Geçtiğimiz günlerde, “Hayatta ve edebiyatta modernist, usta-çırak ilişkisine inanmayan biriyim.” başlığıyla yayımlanan söyleşide Bâki Ayhan T.’nin şiirleri dışına pek çıkmamış, soruları onun şiirlerini merkeze alarak yöneltmiştim. Bu sebeple eleştirmen ve akademisyen yönüne değinememiş, ikinci bir söyleşinin kaçınılmaz olduğunu belirtmiştim.* Bu söyleşinin sorularını oluştururken de akademisyen, eleştirmen yönünü merkeze alıp önceki söyleşiyi tamamlamaya çalıştım. Bâki Asiltürk’ün soruları cesur bir şekilde yanıtlaması, bir sonraki soruyu yöneltirken benim de daha cesur olmamı sağladı. Birçok kişinin “ters soru” olarak görüp cevaplamak istemeyeceği bu soruları, cesur ve samimi bir şekilde yanıtladığı için Bâki Asiltürk’e teşekkür ederim.
Mustafa Çavuşoğlu: Cumhuriyet’ten günümüze hep eleştirinin yokluğundan yakınılmış ama gerçekte eleştiriye tahammül de edilememiş. Nurullah Ataç’ın, Oktay Rifat ve Melih Cevdet şiiri üzerine yazdıklarından dolayı bu şairler tarafından dövüldüğünü okumuştum; Enver Ercan’dan da Hüseyin Cöntürk’ün kişiliğiyle dalga geçilmesi sonucunda eleştiriyi bıraktığını öğrenmiştim. Söyleşiye şu sorunun yanıtını arayarak başlayalım istedim: eleştiriyle uğraşanların çeşitli saldırılara uğraması ve özellikle eleştiri yokmuş gibi algı yaratılmasının sebebi ne olabilir?
Bâki Asiltürk: Eleştiriye tahammül, demokratik kafa yapısıyla yakından ilgilidir. Avrupa kültüründe de eleştiri, aşama aşama hümanizmanın, demokrasinin, insan haklarının, insana saygının sonucu olarak gelişmiştir. Bizde bu değerler yeterince gelişmediği, şimdi eğri oturup doğru konuşalım, gelişmesi de pek istenmediği için eleştiri de toplumsal ve kültürel ortamlarda uzun zaman geniş soluk alıp verme imkânı bulamamıştır. Sanat-edebiyat eleştirisinin Meşrutiyet ve özellikle de Cumhuriyet sonrasında bir parça da olsa gelişmesinin nedeni Mutlakıyetten uzaklaşmadır, uzaklaşma çabasıdır. Verdiğiniz örnekler hâlâ alınacak uzun bir yolumuzun olduğunu gösteriyor, daha başka örnekler de var sanatçı-eleştirmen kavgası meselesinde. Eleştirmenler bir yana, şairler ve yazarlar başka yazar ve şairlerin yönelttiği eleştiriye de tahammülsüzdür. Bunun da hakarete, kavgaya dönüşen, mahkeme salonlarına taşınan örnekleri az değil: Namık Kemal-Ziya Paşa, Recaizade Ekrem-Muallim Naci, Cenap Şahabettin-Ahmet Mithat, Nâzım Hikmet-Peyami Safa, Necip Fazıl-Peyami Safa, Enis Batur-Özdemir İnce… Eleştiriyle uğraşanlara saldırılması, ardından da eleştiri yokmuş gibi algı yaratılması, hatta neden eleştiri yok diye sorulmasının çeşitli nedenleri var. İlki, tahammülsüzlük. Şiirine güvenmeyen, şairliğinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu hissedenler en küçük bir eleştiriye tahammül edemiyor. Hatasının ortaya çıkarılmasını kabullenemiyor. Geçmiş zaman; birisi, üstelik de Modernleşme ve Türk Şiiri (kitabın tam adı böyle olmayabilir, şu an böyle geldi aklıma) adını verdiği kitabında Ahmet Mithat Paşa diye bir şairden söz ediyordu! Tabii, gazeteci ve romancı Ahmet Mithat Efendi ile edebiyatla alakası olmayan Mithat Paşa’yı evlendirip, doğan çocuğa da şair kimlik kartı çıkarmıştı!!! Bu nedenle kitabı eleştirince de beni düşman bellemişti. Geçelim… İkincisi, eleştiri kültürünün