser, ne kadar sade ve yalınsa o kadar dolu ve tatmin edici oluyor gibi geliyor bana bugün olduğum yerden baktığımda.
Yukarıdaki, yazının başındaki sözü, fotoğrafın bir hikayeyi anlatmaktaki gücünü desteklemek için söylemiş olsa gerek Lewis Hine. ( Sanayi işçileri ve göçmenlerle ilgili fotoğraflarıyla tanınan Amerikalı fotoğraf sanatçısıdır Hine. En bilinen fotoğraflarından biri Empire State binasının yapım aşamasındaki belgesel çalışmasından yapının demir ve çelik iskelesinde caddede saatlerce tehlikeli bir şekilde asılı kalarak işçileri çektiği fotoğraftır. Fotomontaj olduğu ile ilgili çok tartışma olmuştur.)
Tek bir karenin sayfalarca metne bedel bir gücü olduğu tartışılmaz ancak sayfalarca yazılmış bir metnin tek bir kareyi nasıl anlattığı ve gözümüzde canlandırdığı bir örnek de Jonathan Coe’nin “Yağmurdan Önce” kitabı.
İçinde tek bir görsel olmadan fotoğraflar üzerine kurulan bir roman “Yağmurdan Önce”.
“ Hayatımızı özetlememiz gerekse nereden başlamak gerekir hikayeye? Bu özet içinde albümümüzden fotoğraflar seçsek ve bunların anlatılmasını istesek nasıl bir sıralamaya gideriz?” ( Arka Kapaktan)
Rosamond, ölümünden az önce yıllardır görmediği akrabası kör Imogen’e verilmek üzere kendi ses kayıtlarından oluşan kasetler bırakıyor. Imogen’in gerçek hayat hikayesini, on dokuz fotoğraf karesi ve bir yağlıboya portrenin tüm nostaljisi ve hissettirdiklerini bu kasetlere kaydediyor Rosamond.
“Senin bilmediğin bir öykü var Imojen diyor kasedin başında. Ailene, bana ve hepsinden önemlisi, sana dair bir öykü. “
Her bölümde gözleri görmeyen birine en ince ayrıntısına kadar anlattığı fotoğraflar, yaptığı betimlemelerle bizim de zihnimizde canlanıyor.
Hemen gidip eski aile albümlerini karıştırmak, Rosamond’un yaptığı gibi betimlemelerle anlatmaya çalışmak ya da daha sonra başkaları tarafından anlatılacak aile fotoğrafları çekme ihtiyacı uyandırıyor kitap.
Aksi Sanat için kağıda döktüğüm bu yazımda fotoğraf ve edebiyatla siz değerli okurlara merhaba derken belki sizde de fotoğraf çekme ya da bir fotoğrafı yazıyla anlatma isteği uyandırmışımdır.
Merhaba!