2004 yılında bir edebiyat dergisinin isteğiyle söyleşi yapmak üzere elektronik posta ilettiğim Ataol Behramoğlu, yanıtına teşekkürünün yanına bir de telefon numarasını eklemişti. Aradığımda söyleşiyi yayımlayacak dergi hakkında bilgiler istemiş, beni de Aksanat’taki etkinliğine davet etmişti, “atla gel vaktin olursa. Tanışmış oluruz.” diyerek…
Behramoğlu benim ustam değildi. Ama Türk edebiyatı tarihi için çok önemli bir ustaydı. Şiiriyle barıştığımı söyleyemem. Ama iyi bildiğimi de saklamanın âlemi yok. O gün bahsi geçen tanışmayı kaçırmam söz konusu olamazdı. Etkinlikten önce yayına gittim. Çay ısmarladı. Etkinlik başlayana dek sohbet ettik. Daha çok o konuştu ama arada sorduğum soruları, küçük yorumlarımı gülümseyerek ve dikkatlice dinlediğini fark etmek zor olmadı. Puskin’den, Mallarme’den, Yesenin’den, Mayakovski’den konuşmak eşsiz bir deneyimdi. Nazım Hikmet meselesine de ayrı bir parantez açmıştı kaçınılmaz olarak. Mayakovski’yi yeni okumuştum ve çevirileri kıyaslayıvermiştim pervasızca. Bana çevirileri nasıl okumam gerektiğini ve en önemlisi çevirinin ne işe yaradığını uzun uzun anlatmıştı. Sonra şiirlerimi görmek istediğini de söylemişti ayrılırken. Söyleşi sorularını iletirken şiirlerimi de göndermiştim. Sonraki birkaç telefon görüşmemizde kısa kısa pasajlar halinde şiirimle ilgili görüşlerini paylaşmıştı. Başta hiçbir şey söylemediğini düşünmüştüm. Dişe dokunur ifadeler kullanmamıştı. “güzel, ilginç” demişti ilk başta. Sonra birkaç öneride bulunmuştu. İçerlemiştim. Ama zaman geçtikçe beni mümkün olabilecek en uygun ifadelerle yönlendirdiğini anlamaya başladım.
Bir ustanın bir çırakla kuracağı diyaloğun süreklilik uman tüm disiplinler için yadsınması mümkün olmayan bir karşılığı olduğu muhakkak. Edebiyatın tüm yazın biçimlerinde karşılığı var bu ifadenin. Kuşkusuz şiir için de. Ancak ustayla çırak arasındaki diyaloğun sadece benzerlik sürekliliğini sağlamak gibi karşılığı olduğunu düşünmek oldukça garip bir durum. İşin aslı edebiyat disiplini için kimin kimi sürdürdüğünün de bir önemi yok, kimin sürdürülemediğinin de. Birileri roman yazdığı sürece bir yazın türü olarak bu çalışma varlığını sürdürecektir. Divan şiirinin bitmiş olmasının şiire ne gibi bir zararı dokunmuş olabilir ki? Yahya Kemal gittiyse Melih Cevdet gelmiştir. Can Yücel gittiyse Ahmet Telli orada durmaktadır. Gelecekte de farklı olmayacaktır. Dolayısıyla bir ekolün devamlılığı sadece o ekolün sorunudur. Ancak ustanın çırağa aktarması gereken ve edebiyat disiplinini doğrudan ilgilendiren çok hayati konular da var. Özellikle şiir söz konusu olunca… Şiirde geçiş süreçlerini, şiirin niteliğini ölçecek metotları, nasıl bir sürece eklendiklerini öğrenmenin tek yolu sulandırılmamış bir usta-çırak ilişkisinden geçiyor. Ancak bugün oldukça zayıf şiirlerin önemli dergilerde kolaylıkla yer bulduklarını ve içi boş tartışmaların çok önemli gündem malzemesi olduğunun zannedilmesi ilişkilerin sulandırıldığı izlenimini yaratıyor kaçınılmaz olarak.
Genç şairin oldukça kötü şiirler yazarak ilerlemesinin usta şairle tarihsel bağlar kuracağını düşünmek için de çok önemli sebeplerimiz var. Bunun için derinlemesine bir kuşak incelemesi yapmak gerekecek. Kendini tekrar eden bir usta gördüğünüzde, dergiye göre şiir yazan önemli isimle karşılaştığınızda, bulunduğu yeri fildişinden kule zanneden iletişim taleplerine abuk sabuk yanıtlar veren bir şairle karşılaştığınızda aradaki kopukluğun ve arsızlığın sebeplerini de anlıyorsunuz.
Kendini tekrar eden, hızlıca yazılan ve çok şiir üretilen oldukça garip bir sürecin içinde debelenip duruyoruz. Genç şair hedeflerine inanılmaz bir süratle ulaşıyor. Hiçbir yaşanmışlığa izin vermeksizin edebiyat ortamı genç şairi dergilerle, kitapla, ödülle tanıştırıyor. Kendi klanını yaratmak uğruna birbirinden niteliksiz işleri görmezden gelerek onaylayan ve sırtını sıvazlayan “usta şair” bugünkü uğultunun ve nitelik kaybının sorumluluğunu taşıdığının farkına varmalıdır.