oluşmamasıdır, ki bunun asal nedeninin demokratik düşüncenin gelişip serpilmemesiyle ilgili olduğunu az önce söyledim. Üçüncüsü, kıskançlık. Kitaplarını iyi yayınevlerinden çıkaramayan, şiirlerini iyi dergilerde yayımlayamayanların bunları yapabilenlere karşı ciddi kıskançlık duyup kin beslediklerini çeşitli örneklerden biliyoruz. Bu bağlamda, defalarca söyledim bir şeyi bir kez daha söyleyeyim: Bir kitabın iyi bir yayınevinden çıkması o kitabın nitelik göstergesi değildir. Ortalama bir yayınevinden çıkması da kötü olduğunu göstermez. Türk şiirinin temel yapıtları arasında yer alan Duvar (Attilâ İlhan) ve Üvercinka’nın (Cemal Süreya) şairlerinin kendi paralarıyla bastırılabildiğini unutmayalım. Dördüncüsü, köylülük ve kasabalılık. Malum, köy ve kasaba ahlakı eleştiriye tahammülden uzaktır, bize anlatılmaya çalışıldığı gibi köylü ve kasabalı asla hoşgörülü falan değildir, bilinçli hoşgörü modern kente ait bir kavram, durum, davranıştır. Köylü-kasabalı (ki, pek çoğu şehirde yaşıyor!) şairlerin alttan alta büyüyen hırsları eleştiriye tahammülsüzlükte düğümleniyor. Son zamanlarda cinsiyet ayrımcılığı da bir başka tahammülsüzlük faktörü olarak görülmeye başlandı.
Mehmet H. Doğan’ın doksanlı yıllarda Adam Yayınlarında başlatıp YKY’de devam ettirdiği şiir yıllıklarını, 2006’dan 2011’e hazırlayan/devam ettiren isimsiniz. 2006 yıllığında da isimlere değil, şiirlere önem vereceğinizi ve sonraki yıllıklarda da bunun belirleyici olacağını söylüyorsunuz. Yıllıklardaki şiirlere baktığımda, bu yöntemle kimi zaman yıllığa aldığınız kimi zaman da dışarıda tuttuğunuz isimler olmuş. Şairlerin duygusal olduğunu ve istemediği durumlarla karşılaşınca çeşitli bahaneler ürettiğini edebiyat tarihindeki kimi örnekler üzerinden tahmin edebiliyorum. Yıllığa almadığınız şairlerin tepkisi nasıl oldu?
Aslında yıllık tartışması genel anlamda seçilen-seçilmeyen şairler üzerinden gelişmedi. Sondan bir önceki yıllıkta, Ahmet Ada’nın Gonca Özmen’den çalıntı oranında paralellik içeren bir şiirinden bahisle bunun edebiyat ahlakına uymadığını ve bundan böyle yıllığa kendisinden şiir almayacağımı açıkladım. Bunun üzerine, onun yakın arkadaşları İzmir-Ankara-İstanbul, şehir şehir toplu imza sirküleri dolaştırarak yıllığa sansür uygulanması çağrısında bulundular. Gazete gazete, dergi dergi dolaşarak sansür bildirisi yayımladılar. Ben de yayınevimle ve o dönemki genel yayın yönetmenimiz Raşit Çavaş’la görüşerek bundan böyle yıllığı hazırlamak istemediğimi beyan ettim. Yayınevinin tasarrufu da bu yöndeydi. Aradan on yıl geçti, değersizlerle irtibatımı zaten kopardım ama değerli şairlerden hâlâ “keşke devam etseydiniz, benzersiz yıllıklardı, hiçbiri onun yerini tutamadı” şeklinde mesajlar geliyor. Burada tekrar uzun uzun anlatmayayım; bu konuyu o zamanlar “okuryazartv”deki söyleşimde ayrıntılı olarak anlattım, sanal arşivde var o söyleşi. Meraklısı, Google’a anahtar sözcükleri yazarak o yayına ulaşabilir. Hatta o söyleşiyi değerli şair ve editör Enver Ercan, Yasakmeyve dergisinde de ayrıca yayımladıydı. Bazı dergilerde de konuyla ilgili dosyalar yapıldı, oralarda da anlattım. Nitelikli, özgürlükçü estetik bakış ile sansürcü bakışın mücadelesi Türk şiirinde ezeli ve ededîdir.
