Beden, Tıp ve Felsefe : Diyalogtan Fazlası
Hıdır Eligüzel
Bedene dair her düşünce esasında canlının dünyadaki var oluşuna dönük tartışmayı da beraberinde getiriyor. Beden, en nihayetinde canlının varlığını tarif eden ilk alan olması bakımından bir yanıyla ‘yaşamı’ imlerken diğer taraftan canlının genel kabul gören formunu işaret ederek ‘sağlığını’ tanımlamaktadır. Vücut bütünlüğü bu bağlamda sadece modern estetiğin değil modern yurttaşlığın da temelinde bulunmaktadır. Modern devletlerin, teorik olarak, yurttaşın temsiliyetinin yansıması olduğunu ve bu bağlamda yurttaşın kimi özgürlüklerini kendisinde toplayarak zor gücünü elinde topladığını anımsadığımızda, yurttaşın hayatta kalmasını sağlamak hatta vücut bütünlüğünü korumak modern devletlerin birincil sorumluluklarındandır. Bedenin sınıfsal, dinsel, ırksal ve cins bakımından estetik tarifleri ise ‘vücut bütünlüğünü’ korumanın hemen ardından gelmektedir.
Bir form olarak bedenin, beden sahibi olmayan aktörler tarafından tarif edilmesi esasında iktidarın gündelik müdahalelerine örnek oluşturmaktadır. Bu bakımdan devlet ile yurttaş arasındaki ‘yaşam hakkı’ temelindeki antlaşma modern ve postmodern devletin kendisini nedeniyle geçersizdir. Modern Devlet ve onun güncel formu olan postmodern devlet esasında tebaasının hatta tebaası olmayan halkların ‘bedensel’ güçlerinin sömürüsü üzerine kurulmuştur. Modern Batılı toplumlarda bu sömürüde yurttaşlar yaşamlarını asgari ve azami seviyede konforlu hale getirecek kazançlara sahipken, ne yazık ki Batılı olmayan devletlerde yurttaşların yaşamları birer ‘lütuf olarak’ sunulmaktadır. Beden politikası nüfus planlamasından iskân politikasına, gıda üretiminden boş zaman olanaklığına geniş ve bütünlüklü politikaların çıktısı olarak ele alınmalıdır.
Beden ve beden sağlığı bu bağlamdan sadece bulaşıcı, kronik ve yaralayıcı hastalıkların veya müdahalelerin dar kapsamıyla anlatılamaz. Esasında her canlının bedeni ve beden sağlığı bir halk sağlığı sorunu olarak tarif edilmek zorundadır. Burada netleştirmek adına vurgulamak gerekir ki, halk sağlığı sadece insanların bedenlerinin toplam sağlığı değildir. Hayvanların, toprağın, suyun, havanın ve bitkilerin sağlığını da kapsamak durumundadır. Artık sıradanlaşan bir örnek olduğu için Chernobyl Nükleer Santrali’nin yarattığı sızıntı sadece mühendislik içeren teknik bir hatadan ibaret değil, ekonomik, siyasal ve bozduğu ekosistemler bağlamında ekolojik bir halk sağlığı felaketidir. Chernobyl Felaketi’nin istisnai bir halk sağlığı sorunu olduğunu ve dünya olarak halk sağlığını bozacak büyük ve küçük ölçekli sanayi ölümlerini önlemek için her türlü adımın alındığını düşünüyorsak, Onur Hamzaoğlu’nun ve Bülent Şık’ın Dilovası Davalarını anımsamak gerekir.
