Anıl Alacaoğlu

Edebi çeviri söz konusu olduğunda genellikle tartışmanın merkezinde çevirmenin kendisi, çeviriye yaklaşımı, çeviri süreci ve ortaya çıkan “yeni eserin” niteliği olur. İletişimsel çeviri kuramına göre çeviri iki farklı kültür arasında bir köprü görevi görürken, Skopos kuramına (Vermeer) göre bütün kaynak metinlerin bir amacı vardır, çeviri de o amacı farklı bir alıcıya aktarmaya yönelik olmalıdır. Hem içeriğe hem biçime dikkat edilmesi, kaynak metne bağlılık gösterilmesi gerektiğini söyleyenler de vardır (Nord). Genel kabul gören çeviri yaklaşımı çağdan çağa, kültürden kültüre değişiklik gösterir, mesela 2000’lere kadar olumsuz bir tepkiyle karşılanmayan yerelleştirme, artık hoş karşılanmaz. Günümüzde genel kabul gören yaklaşım, çeviri kuramlarına sadık kalma kaygısı duymadan, yerelleştirmeye, basitleştirmeye ve metni kırpmaya kalkışmadan, her bir kitaba hak ettiği öznelliği vermek, karşılaşılan sorunlara yazara, metne, çağa, en önemlisi bağlama göre değişen çözümler üretmektir. Dolayısıyla çeviri nasıl yapılır sorusunun tek bir cevabı olmadığı gibi, çevirmenin metni doğru alımlaması ve doğru aktarması koşuluyla iyi veya kötü çeviri diye bir şey de yoktur. Bu iki koşul yerine getirilmediğinde ancak çevirinin “var olmadığı” söylenebilir.
Edebi çeviriye çevirmen cephesinden kısaca bir göz attıktan sonra yazının asıl konusuna gelmek istiyorum: Okur, edebi çeviriyi nasıl alımlıyor?
Onlarca yayınevinin neredeyse hiç yerli eser yayımlamadığı Türkiye’de, nitelikli edebiyatın ciddi bir yüzdeliğini çeviri kitaplar oluşturuyor. Yerli birkaç ünlü yazar dışında çok satanlar, çok okunanlar listesinde ancak yerli kişisel gelişim kitapları, dini ya da mistik kitaplar görülebiliyor. Dolayısıyla nitelikli edebi eserler okumak isteyen okurun karşısına çoğunlukla çeviri kitaplar çıkıyor. Türkiye’de son yıllarda en çok okunan yabancı yazarlar arasında Stefan Zweig, Jose Saramago, George Orwell, Franz Kafka, Gabriel Garcia Márquez, Ray Bradbury, Aldous Huxley gibi isimler var. Zweig savaş karşıtlığıyla ve hümanistliğiyle bilinir, Saramago, Orwell, Bradbury ve Huxley okurlarını çeşitli diktatörlüklere karşı uyarır, Márquez kitaplarında Kolombiya’nın trajik tarihini kullanır, Kafka birey toplum savaşının belki en boğucu cephesinde savaşır. Yine en çok okunan yabancı kitapların ana temaları, İkinci Dünya Savaşı, Yahudi soykırımı, kurulmuş ya da gelecekte kurulabilecek diktatörlükler, hastalıklı bir zihinle inşa edilmiş toplumlar, ırkçılık, cinsiyetçilik, yoksulların yaşam savaşı, sosyal adaletsizlik ve gerçekleşene kadar göz ardı edilen çevre felaketleridir. Aynı soruyu tekrar soracak olursak: Okur “yabancıların yazdığı” bu kitapları nasıl algılıyor? Dedikodu olarak mı eleştiri olarak mı?