Akademi, şiiri elli-altmış yıl geriden takip etmesi ve güncel edebiyata mesafeli olması sebebiyle şairler tarafından eleştiri konusu olmuş hep. Sizin gibi hem şair olup hem de akademiye geçmiş kişileri ayırarak söylersek yapılan çalışmaların derlemede ve iki asır öncede kalması, bir yönüyle haklılığı da içeriyor. Akademiye girmiş şairlerin yazdıklarıyla günümüz şiirine akademiyi yaklaştıranlar azınlığı oluşturuyor ve her dönemde olduğu gibi kıymetli olanlar da onların çalışmalarıdır. Sizin Türk Şiirinde 1980 Kuşağı kitabınızı, doçentlik başvurusu için hazırladığınızı ve reddedilmesi üzerine de Reşat Nuri Güntekin Romanlarında Hastalık çalışmanızı hazırladığınızı okudum. Akademinin doçentliğe geçiş için bu kitabı yeterli görmesi ve yeniliğe mesafeli oluşu, muhafazakârlığından mı kaynaklanmaktadır?
Akademideki muhafazakârlık, sosyal muhafazakârlıktan bağımsız değil; bileşik kaplar yasası… Evet, o dönemde bana denk gelen jüri, yenileri ve yenilikleri okumaktan uzak, edebiyatın son 50 yılından habersiz, şair dendiğinde en son Yahya Kemal’i, hadi hadi Necatigil’i, romanda dendiğinde Reşat Nuri ve Peyami Safa’yı aşamamış bir jüriydi. Dolayısıyla benim o kitapla ne yapmak istediğimi anlamadılar. Yeni dönem hakkında kapsamlı bir çalışma, bilmediğimiz şeyleri ortaya koydunuz, tebrik ve teşekkür ederiz diyeceklerine daha ortalama bir çalışma talebinde bulundular. Eski akademik kafaya göre doktora tezi kemiklerin bir mezardan çıkarılıp başka bir mezara taşınması gibi bir şeydi. Bu, şimdilerde epeyce değişti. Ben de Reşat Nuri romanları üzerinde bir çalışma gerçekleştirdim. Şimdilerde durum o kadar kötü değil çünkü o nesil hocalar emekliye ayrıldı. İkinci Yeni, 80 Kuşağı vs. tez konusu olabiliyor artık. Bunda ciddi bir katkım olduğunu söyleyebilirim çünkü benimle çalışmak isteyen genç araştırmacıları hep 1950 sonrasına yönlendirdim. 1990’ların sonlarından bu yana akademik hayatımın önemli bir kısmında, yaşayan edebiyat ile akademi arasında sıkı bağlar oluşması içim enerji harcadım.
Türk Şiirinde 1980 Kuşağı kitabınızda, dönem için incelediğiniz şair sayısındaki çokluk göze çarpıyor. Bu sayı, Osmanlı’dan günümüze kalıcılığı yakalamış şair sayısından fazla. Bugün için bu şairlere baktığımızda Lâle Müldür, Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Seyhan Erözçelik, Hüseyin Ferhad’ın yeterli olacağını ve uzun vadede de bu isimlerin içinden eleneceklerin olduğunu düşünüyorum. Akademik kaygıyla, dönemi bütün yönleriyle gösterme çabanızdan mı kaynaklandı bu durum?
