M.F.:*Bizi mükemmel bir ruh haline götüren şiire hamdolsun. Bütün kederlerimizi unutturan, kalbimizin ve ruhumuzun bin türlü derinliklerine inerek, akşam batmakta olan grubun mahzun renklerine daldıran şiire çok şükür. Niye tebessüm ediyorsun İsmail? Yalan mı? Bunca rakam arasında büyüyen ‘şey’lerin arasında yine de sığınacağımız şiir değil midir?
İ.C.D.: Bu mükemmel ruh hali ütopyasını nereden edindin, merak ediyorum. Şiir bizi neden bir yerlere götürsün. Şiir insanı iyi bir yere götürür mü?“Yalnız insan merdivendir / Hiçbir yere ulaşmayan” diyen Aragon aslında şiirin güzergâhını anlatmıyor mu? Şiiri kutsayıp büyük anlamlar yüklemenin şairi büyük bir iş yaptığını sanmak gibi bir yere götürdüğünü düşündüğün oluyor. Hatta bundan en çok şikâyet edenlerden birisin.
Beni biliyorsun. Yandan bakışımla, inceden gülüşümle beni anladığını düşünüyorum. “YâRâb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? /Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!” Âkif’e de çok selam ederek…
Anlıyorum Mustafacığım. Biliyorsun sen de ben böyle düşünen şaire sadece şunu soruyorum. “Şiirinle neyi değiştirdin?” Şiir toplumu mükemmel bir ruh haline nasıl götürsün. Sorgulayan ve yanılgıları korkmadan erk unsurunun kurguladığı yalan dünyaya bir ok gibi saplayan şiir huzur vermişse birileri şiirden bir şeyler götürmüş demektir. Memnuniyetle görüyorum ki şiir kimseye huzur vermemeye devam ediyor. Sen hiç popüler kültür sarmalında aşağılanan bir roman gördün mü? Ben Şile fuarında yaşlarının en çok on beş ya da on altı olabileceğini düşündüğüm iki delikanlının adının önünde şair ibaresi bulunan iki ismi yerle bir ettiklerine tanık oldum. Bu gözler bunu gördü, kulaklar duydu. Sen de şiire karşı her zamankinden daha farklı bir merak olduğunu düşünmüyor musun? Bir nefes alma alanı değilse de umutlar yeşerten bir yanı yok mu bütün bunların?
*Bir önceki sohbetimizde genç arkadaşlarımızın heyecanını sen de gördün. Özelden yazanlar, sosyal medya üzerinde sözü yoranlar bunlar heyecan verici kanımca. Ayrıca artık şiirimizin ustaları arasında yerini çoktan almış, parmakla gösterilebilecek şairlerimizin de ‘devam’ diyerek desteklemesi bizim burada yaptıklarımızın kaile değer olduğunu gösterir. ‘Devam’, sürekliliğin bir işaretidir. Okurların bize ‘tamam’ demesini beklemeyeceğiz tabii. Ne demiştik bir önceki sohbetimizde, şiire yeniden geçmişteki ilgisini, alakasını doruğa çıkarmaya çalışalım. Ses getirsin. Ne yalan söyleyeyim Mühür Kitaplığı olarak ilk elde yaptığımız olanca ses getirdi. Sağ olsunlar. Ayağa düşürmek bir yana böylesi bir kampanya ile baş üstü, baş tacı yapıyoruz. Hele bir özelden yazılan mesajı burada belirtmezsem kendimi kötü hissedeceğim. Diyordu ki hanımefendi, ‘iki set biri bana diğeri de otobüs duraklarında bekleyen yolculara’ Domino etkisi. İstediğimiz de bu değil mi zaten? Okunmak, şiirin sokağa inmesi arzusu?
Bunu iki yıl önce de konuşmuştuk. Benzer şeyleri daha önce yapanlar olmuştu ve eleştirilmişlerdi, anımsıyorum. Modern zamanlar anlamı bozulmuş kavramları hayatın bir parçası olmayı reddediyor. “şiiri ayağa düşürmek” ifadesi beni dehşete düşürdü. Şiiri okurun ayağına götürmek şiiri ayağa düşürür mü?