Yukarıda bahsi geçen yazarlar, içinde yaşadıkları ülkede, toplumda ve kültürde var olan, geçmişte var olmuş ya da gelecekte var olabilecek olan sorunları, onlara karşı pozisyon alarak yazar, öncelikle kendi kültürlerini hedef alırlar. Dolayısıyla yazdıkları her eser öncelikle kendi toplumlarına yönelik birer eleştiridir. Peki bu kitaplar bambaşka bir dile, belki coğrafi ya da kültürel yakınlığın dahi olmadığı bir toplumun diline çevrildiğinde neye dönüşür? Elbette artık bir Kolombiya, bir İngiltere, bir Almanya eleştirisi olması bir önem taşımaz. Farklı bir kültürde doğru alımlanmazsa ancak bir bilgi, hatta daha da kötüsü dedikodu değeri taşır. Çeviribilimci Vermeer bu durumu şöyle örnekliyor:
“Diyelim ki, Kolombiyalı Nobel ödüllü yazar Garcia Márquez’in bir yapıtı Almancaya çevrilecek. Garcia Márquez kendi ülkesinin koşullarını anlatan toplumsal ve eleştirel romanlar yazmaktadır, romanlarındaki başka öğelerin yanı sıra yazar hiç kuşkusuz, ülke insanlarına bir ayna tutmayı amaçlar: Görüyorsunuz durum bu, bu durumu düzeltin! – İşte yazarın romanlarındaki bu işlevi hiçbir çeviri yerine getiremez: Sözgelimi Almanca çeviri genel olarak Avrupa’da yaşayan Almanlara yönelik olacaktır. Ama onlara şunu söyleyemezsiniz: İşte görüyorsunuz, Kolombiya’da durum bu, bu durumu düzeltin! — Artık belki romanın Almanlara soracağı soru şu olacaktır: Eğer Kolombiya’da durum böyleyse, bu sizi neden ilgilendirmelidir? Böylece toplumsal eleştirinin işlevi çeviride değişir. Değişen bir şey daha vardır: Kolombiya Kolombiyalılar için kendi ülkeleri, İspanyolca konuşan diğer Latin Amerikalılar için komşu ülke, Avrupalılar için ise egzotik bir Latin Amerika ülkesidir; Avrupalılar bu ülke hakkında yüreklerinde fazla bir şey taşımaz, onu iyi tanımazlar. (Kaç Avrupalı Güney Amerika haritasını haritaya bakmaksızın gözünün önüne getirebilir ki?) Romanın kendi kültürel ortamındaki eleştirel işlevi çeviride bilgi işlevine dönüşür, çeviri egzotik olan hakkında bilgi verir.” (Vermeer, 1986: 40)
Márquez ilk önemli eseri “Yaprak Fırtınası”nın (Can Yayınları, Çev. İnci Kut, 1983) arka planına 1928’de Kolombiya’da yaşanan Muz İşçileri Katliamını yerleştirir. Bu bilgiyi açıkça vermez, bu noktada öyküyle katliamı ilişkilendirebilmek için okuyucuya biraz iş düşer. Neyse ki kolayca ulaşılabilecek bir bilgidir fakat kitabı Türkçe okuyan okur bu bilgiyle ne yapar? Okur, kendi ülkesindeki işçi katliamlarından, işçi sınıfının durumundan bihaberse, buna karşı ilgisizse ya da yüzleşmeye yanaşmıyorsa öldürülen Kolombiyalılar için üzülür, öldüren Kolombiyalılara kızar. Kitabı hafif bir rahatsızlık duygusuyla kapatır, hatta belki haline şükreder.
Türkiye’de oldukça fazla okuru olan Thomas Bernhard, “Odun Kesmek” (YKY, Çev. Sezer Duru, 2000) romanında Avusturya’ya ve Avusturya kültürüne çok ağır eleştiriler yöneltir. Avusturya toplumunun kültür ve sanat anlayışına, devlete ve onunla ilişki kuran sanatçılara sert ithamlarda bulunur, onları yozlukla suçlar. Okur, Batı medeniyetinin övülmesinden rahatsızlık duyan, Batılı değerler yerine milli değerler üretmeye çalışan bir milliyetçi veya ulusalcıysa bu kitabı okumaktan ancak haz duyacaktır. Bu da Bernhard’ın kitabı yazma amacına tamamen terstir.