Evet, o çalışmadaki amacım 80’lerden 2000’lere ara dönemdeki verimi kapsamlı bir şiir tarihi olarak, kuşak bağlamında ortaya koymaktı. Kalıcılık-geçicilik gibi değerler elbette çok önemli ama benim çalışmam öyle bir çalışma değildi. Ben, şiire 1980 eşiğinde başlayanlar üzerine kapsamlı, incelikli, ayrıntılı bir harita çizmeye çalıştım. Son derecede dağınık olan verileri iğneyle kuyu kazar gibi toplayıp değerlendirerek bir dosya ortaya koydum. İlk adımdan, ilk gazete kesiğinden, 80’leri ilk okumalarımdan itibaren söyleyecek olursam 10-15 yıl sürdü o kitabı hazırlamam. Baştan itibaren amacım dönem şiirinin verimini ortaya koymak, dönemsel bir şiir tarihi kaleme almaktı. Bunu en iyi anlayanlardan biri Doğan Hızlan’dı. Hiç unutmuyorum, sayın Hızlan, birkaç yıl önce MSGSÜ’de yaptığımız bir sempozyumda ön sıralarda oturan kuşak şairlerine hitaben, “Bâki Asiltürk’e çok şey borçlusunuz, bu kitap olmasa çoğunuz unutulup gidecektiniz.” demişti. Kimlerin gelecek zamanlara kalacağı yavaş yavaş şekillenmeye başladı ama dediğim gibi benim amacım zar atmak değil, ortalama 20-30 yıllık bir döneme yeni imzalar üzerinden ayna tutmaktı. İyi bir göz, diğer kitaplarımdaki (Hilesiz Terazi: Şiir yazıları, Şiir Yüklü Gemi: Şiir kitabı eleştirileri) yazıları da dikkate alarak kuşak şairlerinden hangileri üzerinde ekstra çalışmalar yapıp yaptırdığım hakkında bir sonuç çıkarabilir.
Edebiyatta kuşakların oluşturulması, her zaman tartışma yaratan konulardan olmuştur. Genellikle sosyolojik nedenlere, toplumsal dönüşümlere bağlayan görüşler daha kabul görmüş gibi dursa da Rauf Mutluay gibi her yıl doğanların kuşak oluşturduğu iddiasını taşıyanlar da bulunmaktadır. Günümüzde ise değerlendirme kolaylığından olmalı, toplumsal dönüşümler olmadan ve edebiyatta bir yenilik getirilmeden her on yılda bir kuşak oluştuğu inancı yaygınlaşmış durumda. Seksenli yıllardaki şairleri, kuşak olarak görmenizi sağlayan sebeplerden bahsedebilir misiniz?
Toplumsal dönüşümler olmadığı görüşüne katılmıyorum. Bakın neler oldu: Tanzimat’ın ilk kuşağı Avrupalılaşma yolundaki bir fermana doğdu; ikinci kuşak Tanzimatçılar ve Servet-i Fünuncular ise tam tersi Abdülhamit’in baskıcı rejimine tanık oldu. Fecr-i Aticiler, Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra bildirilerini yayımladılar. Garip ve 40 Kuşağı Tek Parti yıllarının, İkinci Yeniciler ise tarihimizde ilk defa gördüğümüz çok partili rejimin kuşağıdır. 1960 Kuşağı, 60 Darbesi sonrası vücut bulmuş; 80 Kuşağı ise 80 Darbesi sonrasında şekillenmiştir. Türk toplumu, klasik sosyoloji kavram veya dönemleştirmelerine sığmayan dinamik bir toplum. Olaya böyle bakılınca elbette her 10 yılda değil ama yaklaşık 10-15 yıllık aralarla ciddi toplumsal değişimler yaşadığımız görülmeli. Elbette kuşakların oluşmasında çeşitli faktörler, sürecin sonrasında daha iyi anlaşılacak gizli özellikler, hesap edilmeyen gelişmelerin yol açtığı yönelişler de olabilir. Bu açıdan, 80 Kuşağı şairlerinin doğrudan 80 Darbesi ile ilişkilendirilmesi doğru değil. Evet, gelenekle barışmalar, şiir tarihine ayrımsız bakmalar, karşıt dünya görüşünde olanların yakın arkadaşlıkları falan darbe sonrası oluşan ortamla ilgilidir fakat Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Lâle Müldür, Ahmet Erhan gibi şairlerin henüz darbe gerçekleşmemişken, 1970’lerin ikinci yarısında şiir yayımladıklarını unutmayalım.