Özen B. Demir ile Adem Yıldırım’ın kaleme aldığı ve Nota Bene Yayınları tarafından yayımlanan Beden, Tıp ve Felsefe kitabı modern tıp aracılığıyla dönüşen bedeni ele alıyor. Yazarlardan Demir, Semsûr (Adıyaman) doğumlu. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu Demir, Ankara Tabipler Odası üyesi ve pratisyen hekimdir. Demir pratisyen bir hekim olarak günlük müdahalelerin, hastaların ve kitlesel hastalıkların arasında devam eden mesleğine ve tıp dünyasına aynı zamanda bütünselci teorik bakış sunmaktadır. Demir yine Nota Bene tarafından yayımlanan Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji kitabının da yazarıdır. Yıldırım ise Colemérg (Hakkâri) doğumlu ve “Michel Foucault’da Mekânın Düzeni: Kapatılmadan Heterotopyalara” başlıklı felsefe doktorasını tamamladı. Pratisyen bir hekim ile Foucault uzmanı akademisyenin bir araya geldiği kolektif bir kitap. Dünyada ve Türkiye’de kolektif yazılan kitapların örneklerine sıkça denk gelebiliyoruz. Ancak Beden, Tıp ve Felsefe kitabı Demir ile Yıldırım’ın iki bölümde temel kavramlar üzerinden başlayıp birbirini kovalayan diğer kavramları da ince ince tartıştıkları konuşmalardan oluşuyor. Böylece bir yandan eski tarzdaki düşünsel tartışma biçimi korunurken, diğer yandan da kolektif kitaplarda karşılaştığımız tek yazar tek bölüm formunu aşmış durumdalar. Bu yöntemin kitaba kattığı en önemli ‘kıymet’ okuyucular için yazarların düşünme mantığını kavrayabilme imkanı vermeleridir. Ne yazık ki Türkçe düşün dünyasında ‘yöntem’ bilginin çok gerisinde ve ikincil bir mesele olarak algılanmaktadır. Aksine, yöntem mevcut birikimin sürecine ve son safhada ürünün ortaya çıkma biçimini örgütlemektedir. Demir ve Yıldırım’ın çoklu okumaya müsait olan beden, tıp ve felsefe ‘sohbetlerini’ ana aksı bozmadan ancak, disiplinlerin katılığını da aşarak bilginin kategorik mülkiyetlerini ters düz etmektedir. Kitap esas olarak, Beden ve Felsefe Üzerine ile Tıp ve Felsefe Üzerine bölümlerinden oluşmaktadır. Özgür Taburoğlu’nun Takdim yazısına kısa bir not düşmek gerekecektir. Sunuş yazılarının mevcut zorluğuna kitabın konusu olan beden ve tıp alanlarının farklılaşan temaları da dâhil olduğunda, Taburoğlu’nun Takdim’i ilk olarak zorlu bir okumaya dönük uyarı niteliğindedir. Kitapta Demir ile Yıldırım’ın değindiği evrenlere kendisi de faillik, ‘aralık’ ve ‘üçüncü tür’ sorunsalları ile dâhil olurken, okurda bol not tutma isteği veriyor. Bir tür kitap için ‘zihin antrenmanı’ :
“üçüncü tür, birinci ve ikinci türler gibi keşfetmenin, malumu yeniden ilamın, tefsirin sahası değildir. Oraya dâhil olmak, her koşulda adımlanan yolun üzerinde yürüyen tarafından değiştirilmesini gerektirir. Tao gibi, yolun tecrübesinin, yürüme fiilinden ayrı bir hakikati yoktur. Tao, fail ve fiilin birbirini karşılıklı biçimlendirdiği bir sonsuzluk kesitidir” (Taburoğlu, 2018,17-18).
Okuyucuların bu bakımdan Takdim’i ayrıca ele almasını öneriyorum. Ancak, zihinsel antrenmanın gerekliliği kitabın düzeneğinden itibaren kendini duyumsatacaktır. Felsefe beden ile tıp gibi kadim ve modernleşen iki kavramın odakta olduğu alanlara sorularını yönelterek şüphelerini, öngörülerileri, öngörülemez olanları okur ile yazarların düşünsel birikimiyle ele alıyor. Konuşmanın daha ilk safhalarında Demir, Yıldırım’a derdini anlatırken sorunsalın geniş boyutlarına dair ipuçlarını vermeye başlamıştı:
“(…) [Ö]zetle beden ile “siyasal beden” arasındaki sembolik değiş-tokuş ilişkisini önemsememiz gerektiğini söyler. Söyler ama dert edindiğim şey başka; biraz kışkırtmak istiyorum doğrusu. Demin sözünü ettiğim bu analojik alışkanlığım halen sürmesinde ise biyopolitika literatürünün katkısı elbette su götürmez: Mark Neocleous’un Devleti Tahayyül Etmek’inin ilk bölümü geliyor aklıma. Yazar orada Rousseau, Hobbes, Adam Smith, Salisburyli John vd. figürler üzerinden bir “devlet bedeni” muhayyile dağarını derliyordu” (Demir-Yıldırım, 2018, 25).
