Hileli Anılar Terazisi, Uzak Zamana Övgü, Fırtınaya Hazırlık, Kopuk ve Beş Diyalog, Bilet Geçmez Gemisi isimli beş şiir kitabı olan bir şair Bâki Ayhan T.; 2000’ler şiirinde yer etmiş, yayımladığı “Soylu Yenilikçi Şiir” manifestosuyla tartışmalar yaratmış, yetinmezlik duygusuyla şiirde farklı aşamalara geçmiş bir şair. Bu söyleşide şiir-akademi ilişkisi, şiir yıllıkları, makaleleri vd. üzerinden de sorular yöneltebilirdim ama şiir yayımlarken ayrı eleştiri-inceleme yayımlarken ayrı isimleri tercih etmesi, soruları oluştururken benim de ayrımda olmama neden oldu. İlerleyen günlerde, tamamlayıcı bir söyleşi için Bâki Asiltürk’e de sorular yönelteceğimi belirtip yanıtları için teşekkür ederim. (M. Ç.)
- Mustafa Çavuşoğlu: Kimi şairler, çeşitli sebeplerle ilk şiirlerini yok sayar veya unutulmasını ister. Mesela Edip Cansever, ilk iki kitabını beğenmediği için reddetmiştir; Hüseyin Ferhad, toplu şiirlerin içine ilk kitabını alırken kimilerini yeniden yazmış ve çoğunluğunu dışarıda bırakmıştır. Bâki Ayhan T.’nin de toplu şiirlere almadığı bir ilk kitap olduğunu okumuştum, bu şiirlerin dışarıda bırakılmasının sebeplerinden bahsedebilir misiniz?
- Baki Ayhan T: Aslında, doğrusu ben o kitabı tamamen yok sayma isteğinde değildim. Hatta bazı röportajlarda o kitaptan zaman zaman bahsettim de. Ne var ki izlerçevrede Hileli Anılar Terazisi o kadar “ilk kitap” olarak anıldı ki ben de lise sonda öğrenciyken yayımladığım ilk kitabımı usul usul unutmaya başladım. Belki de böylesi daha isabetli oldu çünkü o kitaptaki şiirlerle Hileli Anılar Terazisi’ndeki şiirlerim arasında dağlar kadar fark var. O ilk denemede, sürrealist imgelerle kaleme aldığım birkaç parça dışındakileri bugün neredeyse tamamen unuttum diyebilirim. Biraz Turgut Uyarvari bir değişim yaşadım o süreçte. Adana’da Yeni Adana gazetesinde birkaç şiir yayımladıktan ve lise sonda bir kitap çıkardıktan sonra İstanbul’a geldim. Dünyam değişti… Eşyaya bakışımda, insanlarla ilişkilerimin seyrinde ciddi değişiklikler oldu. Doğal olarak, yazdığım şiir de farklılaşıp olgunlaştı. Adana da büyük bir kent ama İstanbul bir başka. Yaşananda artan gerilim şiirlere de doğrudan yansıdı. Metropolün sunduğu yaşam olanakları elbette son derecede geniş, ayrıca metropolde aykırı yaşamalara yelken açmak, saklanmak, kalabalıklara karışmak kolay. İlk kitaptaki şiirlerde de büyükşehirde yaşamanın gerilimin içeren yönler vardı; “Bir Geceden Dört Kare Film”, “Bir Geceden İki Kare Film”, “Serüven”, “Yaşam Bulaşığı” başlıklı şiirler hiç de fena değildi 15-16 yaş için. Belki toplu şiirlerin yeni baskılarına oradan 4-5 şiir koymalıyım…
- Uzak Zaman Övgü ve Fırtınaya Hazırlık kitabınızda, “Soylu Yenilikçi Şiir” manifestosunda önerdiğiniz “simetrik yapı”lı biçime (1+2+3+4+3+2+1) bağlılık var. Daha sonra Kopuk ve Beş Diyalog kitabınızla bu biçimsel önerinizden vazgeçip serbest biçime ve farklı konulara yöneliyorsunuz. Bâki Ayhan T.’yi, “simetrik yapı”dan vazgeçirip yeni arayışlara yönelten sebepler nelerdir?