Dergilere dosya konusu yapılmış şairler için yazılanlara, her zaman ilgi gösteriyorum. Bu ilgi, hatır için yazanların nasıl övdüğünü görmek ve acaba eleştiri bulabilir miyim biçimindeki aranışımdan kaynaklanıyor. Genellikle bu dosyalar, hiçbir sınır gözetmeden “Türk şiirinin namusunu kurtardı.”, “Artık şiirimizde ondan öncesi ve sonrası var.” gibi sözlerin geçtiği yazılarla dolu oluyor. Bu tür övgü yazıları, ortalama isimler tarafından yazılsa çok önemsenmez ama Haydar Ergülen, Ahmet Telli gibi gelenekte yer etmiş usta isimlerden çıkanlar da var. Bu tür dayanaksız yazılar, usta şairlerin saygınlıklarını azaltmaz mı?
O tip cümleler bir çeşit aptallık ifadesidir aslında. Yazanın aptallığı… Şairin duruşuna da halel getirir mi? Getirmez diyemem. Yine de aslolan, okuyanın algısı ve niyetidir burada. Karşınızda hakikaten sıkı bir şair varsa, övgü cümleleri onun iyi bir kitabı için söyleniyorsa o kadar rahatsız etmeyebilir. Fakat festival arkadaşları birbirini şişirmek için böyle şeyler söylerse gülünç olurlar, oluyorlar. Bu, işin genel tarafı. Ha, öylesi cümleler gereksiz bir abartı mıdır? Evet! Kaçınmak gerekir mi? Evet! Öte yandan; Haydar Ergülen benim üniversiteyi bitirdiğim yıllarda, demek 1990’lardan itibaren en çok okuduğum, kitapları kadar yazı ve söyleşilerini de takip ettiğim bir şair. Kısacası 80 Sonrası dönemden “benim şairim” dediğim 3-5 isimden biri. (Parantez içi söyleyeyim; Ahmet Telli hiç benim şairim dediğim bir isim olmadı.) Haydar’ın her kitabı için de istisnasız yazdım ama hiçbir zaman abartılı övgülere boğmadım yazılarımı. Baudelaire için de birkaç makale kaleme aldım ama onun için bile söylemedim öyle şeyler! Benim tarzım farklı. Anlamaya, derinlerdeki anlamı ve estetik çabayı kavramaya yönelik… Zaten, iyi bir şair için güzel birkaç cümle yeterlidir onun iyiliğini, metninin sıkılığını anlatmaya. İşin bu tarafını işaretledikten sonra söyleyeyim: Haydar Ergülen bir yazısında Y. Kayıran için “İkinci Yeni sonrası ilk şair…” dedi. Bana sorarsanız Y. Kayıran şair bile değildir. Lise düzeyindeki felsefe bilgisini şiir şeklinde düzenlediği metinlere aktarmaya çalışan biridir. Yine Haydar üstadımız bir başka yazısında İskender için “Nâzım sonrası ilk şairdir.” dedi. İskender elbette özgün yanları olan, beatnik tekniği Türk şiirinde canlandıran, kişiliği ile yazdıkları birbirini tamamlayan iyi bir şairdir. Nâzım sonrası ilk şair?… O iş o kadar kolay değil. Hem, “Nâzım sonrası ilk şair” diye bir kategori de da olamaz zaten! Haydi kendimizi saymayalım ama bunun Attilâ İlhan’ı var, Edip Cansever’i var, İsmet Özel’i, Cemal Süreya’sı, Ece Ayhan’ı var. Bu tip ifadelerin rahatsız ediciliği buradadır. Yine de vardığım sonuç: Haydar Ergülen şair olarak benim 30 yıldır en çok okuduğum, hatta “ne yazsa okunur” dediğim şairlerden biri. Bu görüşüm de değişmedi. Ne yazsa okurum. Lakin, benim eleştirel bakış açım farklı. İnce eleyip sık dokumak, aşırı yüceltmelere düşmemek iyidir.