200 yıl öncenin düşüncesiydi bu ve doğruydu. Okuryazar oranı, buna bağlı olarak yazarlığı seçmiş insan sayısı, kaynaklara erişim olanakları çok farklıydı. Bugün dünyayı değişen biricat genellikle Amerika’dan çıkıyor ve bunu Ortadoğu’nun taklit etmesi çok kısa sürüyor. Ama kimse bunun ayağa düşmek olduğunu söylemiyor. Bizim dilimizde var bu tür karşılıklar. Bugün kitap dediğiniz şey fotokopi cihazında bile üretilebilen bir şey artık. Yasal koşullar da belli. Kitabı değerli yapan şey nedir? Şairi mi? Yayınevi markası mı? İçindeki şiirlerin niteliği mi? Ya da okurla kurabildiği etkileşimden mi alır gücünü? Ben kitabım bir liraya satıldığında ayağa düştüğünü düşünemem. Ücretsiz dağıtıldığında da… Benim kitabım okurun eline geçtiği halde okur adım ve kitabımın adından hiç olmazsa birini ya da şiirlerimden tek bir dize bile hatırlamıyorsa o bir ayağa düşme durumudur. Bu anlamda umarım tüm yayınevleri benzer kampanyalarla bu rüzgâra destek olurlar. Çünkü şiir şairin tüm şımarık hallerine rağmen işlevlerini yerine getirmekten geri durmuyor. Misal senin bir şiiri okurken yüz hatlarına dikkat ediyorum. Bazen kendi kendine şiiri seslendirdiğini, tonlamalar yaptığını, hızlandığını, yavaşladığını görüp kendi kendime gülüyorum. Hatta birkaç defa neden güldüğümü anlamayıp bozulmuştun da. Seni orada harekete geçiren şey şiirin gücü ve işlevi değil midir? Bu bazen sana olduğun yeri bile unutturmuyor mu?
*Şiir, uykuya kalmış bizlerin uyandırılma işlevine sahiptir. Düşünsene üzerine hızla gelen bir arabanın sende yaratacağı şok etkisini! Bir de çarpma anı kendini kaybettiğin o an! Böyle bir tablo bırakıyor bende okuduğum şiirler. Bizim görmek isteyip de göremediğimiz nice güzellikleri gösterir. Bizim elimizden tutup gezdirir çocukluğumuzun bahçesinde. O zamanlarda aklımızın alamadığı binlerce görüntü ağını yeniden örer. WangBi böyle demişti milattan önce değil mi? Bize kattıklarının yanında, anlamlandıramadığımız çokça şey de var. Şiir bir şey anlatmak zorunda değil diyen dostlarımıza selam çakarak söylüyorum bunu da. Sorumluluğumuz var İsmail. Şiir yazarken, ruhları etrafımızda bir güzel temaşa eden şairlere borcumuz var. Bak orada Cemal Süreya, hemen başının arkasında Şeyh Galip, şu köşede elinde çayıyla bizi baygın gözleriyle seyreden Haşim’i unutma! Kapının eşiğinden o güzel kahkahasıyla giren W.B. Bayrıl’ı, munis tavrıyla Ali Günvar’ı, yazdığı harika şiirlerle Tuğrul Tanyol’u, İzmir’in imbatında bakışlarıyla Veysel Çolak’ı unutmayalım!
Bu konuda seninle anlaşabilmemiz çok da kolay değil. Bu konuda neler söylenmedi ki? Şiirde bir şey anlatmak zorunda olmayabilir şair? Ama bunu beceriksizliğin kılıfı olarak kullanmak da hayli eğlenceli? Madem burası “kirpinin okları” ve edebiyatın dışından da bir kitleye sesleniyoruz daha bazit bir dille anlatalım. Aşçı sizsiniz. Kabul. Ama eti sofraya çiğ getirip “çiğ köfte yerken sesiniz çıkmıyor ama” derseniz bu sadece içinde bulunduğunuz durumun bir parçası olmadığınızı gösterir. Müthiş bir aidiyet sorunu yani… Adam pişirmediği eti öyle baharatlarla yoğurup sana öyle bir sunuyor ki sen onu yerken önünü de ilikliyorsun. Zaten adam bunu beceremeyince soluğu hastanede alırsın. Yani şakası yok. Şiir, canı ne istiyorsa yapar. Bunun tartışması olmaz. Ama senin dediğin etkiyi yapması da bu işlevi nasıl yerine getirdiğiyle ilgilidir. Çünkü ne yazık ki “şiir bir şey anlatmak zorunda değil” cümlesi koca koca şairlerin onca önemli şiirden sonra saçma sapan işlere imza atmalarının da savunması olabiliyor. Keşke belirli bir yaştan sonra şiir yazmak ehliyete tabi olsa… bak bu da saçma oldu mesela, bunu geri alıyorum.
*Cemal Süreya’nın o meşhur söylemi vardı ya, ‘Şiir geldi kelimeye dayandı” sözünü bugün nereye koymak lazım? Şiir geldi bugün nereye dayandı sevgili İsmail?
Vallahi boğazıma kadar dayandı. Boynumu kımıldatamıyorum. İkibinli yılların başında şiir geldi harflere ve sese dayandı diyecek bir ortam oluşmuştu. Kimse pek bunun üstünde düşünmek istemedi. Deneysel süreçler yaşandı ve oldukça zorlu süreçlerdi. Kendi adıma çok faydalandığımı söylemeliyim. Ama bugün şiir kalabalıktan ve gürültüden dolayı kendini tekrar ediyor yalnızca. Ama bunun farkında olan gençler de var ve ben kendi adıma onlardan çok umutluyum… Belki de genç şairlerle en yakın diyaloğu olan editörlerden biri olarak sen bu konuyu daha doğru analiz edebilirsin.