- Tek değil çeşitli nedenlerden söz edilebilir. İlk neden, şairin dediği gibi, “bir manifestoyu önce, yazan terk eder”. Evet, Hileli Anılar Terazisi’nden sonraki iki kitabı dolduran şiirlerin tamamını “simetrik yapı”yla kaleme almıştım. Kopuk’taki şiirlerse artık bu yapıdan kopmak ve daha serbest davranmak gerektiğini düşündüğüm, duyumsadığım dönemde biçimlendi. Daha özgür davranmak istedim dize kümelenişlerinde. İkinci bir neden olarak da yaş ilerledikçe dünyayı görüşümün, algımın değişmesini söyleyebilirim. Gündelik hayatta, Hileli Anılar Terazisi’ndeki şiirleri yazdığım dönemdeki gibi sert diyebileceğim değişimler yaşadım. Biçimden, eski şeylerden kopmak lazımdı! Öyle de oldu! Hayat nereye giderse şiir oraya gidiyor bende. Akademide olduğumu öğrendiklerinde bende klasik bir akademisyen portresi görmeyi bekleyenlerin beni tanıdıktan sonra çok ama çok şaşırdıklarına defalarca şahit oldum. Klasik şiire mesafeli, hayatta ve edebiyatta modernist, usta-çırak ilişkisine inanmayan biriyim. En büyük övünçlerimden biri, yeniliğe inanmaktır. Gerçi edebiyatta epeydir, modernlerin artıklarıyla beslenen postmodernlerin sözü geçiyor, benim gibi modernistleri konvansiyonel buluyorlar. Fakat onlara kötü bir haberim var; modernler geri döndü, dönüyor, dönecek. Herkes kendisini Yeni Modernizm’e hazırlasın, fırtınaya hazırlık yapsın…
- Baskı dönemlerinde, şairlerin umutsuz olmasıyla ölüm ve intihar konularına yakın durduklarını görmüştüm. Sizin şiirinizde durum biraz farklı, Hileli Anılar Terazisi’yle başlayıp Bilet Geçmez Gemisi’yle de devam eden bir yakınlık var ve sadece şiir başlıklarına bakılsa bile bu konu dikkat çekiyor. Bu yakınlığı, kapitalizmin ve kent yaşamının şiirinizdeki bireyi çıkmaza sürüklemesi olarak yorumladım. Elbette doğrusunu sizden öğreneceğiz, bu bağlılığın sebeplerinden bahsedebilir misiniz?
- Kent yaşamından yakınan biri değilim. Tam tersine İstanbul’dan biraz uzak kalınca egzoz kokusunu, kalabalıkları, caddeleri, trafiği özleyen biriyim. Kırda bayırda, deniz kenarında (tatili çok sevmekle birlikte) bir-iki haftadan fazla duramam. İnsan doğasının ağaç, kuş, böcek kapsamlı dış doğa içinde yaşamaya uygun olup olmadığından emin değilim. Hiç değilse modern insan için bundan emin değilim. Birey her zaman çıkmazdadır, bunun kırdan kente geçişle ilgisi yok. Bir an için ilgisi olduğunu düşünsek bile ne yapacağız? Televizyonu, bilgisayarı, telefonu, uçağı falan bir kenara atıp çobanlığa mı başlayacağız? Siz bakmayın o kır-köy güzellemesi yapanlara; birini bir köye koysanız ordaki dedikodudan, çekememezlikten, yabansılıktan kaçacak delik arar! Kır (belki, tamamen bâkir, insansız kır demeliyim!) benim için insanın ilksel zamanlarına, özelde de kendi çocukluğuma duyulan bir nostaljiden başka bir şey değildi. Dünya ilksel zamanlarda olduğu gibi kalsaydı fena mı olurdu? Elbette fena olmazdı. Hatta belki daha iyi olurdu… Uzak Zamana Övgü’de bunu işleyen pek çok şiir var. Fakat artık o günlere dönmek mümkün değil, dönmek de gerekmiyor zaten. Yerimiz, bugünkü dünyadır; büyük şehirlerdir. Köyü özleyen köyüne dönsün, dağlarda türkü söylesin ama unutulmasın ki şehirden sıkılan adamdan şair olmaz! Ölüm-intihar izleklerine gelince… Galiba ergenlik zamanlarımdaki gerilimi biraz geç atlattım; Hileli Anılar Terazisi’ndeki görüntü onun sonucu olabilir. O gerilimden şikâyetçi değilim esasında; pek çok şairden farklı olarak, çocukluğun saflığına ergenliğin gerilimini de eklerim şairliğin esinsel şartlarından olarak. Esin? Elbette esine inanırım ve hep inanacağım.