Şiirimizde köylü ve köylülük, cumhuriyet döneminin kültür programı olarak şairler tarafından işlenmiş ve günümüzde de bitmiş durumda ama edebiyata bakışta köylülük, varlığını baskın anlamda hissettiriyor. Bunların görülme yerleri yayınevi, dergi gibi birçok alana yayılmış durumda ama ödüller üzerinden ilerleyelim istiyorum. Hayata bakışını mülkiyetin belirlediği köylü, kapitalistle de yaklaşım anlamında akrabalık taşır ve temas hâlinde olduğu her şeyi maddî bir gerçeklikle ölçer. Bugün, bu mantıkla şiirde yer edemeyen Özkan Mert, Hasibe Ayten gibi şairlerin edebiyata tutunmak için kendi adına ödüller düzenlediğini/dağıttığını görüyoruz. Şairlere görünürlük ve manevî açıdan katkı sağlayan ödülleri ayırarak sorarsam: ödülü bir sonuç olarak değil de bir amaç hâline getirenlerin durumunu nasıl görüyorsunuz?
İyi şaire ödül “verilmez”, iyi şair o ödüle değer katar. Çünkü aslolan estetik güçtür. Tanınmak bunun arkasından gelir. Çağımız “görünürlük” çağıymış, Andy Warhol “bir gün gelecek herkes 5 dakikalığına ünlü olacak” filan demiş. Desin varsın! Bizi ne ilgilendiriyor?! Şair, ödül ile görünürlük kazanıyorsa vah onun hâline. Demek kısa zamanda kopup gidecek şiirden, bir yetenek daha heder olacak. Öncelikle bunun anlaşılması gerekir. Tabii, bunun uygulanabilmesi için ülkede bir ödüller çöplüğü olmamalıdır. Herhangi bir edebiyat sitesine girip bakın, ödül almayan şair yoktur ama bugün yapıtlarıyla yaşayanları saymaya kalksanız bir elin parmak sayısına ulaşamazsınız. Bu şartlar altında ödül hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin göstergesi değildir. Bir de 1946 CHP Şiir Ödülü sonuçlarına bakın: Cahit Sıtkı, Attilâ İlhan, Dağlarca! Herhâlde bu tablo çok şey anlatıyor! Ödülü ya öyle vermeli ya da hiç zaman harcamamalı ödül işlerine.
Ödüllerle birlikte son yıllarda festivaller de çok konuşulan konular arasında yer alıyor. Siz de çeşitli festivallere katılan, davet edilen şair ve eleştirmenlerdensiniz. Festivallerin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz, özellikle yurt dışındakileri?
