Kırmızı Hap
Yıkık bir sabaha uyanıyorum. Aynı kabusları defalarca görmemim sancısı tüm boynumu ve sağ elime giden sinirlerimi kaplamış durumda. Ne yazı yazmak istiyorum, ne de düşünmek! Telefonu elime almak zaten işkence. Önce bir kas gevşetici ardında da D ve B vitamini alıyorum güçsüzleşmiş sinirlerim ve kemiklerim için. Tekrar yatağa yöneldiğimde koridordaki kitaplığa gözüm takılıyor. Orta raflarda bana bakan bir kitap var. Diğerlerinden hafif dışarda duruyor. Rotadan çıkmış – çıkmak zorunda kalmış- bir gemi gibi. Onun dalgası olup kitabı elime alarak sıcak adaçayımla yatağa giriyorum. Hava çok sıkıntılı. Hem rüzgar var hem yağmur. Çatı katındaki evimde sıcaklık deniz seviyesinden epey düşük. Göğe doğru açılan pencereme düşen yağmuru izliyorum. Kiremitlerin ve çatıdaki çinko kaplamanın gürültüsü iç sesimi bastırıyor. Yattığım yerden martıları görüyorum. Bu havada bile evlerini terk etmeyen okorkunç martıları!Evet korkuyorum onlardan. Bazen çatıya yemek artıklarını bırakırken sanki gözlerimi oyacaklarmış gibi hissediyorum. Zülfü’nün “Son Ada” kitabından beri böyle hisseder oldum martılara karşı. İktidar olmanın ve iktidarı bırakamamanın sıkıntısı ile bir adayı ve canlılarını kaosa sürükleyen bir erkin distopyası. Neyse ki böyle anlarda ada’çayı insanın sinirlerine iyi geliyor. Böyle kasvetli havalarda yapılacak en iyi şey kitap okumak. Paris Sıkıntısı’nınsokaklarını gezmeye başlıyorum. Her sokak ayrı bir acı taşıyor, ayrı bir yalnızlık, ayrı bir keder… Kötülük Çiçekleri kadar iç karartıcı. Karardıkça aydınlanıyor gibi oluyorum. Ruhum bu kitabı istiyor ya da kitap ruhumu. Kitaplıktan boşuna düşmeye kalkmadı herhalde Paris’in ve tüm şehirlerin sıkıntısı? Kim demiş Paris aşkın başkentidir, diye. Pek tabi sıkıntının ülkesi de oluverirmiş bir şehir içinde yaşayabileceğin varlık sebebin. olmayınca. Karalayıveriyorum kitabın boş kısmına: Yaşlandı şehirler içinde sen olmayınca.
“Canım sıkıntı sınırı.” Bu kasvetli havaya Baudelaire kadar yakışan bir isim de Nilgün. Marmara Hiçlik Tanrı’sına şöyle seslenmiş:
“Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere, göğe, zamana, denize, kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrınınyönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı’yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını.”
Kefenimden ölgün gökyüzüne bakarken hissettiğim şey tam da bu. Varoluşun muazzam sıkıntı sınırı. Kuşlar, rüzgar, yağmur, dalgaların uğultusu ve çırpınan balıkların yüzgeç sesi… Her şeyi duyup görebiliyor gibiyim yattığım yerden. Ve tanrıya sormak istiyorum. “Her şey neden var, biz neden varız, bu gökyüzü, su, ateş, peygamber devesi, serçe neden var? Sen neden varsın tanrım ya da neden yok`sun? Tüm bu hiçlik duygusunun altında koca bir varlık mı var? Şimdi altıncı kattan kendimi yağmura ve rüzgara bıraksam nereye kadar uçabilirim?” Çalan telefonla Tanrı ile sohbetimize ara vermek zorunda kalıyorum. Nasıl olsa bir yere gidemez çünkü yarattığı evren ve içindeki aklım sınırlı!