- “Sele Kapılan Küre”, “Melâl”, “Metrobüs” ve daha birçok şiirinizde, kapitalizme ve onun yarattığı kent yaşamına tepki gösteriyorsunuz. Kent yaşamına alternatif olarak çocukluğunuzu ve çocukluğunuzun geçtiği bahçeli evleri olumluyorsunuz. Sezai Karakoç da “Balkon” ve “Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri”yle kente olumsuz bakar. Mutluluğun yakalandığı yer ve kent eleştirisi bakımdan bahçenin, doğanın öne çıkarılışı dikkate alındığında bu örtüşmeyi nasıl yorumlarsınız?
- Yukarıda da değinmeye çalıştım, kent yaşamı benim olmazsa olmazımdır. Bir tepkisellik varsa bunu kır-kent ikileminde değil de masumiyetin yitirilişi bağlamında ele almak lazım. Doğanın saflığı tamam, iyi, güzel ama ben bunu çocukluk yıllarımda doya doya yaşadım zaten. Yani bendeki bağlılık esasında ağaca-kuşa-böceğe değil, doğa içinde geçen zamanlara, o an(ı)ların masumiyetine, yaşantıya dayalı o imgeyedir. Adana’ya yakın bir yaylaya çıkardık yazları. Babam hem acayip şekilde çalışkan hem de ehlikeyf bir adamdı. Biriket imalatıyla uğraşırdı, büyük bir imalathanemiz vardı, döneme göre işler yoğunsa 2-3 makinede 4-6 işçi çalışırdı. Yoğunluğa rağmen yaz yaklaşınca imalathaneyi kapatır veya tek makineye indirirdi, birkaç ay kalmak üzere kendi elleriyle düzenlediği koca bir bahçe içindeki yazlığımıza giderdik. Orada haftalar aylar boyunca hemen her gün sabahtan akşama kadar bahçede, eve yakın koruluklarda veya uzak ormanlarda dolaşırdım. Bazen yalnız başıma, bazen arkadaşlarla veya ağabeylerimle… Sayısız defa bir tepeye çıkıp güneşin doğuşunu, batışını izledim. Sayısız defa yağmurlardan sonra çıkan pırıl pırıl gökkuşağını seyrettim. Bir tırtılın bir çiçek üzerindeki yürüyüşüne yakından baktım. Gölcüklerde, derelerde tayyare böceklerinin parıltılı kanat titretişlerini yakından izledim. Ağaçların altında saatlerce kitap okudum, hayal kurdum, uzanıp dinlendim, uyudum. Âdeta Werther gibi zamanlar geçirdim orada. Sonra, 1985’te üniversite okumak için İstanbul’a geldim ve tek başıma yaşamaya başladım. Neredeyse, o anlamda, doğa bitmişti benim için. Elbette zaman zaman büyük parklarda zaman geçirip o günleri andığım oluyor ama büyük kent, mağazalar, kalabalıklar, benim için daha yaşamsal öneme sahip. “Mutluluğun yakalandığı yer olarak doğa”, çocukluk ve bunların masum buluşması çocukluk anılarımla ilgilidir. Yoksa, bugünkü ben büyük kentten yanayım, kentle iç içeyim. Evlerin balkonlusunu, caddelerin insanlısını, vitrinlerin ışıklısını, restoran ve kafelerin kalabalık olanını severim. Metrobüsü ve metroyu severim. İlksel insanın mutlu, huzurlu, barışsever falan olduğunu iddia edenler, filozofun sözünü unutmasın: Birey her zaman çıkmazdadır ve insanoğlu işe hırsızlık ve cinayetle başlamıştır.