Çok değil, 10-15 yıl öncesine kadar yurt içi ve yurt dışı şiir festivallerinin bir ağırlığı vardı. Davet edilmek gurur vericiydi. Hiç unutmam: İlk büyük Uluslararası İstanbul Şiir Festivali’ne çağrılan en genç şairlerden biriydim. Benim için de, davet edilen diğer genç arkadaşlar için de önemli bir buluşmaydı. Bugün şiir festivallerinin genel ağırlığı ne yazık ki o zamana göre kaybolmuş durumda. Bir şey ne kadar çoğalırsa değeri o kadar azalıyor. Her çevrenin bir ödülü oluşu gibi son yıllarda her belediyenin, hatta her beldenin şiir festivali var artık. Bunların konuk şair listelerine göz attığınızda şunu görüyorsunuz: Bir-iki iyi şair, kalanı sadece liste doldurmaya yarayan onlarca isim! Ben ki günümüz şiirinin -eskisi kadar olmasa da- sıkı bir izleyicisiyim, içlerinde adını ilk defa duyduğum onlarca isim var. Dolayısıyla ciddiyet, ehliyet, liyakat vs. gibi değerler aşındıkça aşınıyor. Yurt dışı festivallerin durumu daha vahim. Biraz yabancı dil bilen (Türkçesi iyi olmasa da olur!), çeviri işlerine bulaşmış, pek çoğu şiirde son derecede yeteneksiz ama ilişki tesis etmede çok yetenekli “şairler” yurt dışlarından çeşitli davetler alıp ödüllerle dönüyorlar! Enerjilerini şiire, Türkçeye harcasalar içerde de ciddiye alınabilecekken sadece dış ilişkilerle var olmaya çalışıyorlar, içerde yok hükmündeler. Şiirleri başka dillere çevriliyor, bazılarının kitapları basılıyor. Bu parlak görüntünün altını biraz kazıdığınızda ahbap-çavuş ilişkisinin, çıkar dayanışmasının, sırt kaşıma alışkanlığının orada da devam ettiğini görüyorsunuz. Bunun şiire zararı olur mu? Olmaz! Bulanık sularda balık avlamaya çalışanlara rağmen hakiki şiir, büyük şiir kendi yatağında akmaya devam ediyor, edecektir. Fakat bunun şiire olmasa da ülkeye zararı oluyor, kültürel imajımıza büyük zararı oluyor. Üçüncü sınıf şairi benim hemen anladığım gibi bu arkadaşların gittikleri yerlerdekiler de anlıyor herhâlde. Bakıyor seviyesiz ilişkilere, yayvan yayvan şiir okumalara, festivale davet edilmek için atılan taklalara, üste para vererek katıldığı şiir festivallerinde üste bir daha para vererek katıldığı ödülden plaket ve medet umanlara… O kadar övülen Türk şiiri, Türk şairi buymuş diyor. Yazık… Bir zamanlar, “Bu coğrafya, modern dünya kültürüne yüzyıllar boyu maddi ve manevi anlamda hiçbir şey katmadı. Buna üzülelim… Yine de şiirimizle dünya kültüründe dişe dokunur bir yerimiz var.” diye düşünürdüm. Şimdi artık öyle düşünemiyorum. Kişilik ve imaj erozyonu korkunç boyutlarda…
Altı-yedi yıldır çok satan şairler, bir okur kitlesine sahip olduğu için her yıl kitap yayımlamaya başladı. Bu söylediğime örnek olarak 2019’da ön siparişten aldığım fakat elime üçüncü baskısı gelmiş bulunan Otların Uğultusu Altında kitabının yazarı Şükrü Erbaş’ı gösterebilirim. Kitlenin hazırda bulunması ve ne yazarsa yazsın en az beş-altı baskı yapacağı garantisi, Erbaş’ı gazetelere yazdığı yazılardan şiir yapmaya, yeni bir şey söyleyemeden kendini çoğaltmaya ve toplayıcılığa itmiş. Geçmiş dönemlerde de Turgut Uyar, editörü olduğu dergiye Hasan Hüseyin’in ısrarla şiir göndermesi üzerine, ısrarla “yakmakta devam edin şiirlerinizi” diye geri çevirir. Bu reddedilişin hemen ardından, Hasan Hüseyin’in Turgut Uyar’dan çok okunduğunu ama tarihin de Turgut Uyar’ı haklı çıkardığını söylemeliyim. Çünkü bugün Turgut Uyar var, Hasan Hüseyin yok. Konuyu toparlarsam: günümüzde bütün yazdıklarını kitaplaştıranların ve okurun hazırda bulunmasından dolayı niteliği önemsemeyenlerin üretimlerini, ölü bir doğum olarak görmekte sakınca var mı?