Telefonun ucunda tanrı ile konuşmamı duyan Sokrates var. “Sen de mi Brütüs! “ der gibi bir ses tonuyla: “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir Aylin.”“İyi de ben sana bir şey sormadım ki! Seni de ben aramadım, sen beni aradın.” diyorum. Homurdanarak:“Ah şu gençler! Her şeyi bildiklerini sanıyorlar.”Diyor ve telefonu yüzüme kapatıyor. Bir an odadaki takı kutusunun aynasında kendimi görüyorum. Yüzümde şaşkın bir ifade elimde telefon. Arama kayıtlarında üç gündür telefonlarına cevap vermediğim – en son dün gece beni merak edip arayan- annem var. Yaşamanın verdiği sıkıntıyla yataktan çıkıyorum. Yağmur tüm kasvetiyle binayı yıkamaya devam ediyor. Kaktüslerimle konuşuyorum, bir türlü açamayan çiçeğinin varoluş sıkıntısını dinliyorum. Sartre haklı diye düşünüyorum. (Bir çiçek çiçekliğini kendi yapmaz.)Haberleri açıyorum. Of of of! Dünyanın her yeri sıkıntı. Mozambik, Somali, Nijer, Uganda hatta Ukrayna bile. Bir balina ölmüş yuttuğu plastiklerin sıkıntısından. İnsanlar sıkıntılı, yarışma ve evlendirme programları, ekonomik sistemler, tarih, felsefe, reklamlar…Kadına şiddet,tecavüz, taciz, çocuk istismarı hiçbir şey değişmemiş haberlerde. Nitelikli ve niteliksiz her şey “sıkıntı ve muz kabuğu” repliğinde. (Hey Tanrım seni sakın unuttum sanma! Sufleleri veren sen misin?)Televizyonun TV kısmını kapatıp evdeki DVD’lerden birini seçiyorum.Bir festival filmi daha izleyerek sıkıcı öğleden sonramı şenlendirmek asıl niyetim. Tabi ki öyle olmuyor Mayıs Sıkıntısı’nı izlerken.Zaten evdeki diğer filmler de ondan farksız. Ali’nin Sekiz Günü, Kader, Bir Zamanlar Anadolu’da ilk gözüme takılanlar. Sanırım sıkıntı ile baş başa olmayı seviyorum. Ve bu film ile şimdi biraz daha sıkılmak istiyorum: Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Ceylan’ın çok farklı geçişlerle birbirine bağladığı üç film. Mayıs Sıkıntısı; filmin için de film, sıkıntı içinde sıkıntı. Ama varoluş sıkıntısı açısından beni oldukça sarstı. Saffet’in üniversite sınavını kazanamama sıkıntısı, Muzaffer’in kendi sinemasını yaşadığı kasabada çekebilme sıkıntısı, Muzaffer’in annesinin sağlık ile ilgili babasının ise tarlaları ile ilgili sıkıntıları… Tüm bunlar yaşanırken Muzaffer’in yeğeni küçük Ali’nin bir ses çıkaran saate kavuşmak için kırk gün boyunca cebinde kırmadan taşımak zorunda olduğu yumurtanın sıkıntısı ile film devam edip gitti elimdeki kahve likörünün şişesinin bitiş çizgisiyle birlikte . Buradaki benzer olaylardan bazıları benim büyüdüğüm kasabada da olmuştu.Nuri Bilge Ceylan’ın etkisi yaşadığımız anlarda. Kendimi ters dönmüş bir kaplumbağa gibi hissettiğim zamanlar çok oldu hayatımda. Tıpkı Mayıs Sıkıntı’sındaki kaplumbağa gibi. Bazen annem düz çevirdi beni,bazen bir gülüş, bazen eski kocam, bazen de eskimeyen sevgilim. Ben bugün o kaplumbağa gibi uyandım. Bir Matrix’in içinde tanrıyı arayarak! Kırmızı hapı seçmiş olabilir miyim?
Tekrar telefon çalıyor. Matrix’in öbür ucundan kızım arıyor. “Anne ekmek alayım mı gelirken?” diye soruyor. Bugün ve bundan sonraki her gün kaplumbağayı O, düz çeviriyor. Benim küçük kahinim geleceğimizi görüyor.