- Günümüzü ve günümüz ruhunu eleştiren bir şiiriniz var, dikkat çekiyor. “Gürültülü Gemi” şiiriyle Yahya Kemal’in ruh göçünü anlattığı “Sessiz Gemi”sini dönüştürüp çağı eleştiriyorsunuz. Yine benzer bir şekilde “Melâl” şiiriyle de Ahmet Haşim’in “O Belde”sine göndermede bulunarak günümüzü eleştiriyorsunuz. Önceki yüzyıl şairlerinin bir kısmı, istediği bir yaşam bulamadığı için “O Belde” gibi ütopyalar yaratır. Diğer kısmı da hayalindeki ülkenin başka memlekette olmasından dolayı oraya gitmeyi veya kendi ülkesinin de benzer şekilde yönetilmesini ister. Bu doğrultuda da Sait Faik’in “Arkadaş”, Melih Cevdet’in “Yağmurun Altında” şiiri örnek verilebilir. Sizdeki durumu, Ahmet Haşim’e yakın buldum. Kapitalizmin her yeri kuşattığı bu çağda gitmek istediğiniz bir ülke yok. “Bilet Geçmez Gemisi” şiirinizin farklı okumaları yapılabilir ama bu şiirinizle yeni bir yaşamdan yana olduğunuzu düşünüyorum, yanılıyor muyum?
- Ahmet Haşim’e, evet, yakınım, her bağlamda değil elbette ama çok yakın hissederim kendimi ona. Hatta bir ara biyografimin sonuna “Haşim’e özel bir sevgisi var” yazdırırdım. Diğer taraftan; günümüze yönelttiğim eleştirilerimin çoğu postmodern eğilimleredir esasında. Bir anlamda, moderni değil, bir sirk olarak gördüğüm postmodernliği eleştiren biriyim. Bunun doğru koyulmasını isterim. Bilet Geçmez Gemisi’nde de talancı zihniyeti eleştirdim, “insan” olarak kalabilme erdemiyle yaşayanların yanında yalancı ve talancıların, iftiracıların yeri olmadığını vurgulamaya çalıştım. Şairin çağa, zamana itirazı iki şekilde gelişiyor; ilki insana ilişkin olan taraftır ve orada insani tepkimizi koyarız. Diğeri, şiirde yer bulma biçimi olarak itiraz ve tepkilerdir ki bu noktada şiirin doğası da işin içine girer. Kesişim alanına iyi bakmak lazım. Eski, köhne zamanlarda yaşamıyoruz. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu kavramış biri olarak her zaman yeniden yanayım. Şiirde de hayatta da…
- Kopuk ve Beş Diyalog’la başlayıp Bilet Geçmez Gemisi’yle devam eden yeni bir döneminiz var. Bu toplumsal döneminizde, sayı olarak az olmakla birlikte güncel kimi olayları da şiirinizde işlediğiniz görülüyor. Örneklemek gerekirse Kopuk’ta yer alan “Sigara 69”, “Barbarların Saldırısı”, “Virüs” ve “Çöplük” şiirinizi güncelin farklı yorumları olarak okudum. Bu şiirlerinizde eleştiri biçiminde ironi dilinin öne çıktığı görülüyor. İroninin yasak yıkıcı özelliği düşünüldüğünde, politik olanın eleştirisini de yaptığınız söylenebilir mi?
- Ben, hemen her konuya belli bir estetik, belli bir perspektif arkasından bakan biriyim. Şiirin derinden ilerlediğini düşünürüm, kendi şiirimin de bu derin ilerleme içinde olduğunun farkındayım. Bu bağlamda olmak üzere; güncel politika, ilgilenmekten hazzettiğim bir alan değil. Hatta genellikle bunu zaman kaybı olarak da düşünürüm. Fakat bazen öyle olay ve durumlarla karşılaşırız ki insanilik bağlamında “şiirlik” bir malzeme yükselir oradan. Şaire dokunan her şeyin şiire dâhil olduğunu fark ettiğimiz zamanlardır böyle zamanlar. Sadece sözünü ettiğiniz şiirlerde değil, örneğin, “Uçan Ayakkabılar”da, “Fırtınaya Hazırlık”ta, “Sığır Çobanı”nda ve daha pek çok şiirde de böyle bir katman vardır. “Sigara 69”u, evet, tam da sigara yasağının uygulanmaya başlandığı günlerde bizzat yaşadığım bir durum üzerine kaleme aldım. Hem onda hem ötekilerde yine de güncelde kalmayıp temayı derinleştirmeye çalışmışımdır son tahlilde. Hatta “Uçan Ayakkabılar”da masalsı bir hava katmaya çalışmadım da değil.