Peki ne yapılabilir? Okurun kendi kültüründe eleştiri değeri olan bir edebi eseri kuru bir bilgiye indirgemeden ya da kötü niyetli bir dedikoduya çevirmeden alımlamasının yolu nedir?
Bu noktada El Salvadorlu yazar Horacio Castellanos Moya’nın kullandığı yöntemden bahsetmekte fayda var: Moya, “Tiksinti” (Notos Kitap, Çev. Süleyman Doğru, 2019) romanıyla Bernhard’ın üslubunu taklit ederek onun sert eleştiri biçimini El Salvador’a uygular. Bernhard’ın Avusturya kültüründe bulduğu gediklerin El Salvador kültüründeki karşılıklarını bulur. Ortaya çok sert, çok etkileyici bir roman çıkar. Moya, Bernhard okuduktan sonra farklı bir kültüre dair edindiği bilgileri “zihin kilerine” atmamış, dahası metni bir Avusturya dedikosu olarak okumamış, çeviri edebiyatla yapılabilecek en iyi şeyi yapıp yazarın kaynak metinde ortaya koyduğu sorunların kendi kültüründeki muadillerini aramaya koyulmuş ve doğal olarak bulmuştur.
Kaldı ki Márquez, Kolombiya’nın travmalarını yalnızca romanlarının arka planı yapmakla kalmadı, Kolombiya hükümeti ve gerilla örgütleri arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yaptı. Bernhard, Avusturya’yı yerden yere vurduğu romanları ve anlatılarıyla çağdaş Avusturya edebiyatının en önemli isimlerinden oldu, onlarca ödül aldı. Tabii El Salvador bu bakımdan bize daha yakın. Zira Moya’nın “Tiksinti”yi yayımlaması ölüm tehditleri almasına ve akabinde ülkeden kaçmak zorunda kalmasına yol açtı.
Ben Moya’nın yaklaşımını yalnızca yazarlara değil, daha ziyade okurlara öneriyorum. Çeviri bir metinde devlete yönelik bir eleştiriyle karşılaşıldığında bunun yalnızca Avusturya ya da Kolombiya devletine yönelik olmadığının, aynı şekilde Katoliklik tenkit edildiğinde aslında baskıcı bütün dinlerin ve mezheplerin tenkit edildiğinin okur tarafından anlaşılması, çeviri metnin zihinsel bir uyarlamayla alımlanması gerekir, bunu yayıncılar ya da çevirmenler yapamaz, bu yalnızca okurun elindedir.
Bir toplumun üyeleri, yabancı bir kaynakta yer alan eleştirilerin hiçbirini kendi üzerine alınmaz, çeviri metinlerde karşılaştığı sorunların her birini uzak diyarlarda yaşanan zorbalıklar, acılar ya da adaletsizlikler olarak okur ve acaba benzer sorunlar burada da var mıdır diye etrafına bakınmak yerine kendi kültürüyle övünürse edebi çevirinin “besin değerinden” söz etmek mümkün olmaz. Çeviri eserler, taşıdıkları pozitif bir değeri (eleştiri) kaybetmekle kalmazlar, negatif bir değer (dedikodu) kazanırlar. Kaldı ki savaş, ırkçılık, cinsiyetçilik, sosyal eşitsizlik karşıtı bunca yabancı yazarın milyonlarca insan tarafından zevkle okunduğu bir ülkede, hiçbir toplumsal gelişimin gözlemlenmemesi, Türkçe edebiyatın “zararsız nostaljiden” çok da öteye gidememesi ve ülkedeki yayıncıların birçoğunun ayakta kalmasının kolayca sindirilen, çünkü bizi ilgilendirmeyen, ucu bize dokunmayan çeviri kitaplara bağlı olması, yazıya konu olan kaygının yerinde bir kaygı olduğunun sağlamasıdır.