Yaşanan şeyler belki de gözlerimizi açtığımız zaman gidecek kötü bir rüyadır. Ancak, bazı felaketler hemen geçip gitmez.
Korona günlerinde de yaşanılanları önce birçok kişi panik havası ile karşıladı, daha sonra bir adaptasyon sürecine girerek fırsata çevirmeye başladı. Uzun zamandır okunmaya fırsat bulunamayan kitaplar okundu, izlenemeyen filmler izlendi, yarım kalan işler tamamlandı. Dahası, online olarak birçok etkinliklere katılım sağlandı. Eğitime ve sanatsal faaliyetlere de vakit ayırarak korkularımızdan bir nebze de olsa uzaklaşabilmeyi başarabildik.
Bununla beraber, salgın edebiyatı ile ilgili kitaplara da merakımız arttı. Bunlardan en dikkat çekenleri Mahşer (Stephen King), Veba (Albert Camus), Beyaz Kale (Orhan Pamuk), Kızıl Veba (Jack London), Körlük (José Saramago), Veba Yılı Günlüğü (Daniel Defoe) gibi eserler. Yaşadığımız şeyler, bana göre en çok “Veba” ve “Körlük” isimli romanları çağrıştırmakta.
Albert Camus, “Veba” adlı eserini yazarken 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler’in Avrupa’ya yaydığı kötülüğü izlemiş ve faşizmi bir salgın hastalık olarak görmüştür.
“Bizim kentimizin sakinleri de herkes gibiydi, kendi hayatlarına dalmış yaşayıp gidiyorlardı. Hümanisttiler aslında, salgınlara inanmıyorlardı. Salgın insanların boyutunu anlayabilecekleri bir şey değildir çünkü. Onun için kendimize onun aklın bir oyunu olduğunu söyleriz. Kötü bir rüya olduğuna inanırız ve üzerinde durmazsak yok olup gideceğini düşünürüz. Ama yok olup gitmez. Bir kötü rüyadan ötekine, yok olup giden insanlardır. En başta da hümanist olduğunu düşünenler. Çünkü buna tamamen hazırlıksızdırlar.”
“Veba” Albert Camus
Bulaşıcı hastalıklar her zaman insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Antik çağlardan itibaren değişik bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkmış ve bazıları çıktığı yerden tacirler, seyyahlar ya da savaşan ordular tarafından ülkeden ülkeye yayılmıştır. Bu hastalıklar insanlık tarihinde önemli değişikliklere de sebep olmuştur. Kimi güçlü iktidarları güçten düşürerek yeni güçlerin önünü açmış, kimi zaman-üretim ilişkilerinin değiştirilmesine sebep olmuş, kimi de yeni inanç ve mezheplerin doğumuna yol açmıştır. Ne var ki, ne zaman biteceği belli olmayan korona salgınının sonucunda da dünyada köklü değişikliklerin olacağı çok kuvvetli bir olasılıktır.
“Veba” isimli romanda da buna benzer durumlar vardır. İnsanlar vebaya karşı önce bireysel olarak isyan etmişler, sonra toplu olarak dayanışma içine girerek ve başkaldırmışlardır. Hayatın anlamını “mücadele etmek” olarak tanımlamaktadır Camus. Ve “Sisifos Söyleni”de de her defasında taşı tepeye çıkarmakta başarısız olan ama yine de ve yeniden taşı tepeye çıkarmaya çalışan insanın trajik kaderini ve hayatla bitmeyen mücadelesini anlatır. İnsanoğlunun bu mücadelesi için Nâzım Hikmet şöyle der: “Aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak…”
Romanın sonunda da insanlık ve bilim kazanır. Ancak, “Başkaldıran İnsan” olarak imgelenen Dr.Rieux’ın sonunda yakaladığı başarı geçicidir ve aynı Sisifos’da olduğu gibi kaya tekrardan aşağıya yuvarlanacaktır. Çünkü, eğer bencillik ve duyarsızlıkla mücadele edilmezse veba veya onun gibi başka salgınlar, daha başka felaketler ortaya çıkacaktır. Tıpkı şu an tüm dünyanın yaşadığı gibi…
Camus’nun anlatmak istediği şey, insan olarak pek çoğumuzun içindeki en tehlikeli veba olan bencilliğe, ilgisizliğe, duyarsızlığa işaret etmektir. Acı insanlara rastgele dağıtılır ve hiçbir anlam ifade etmez. Basit anlamda acı absürt olan birşeydir. Absürtlüğü yenmek için önce ‘neden’ diye sormamız ve sonra içimizdeki en büyük vebayla, yani bencillikle mücadele etmemiz gerekir.