- Bilet Geçmez Gemisi’nde, önceki kitaplarınızdan farklı olarak yaşamınızın daha merkezde olduğu ve şiirlerinizin çoğunluğunun otobiyografik nitelik taşıdığı görülüyor. Bu şiirlerin bir kısmı “Kendini Simurg Sanan Karga”, “Karton Şaire” ve “Mezarlarınıza Tüküreceğim” gibi hem ironi hem de sertlik düzeyi olan başlıkları içeriyor. Önceki dönem şairlerinde olduğu gibi kuramsal hesaplaşmaların şiirde de sürmesi olarak yorumlayabilir miyiz bu şiirlerinizi?
- Aslında Hileli Anılar Terazisi’nde, Uzak Zamana Övgü’de, Kopuk’ta da öyledir. Bilet Geçmez Gemisi’ndeki farklılık, yaşananın sosyal boyutunun ağırlıkta olmazı ve ironize edilmesidir. Ayrıca, evet, haklısınız, benim daha çok edebiyat dünyasındaki yaşantılarıma dayalı şiirlerdir o söyledikleriniz. 2011 eşiğindeki muhatapları da bellidir ama yine sadece orada kalmadım, şiirlerin daha kapsamlı, daha çağrışımlı olması için çaba harcadım. Edebiyat içi değer arayışlarının yansımaları da az değildir.
- Yakın zamanda yeniden tartışma yaratan genç şair/yaşlı şair konusuyla devam edelim istiyorum. Sosyal medyada başlayıp kimi gazete ve dergilere de taşınan bir konu oldu. Bunlardan biri de Gazete Duvar’da, Enver Topaloğlu’nun vasat sorularla görüş istediği “Genç şairler rahatsız, eski kuşaklar endişeli mi?” soruşturmasıydı. Soruşturmadaki sorular, gençlerle ilgiliydi ama yeni yazmaya başlayan herhangi bir gencin fikrine yer verilmemişti ve konu yaş, kuşak çatışması olarak ele alınmıştı. Sözü şuraya getirmek istiyorum: Dağlarca’dan İlhan Berk’e, Cemal Süreya’dan Turgut Uyar’a birçok şair, şiir yaşamı boyunca aranışlarda bulunmuş ve farklı aşamalara geçmiştir. Bu bağlamda eskimiş bir şiiri sürdüren şaire “genç şair”, şiiriyle sürekli yeni aranışlarda bulunan şaire “yaşlı şair” denebilir mi?
- Söz konusu soruşturmaya şöyle bir baktım; evet, derinliksiz ve dardı. Sanırım “kendi aramızda konuyu bir görüşelim” şeklinde bir düşüncenin ürünüydü. En azından bende o izlenimi uyandırdı. Pek de yansıma bulmadı zaten izlerçevrede. Biraz şeye benzemiş; hani bir televizyon kanalını açarsınız “kadın ve aile” konusu tartışılmaktadır ama stüdyoda hiç kadın yoktur! Neyse, geçelim… Meselenin özüne gelirsek: Şairin genci her zaman daha heyecanlı, tutkulu, coşkulu olur. Gençken, imgeler kaçacakmış gibi yazarsınız. Benin en sevmediğim şair tipi genç olduğu halde molla gibi davrananlardır; ağır olayım da molla desinler! Yeni kuşakların ortaya çıkış ve gelişme dönemlerinde iki şey çok tartışılır: 1. Genç şair, 2. Şiir ölüyor mu? Yaşlı şairler şiirin giderek zayıfladığını hatta kendileriyle birlikte öldüğünü zanneder, gençler ise şiirin asıl kendileriyle başladığını düşünür. Burada yaşlı şairlerin bir kompleksle davrandığını söyleyebiliriz. Benden sonra şiir yazılmaz! Bu, yeni edebiyatımıza Yahya Kemal’in armağanı olan bir sinsiliktir. Genç şairin durumu, duruşu daha önemlidir. Genç şair bir yandan şiirin kendisiyle başlamakta olduğuna inanabilir ama bir süre sonra ayakları suya erdiğinde geçmiş değerlere bakma ihtiyacı duymaktan da kendisini alamaz. Bu böyledir ama burada şairin geçmişe yenik düşmemesi gerektiğini de vurgulamalıyım. Bizde geçmişe bakan şairler genellikle Yahya Kemal, Necatigil, Şeyh Galip güzellemesi yapmanın, yazmanın ötesine geçemiyorlar! Geçmişe, yalınkat bir geleneğe yaltaklanmaya çalışmak değil, ona asimetrik bakmaktır şaire yakışan. Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”sine binip dar ufuklara yol almaktansa ona karşı “Gürültülü Gemi”yi yazabilmektir.