Öncelikle şunu söylemeliyim: Sanatta, şiirde aşmalar yok, aşamalar vardır. Bu “aşama”ların göreceği kronolojik, estetik değer de süreç içinde şekillenir. Evet, bugün Turgut Uyar var, Hasan Hüseyin yok görünüyor. Fakat 5-6 yıl sonra Turgut Uyar’ın “tüketilip” Hasan Hüseyin’in tekrardan okunmaya başlanmayacağını kimse söyleyemez. Böyle bir dönemden geçiyoruz. Bu bir estetik değer hiyerarşisi değil, toplumsal duyarlılık değişimidir. Sorunuzun orijinine gelecek olursak; maalesef haklısınız. Popülizme yenik düşen yazar ve şairlerimiz bir süre sonra estetik bilinci yitirerek işi bir satış grafiğine indirgiyor. Kimin neyden ne kadar kazanacağı bizim sorunumuz değil ama sorun şiir estetiği ve popülizm ise haklı olduğunuzu bir kere daha vurgulamam gerekiyor. Ben şairlik ve akademisyenlik hayatım boyunca yüksek estetiğe inandım, modern estetikle şekillendi şairlik ve akademisyenlik kimliğim. Kendimi bildim bileli popülerliğe hele popülizme mesafeli ve düşman oldum, son nefesime kadar da öyle kalacağım. Postmodern süreç maalesef “alımlama estetiği”ne teslim oldu, diğer estetikler geriye itildi, hiçe sayıldı. Alımlama estetiği dediğimiz şey de süreç içinde nitelikli okur yerine sıradan okurun “alım-satım”ına, ergen zevkine indirgendi. Çok satıyorsa değerli, o kadar satmıyorsa değersiz noktasındayız bugün. Bugünün “gerçeği” bu… Fakat bu “doğru” mu? Elbette değil! Doğruya ulaşmak için, iyimser olmak için nedenimiz var. Popülist zihniyet hep böyleydi: XIX. yy.da Ahmet Mithat’ı Halit Ziya’nın önüne çıkaran, 1920-30’larda Aka Gündüz ve Esat Mahmut Karakurt’u Yakup Kadri’ye yeğleyen, 80 ve 90’larda Duygu Asena ve Elif Şafak’ı Ferit Edgü’den üstün gören zihniyet işte bu zihniyettir. Fakat sanat tarihi soyludur, dürüsttür; bugünkü popülistler de kendilerinden öncekiler gibi tarihin tozları arasına karışacak, sıkı estetik ise sonsuza dek yaşayacaktır. İsimler önemli değil, isimlerle tartışarak bir yere varılamaz. Burada Şükrü Erbaş sadece bir figürdür. Popülizme gönül indiren şair, romancı, besteci, sinemacı vs. her kim olursa olsun tarihsel estetik çizginin dışına düşmekten kurtulamaz. Edebiyatçının olduğu gibi okurun da seviyesi vardır, üçüncü sınıf okur zevkine hitap etmekten şiddetle kaçınmalıyız. Sıkı şiir, roman, öykü yazdığınıza inanıyorsanız Recep İvedik serisine bayılanların, Hababam Sınıfı’nı kapak yapmaktan bıkmayan magazinel dergilerle ömür tüketenlerin sizi okumuyor olması gerekir. Tanınmak, para kazanmak, popüler olmak belki fena şeyler değildir ama sınırı iyi koymazsanız üretildiğiniz hızla tüketilirsiniz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bilinçli, hem de son derecede bilinçli ve inatçı şekilde yüksek estetikten yana olmalıyız. Ergen zevkine yenik düşmemeliyiz. *https://www.aksisanat.com/2020/01/06/mustafa-cavusogludan-baki-ayhan-t-soylesisi/