Bizleri asıl tehdit eden şey korkudur. Çünkü, korku sonucu oluşan körelmiş akıl toplumun bütün kesimlerine yayılır. Kitlelerdeki aklın yok olması da belirsizlik yaratır. Bu belirsizlik sürüp giden bir döngüye oluşur. Akıl kullanılmadan yapılan tepkisel davranışlar, kitleler yerine yeni kargaşa ortamlarından çıkar sağlayanlara insanlara yarar getirir.
İnsanları, korkuyu kullanarak düşünmeyen yığınlar haline getirmeye çalışan Batı, tarihsel süreç içinde hep belirsizlik ve çatışmalarla düzeni sağlamıştır.Yaşanan gerilimler ve ortak sıkıntılar belli bir düzeye ulaşınca da davranışsal tepkilere dönüşmüştür hep.
Çalıştığı marketin derin dondurucu deposunda yanlışlıkla kilitli bırakılan bir adam, sabah depoda ölü olarak bulunur. Hem de derin dondurucu çalışmadığı halde… Çünkü, adam dondurucuda ölmekten o kadar emindir ki bulunduğu zaman donarak ölen bir insanın tüm bulguları gözükmektedir kendisinde…
İşte insan zihni de böyledir. Neyi düşünürse onu yaratır. Belki de dünya yüzünde virüsten, salgından hatta atom bombasından bile daha da tehlikeli olan tek şeydir insan zihni… Gandhi’nin çok muhteşem bir sözü vardır bununla ilgili: “Kimseye kirli ayaklarıyla beyninizde gezinme fırsatı vermeyin.”
Camus’nun “veba” imgesi ile
anlatmak istedikleri, Saramago’nun “körlük”
imgesi ile anlatmak istediklerini çağrıştırıyor benim için. Hem de yaşadığımız
şu günlerde…
“Veba”nın başladığı yerin adı, romanın kahramanlarının ismi belli olmasına karşın, Saramago’ya 1998 Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran “Körlük” adlı fantastik romana konu olan körlük; adı bilinmeyen ve nerede olduğu belli olmayan bir kentte başlamaktadır hikâye… Gene adı bilinmeyen ve kim olduğu belli olmayan araba kullanan bir adamın trafikte yeşil ışığı beklerken birdenbire kör olmasıyla birlikte…
Körlük giderek salgın bir hastalık gibi yayılır, adı belirsiz olan göz doktorunun karısı dışında kentte yaşayan bütün herkes kör olur. Bu körlük, doğal körlükten farklı bir körlüktür. İnsanların gözlerine beyaz bir perde iner ve onlar her şeyi bembeyaz görmeye başlarlar. Bu farkı ifade etmek için, Saramago romanındaki körlüğü “Beyaz Körlük” olarak adlandırır.
Görmeyen insanlardan oluşan kentte çeteler ortaya çıkar, kent açlığa, soygunlara, hırsızlıklara, tecavüzlere, cinayetlere, ölümlere tanıklık eder ve bütün bu olaylar giderek sıradanlaşmaya, insanlar tarafından normal karşılanmaya başlar. Tıpkı birçok olayın şimdi de sıradan görülmesi gibi. Adalet için yapılan açlık grevlerinin, yoksulluktan intihar eden insanların ve kadın cinayetlerinin yok sayılması gibi…
Saramago da Camus gibi, insan olarak pek çoğumuzun içindeki en tehlikeli veba ve körlüğü, bencilliğe ve duyarsızlığa işaret eder romanında. Dünyada kendi yaşamını düşünüp toplumdaki problemleri görmezlikten gelenlerin duyarsızlığı ile Saramago’nun körlüğünde yaşananlar birebir aynıdır.
Toplumsal düzenin yozlaşması ve insanı bencilleştiren sistemdir asıl anlatılmak
istenen. Ve isimsiz kente, nasıl geldiği, nasıl yayıldığı belli olmayan körlük;
geldiği gibi bir günde kendiliğinden gidiverir ve insanlar bir anda yeniden
görmeye başlar.
Romanda zamanın, mekânın ve kahramanların isimsiz olmasının nedeni; başlarına gelenlerin nedenlerini sormayan, yaşadıklarının kaynağını sorgulamayan, yani görmek istemeyen insanların ve toplumların başlarına her türlü felaketlerin bütün zamanlarda başlarına gelebileceğine, yani evrensel olduğuna işaret etmek içindir belki.
Körlüğün kendiliğinden ortadan kalkmasıyla görmeye başlayan insanların, kendilerini kör eden şeyin sistem olduğunu anlamaları ve o nedenle yeni bir düzen kurmaya karar vermeleri gerekmektedir ve unuttukları değerleri de tekrar hatırlamaları…
“Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktır.”