- Sosyal medya, yaşamın birçok alanında olduğu gibi edebiyatta da gündem belirler hâle geldi. Şiir üzerine tartışmalar, sataşmalar, dergilerden sosyal medyaya kaymış durumda. Artık dergiler de sosyal medyadaki kimi başlıkları dergi sayfalarına taşıyor. İyi şairlerle iletişim olanağı sağlaması, kimi tartışmalarla öğretici ve düşündürücü olması, sosyal medyanın olumlu yanı olduğu gibi hayatında ilk defa duyduğu konu hakkında düşünmeden söz almaya çalışanları, saygısızları, muhbirleri barındırmasıyla da olumsuz yanı var. Sözü şuraya getirmek istiyorum: Dergilerde yer alamayacak kişilerin kendi dergisini çıkarması ve sosyal medyada usta şairlerle arkadaş olması, gelenekte yer etmiş şairlerle eşitlendim hissini uyandırıyor olmalı ki bunu dile getirenler de oluyor. Vasat şairlerle yeni yazmaya başlayanların, sanat ortamında demokratik taleplerde bulunmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Evet, maalesef böyle bir durum var; yani artık edebiyata, kültüre ilişkin pek çok şey sosyal medyada tartışılıyor, sorunlara sosyal medyada çözüm aranıyor. Maalesef diyorum çünkü biz toplum olarak yazılı kültürü içselleştirmeden tekrar sözlü kültüre döndük. Sosyal medyanın kullanılış biçimine bakıldığında sözlü kültürün yaygın olduğu dönemlerden farklı bir görünüm belirmiyor: dedikoducular, iftiracılar, sahte hesaplarla her lafa yetişmeye çalışanlar, internette birkaç şiir yayımlayınca kendisini Baudelaire sananlar vs. vs. vs. Ama galiba haklısınız en dayanılmaz olanı “eşitlenme” tavrı. İyi şair-kötü şair tartışmasını geçtim, yaştan dolayı duyulması gereken saygı da yok onlarca genç arkadaşta! Yani, face’te iki çift laf edince, birkaç samimi paylaşım gerçekleştirince kimse kimsenin kırk yıllık dostu falan olmuyor arkadaşlar. Biraz sınır koymak iyidir. Yıllar önceki bir röportajımda “Edebiyat dünyası çok karışık, kimin eli kimin cebinde belli değil, biraz mesafe, biraz aristokrasi lazım.” dedim diye köylü şairler tayfasının hücumuna uğramıştım. “Seçkincilik, jakobenlik, asalet ayrımcılığı!” falan diye veryansına girişmişlerdir. Elbette seçici ve seçkinci olmak zorundayız. Yahu insan berberini bile belli ölçütlere göre seçiyor. Arkadaş olacağım şaire karar verirken mi seçici, seçkinci olmayacağım?! Biz yine de sosyal medya hadisesine iyi tarafından bakalım çünkü bizler yazılı kültürü içselleştirmiş kesimdeyiz. Kendi bulunduğumuz yerden baktığımızda kazanımların kayıplardan fazla olduğunu görebiliyoruz. Yeni yayınların takibi, hızlı iletişim, dergi duyuruları, etkinlik haberleri… sosyal medyadan takip edilebiliyor. Ben 1969 doğumluyum ve bizim kuşak çok ilginç bir yerde duruyor. Bir yandan aile çevresinde sözlü kültüre tanıklık ettik, yirmili yaşlarımıza erişmeden yazılı kültürün yoğun etkisiyle yaşadık, arada çok küçük yaşta radyoyla hemen ardından da televizyonla tanıştık, yani sözlü kültürden görsel kültüre geçilen yıllarda da gözlerimiz dünyaya, olan bitene açıktı. Şanslıyız çünkü sözünü ettiğim dönemlerin hemen hepsini de sindire sindire yaşadık. Şimdi de internet ağının tam ortasındayız ve geçmişteki deneyimlerimizin bizde bıraktığı derin izler sayesinde internette olan biteni hayatın merkezine koymuyoruz. “Hele bir bakalım…” deme erdemine sahibiz.