Bu alıntı kitaba ve yazarlarına dair geniş alan görüşünü ortaya koyması bakımından tipik bir örnek olarak değerlendirilmelidir. Yazarların hem tek tek hem de kolektif olarak geniş bilgi alanlarını içeren literatürlerine ve terminolojilerine tartışmanın içinde tanıklık etmek heyecan verici ve okuru da tartışmada aktif hale getirmesi bakımından kanımca işlevlerinden birini yerine getirmiş oluyor. İçerdiği bilgilere karşın, okuyucunun kendi birikiminden getirdiği ‘doğruları’, çıkarımları ve soruları ortaya sermesi bakımından çokça yıpranacak bir kitap. Çünkü tartışma esasında kitabın ikili düzleminde Demir ile Yıldırım arasında geçiyor gibi görünse de aslında tüm okurların katılımcısı olduğu ve son sözlerin genel olarak söylenmediği bir kitap karşımızdaki. Demir ile Yıldırım’ı sözlü bir buluşmada bir araya getirip konuşturma çabası da açık kalan noktaları kapatmaya yetmeyecektir, çünkü amaç biraz da kafadaki soruların kamuya açılmasıdır.
“Fakat esas muradım, medikal ve biyolojik, yani gerçekçi etüdlerin daha çok öne çıkarılması gerektiğini vurgulamaktır. Son olarak, provokatif bir tartışma zemini kurmak ve gündelik olanı tartışılabilir kılmak için Henri Lefebvre’nin ritmoanaliz tartışmasını önermek istiyorum. Bu da coğrafya-felsefe ilişkisini anlamak adına önem taşıyan kökensel bir göstergedir” (Demir-Yıldırım, 2018, 100).
Yıldırım’ın Lefebvre adını vererek ana konuşmanın içine farklı bir bakış açısını katma çabası ve bunu bir muktedir olarak değil, bir öneri olarak yapması kitabın Umberto Eco’nun kült eserlerinden biri olan ‘Açık Yapıt’ta sıraladığı niteliklere ne kadar yakın olduğunu ortaya koymaktadır.
Elbette, kitap Demir ve Yıldırım’ın kaleme aldığı tartışmanın sonucu onların düşünsel birikimlerinin bir yansıması ve bu bakımdan tıp felsefesi literatürüne eleştirel katkılar sunmaktadır. Tıp felsefesinin, yoğun olarak hasta-hekim, etik tartışmaların giderek müşteri bağlamında değerlendirildiği performans kriterleriyle sınırlandırıldığı bir sosyoekonomik düzende,anti-psikiyatri, bilim, edebiyat, feminizm ve queer, biyoetik ve biyoteknoloji sorunsallarını derli toplu şekilde ele alması bakımından önemli bir kaynak olacaktır. Bu kitapta olan tartışmaların devam ettirilmesinin gerekliliği, bedenin ve tıp alanının günlük ve kapitalist düzen tarafından giderek artan saldırıları nedeniyle acil durumdadır.
Bedeni sağlatacak şey ne tek başına tıp bilimi ne de kişinin kendisidir. Sağaltma tıpkı hastalık gibi toplumsal bir patolojidir.
“Bu gidişata karşın, özellikle beden ile tıbbın iyileştirici, hatta belki de kurtarıcı bir rolünün olup ol(a)mayacağını sorgulamamız gerekir mi? Yoksa acaba, Lar von Trier’in Melancholia (2001) adlı muhteşem filminden çağrışımla, uygarlığın çöküşüne karşı insanlığı kurtarabilecek şeffaf ve ulaşılabilir bir mağara olarak felsefeyi yeniden ve yeniden düşünmek ve orada senin de kışkırtmak niyetiyle bir örneğini icra etmeye çalıştığın metafelsefî tartışmalara tutuşmak mı gereki? (Demir-Yıldırım, 2018, 252).