*Biliyorsun, bir şiir kitabı çıkaracak arkadaşıma çok kere sorduğum bir soru vardır. ‘Amacın ne?’ Bunca şairin arasından sıyrılmak bir mesele değil de yazdıklarına ne kertede güveniyor bunu merak ediyorum aslında! Çünkü kullandığı dil şiir dili. Malzeme belli. Bu elbette şair için ya bir araç ya da bir gaye oluyor. Olmak da zorundadır zaten. Zihninde bellediği ne varsa ortaya dökecek çünkü. Bu önemli. Öyle ki Nâzım için malzemeden daha önemli olan gayedir. Afşar Timuçin’in, Nazım Hikmet’in Şiiri, 1990’da, BDS Yayınları’ndan çıkmış kitabında şöyle bir ifade vardır. İlgini çekeceği için alıntılıyorum: “ Öyle acayip bir heriftir ki Kerem, Aslı olmasaydı, yanmak için başka bir vesile bulurdu. Nasıl bulmasın ki, kafasına yanmayı koymuş bir kere… Sebep Aslı da değil, daha derinlerde…” Şimdi sana soruyorum, daha derinlerde olan nedir sevgili İsmail? Bugün belki birçok genç şair arkadaşımızda olmayan nedir?
Gençlerin bir suçu olduğunu düşünmüyorum. Gözlerini bilgiye ulaşmanın kolaylaşan olanaklarıyla açmış bir kuşaktan söz ediyoruz. Ne devraldıkları önemli… Gençler bir şiiri neden beğenip yayımladığını anlatmaktan aciz bir editör hegemonyası devraldı. Kendilerini suni tartışmaların içinde buldu. Büyük şairlerin kendini tekrar ettiği şiirlerin, ne anlattığı anlaşılmayan manifestoların içinde buldu. Bu o kadar zeki bir kuşak ki. Metotları, eğilimleri ve daha pek çok şeyi kısa sürede keşfettiler. Ödüllerin ayağa düştüğünü ve diyalog yoluyla ödül alınabileceğini çabuk kavradılar. Ben kendi adıma bunu kavradığımda otuz dört yaşındaydım. Bugün yirmi yaşında bir genç bu cümleleri kuruyor. Haliyle değişen olanaklar ışığında sosyal medyayı da kullanarak her şeyi yerle bir edeceği düşüncesine sığınıyor. Gençlerin formülü basit: şiirlerin dergilerde çıkar. İki, üç önemli şaire hakaret edersin (ayar verirsin), ödüllerle ilgili tüm koşulları zorlarsın. Sosyal medyada terör estirirsin, dergi çıkarırsın, olmazsa elektronik ortamda yaparsın bunu, bir de jürinin birine kapak attın mı mesele çözülür. Kendini ağırdan satarsın. “ay her yerde görünmek istemiyorum” gibi boyundan büyük sözler edersin… Çok üstüne gelenlere birkaç şair incelemesi yazarsın. Zaten metotlar belli. Şair incelerken yapılacaklar da şunlar:
- kitaplarını sayarsın
- temalarını yazarsın
- temalarını bazı kavramlarla eşleştirip o kavramlar üzerinden yürürsün bir miktar.
- kullandığı sözcüklere bakarsın.
- imgeleri ayıklar alıntı yaparsın.
- çeşitli benzetmeler yaparsın onunla ilgili, tabi cümlenin başına “adeta” sözcüğünü getirmeyi unutmamak koşuluyla.
Tabi dönemin koşulları, güncel izlekleri, içinden çıktığı toplumun sosyal yaşantısından süzdüklerini ve bunları nasıl işlediğini… Kitapları arasındaki derin farklılıkları, benzerlikleri, etkilendiği isimleri, edebiyat bilgisini… Bunları önemsemezsin. Örneğin imge ile mecaz arasındaki farkları. Bunun tarihini, Türk şiirindeki karşılıklarını, hiç olmazsa Şeyh Galip’ten alıp bir Türk şiirinin bir Fransız çevrisi şiirle arasındaki farklar üzerinden incelemek gerektiğini düşünmeyen bir ortamda buldular kendilerini. Ama böyle süreceğini söylemek de herkese haksızlık. Ben bunun farkına varmış gençlerle tanıştıkça geleceğe güvenle bakıyorum.
*Gerçi ben Rilke ve Rodin arasındaki konuşmayı önemserim. Vaktiyle şiirimizin güçlü şairi Hilmi Yavuz’dan dinlemiştim bir söyleşisinde…
Genç bir şaire Mektuplar’dan söz ediyorsun…Kuram meselesinin ölçeklendirilmesi meselesi de benim açımdan dönüm noktasıdır.
*EvetRilke’nin uzun süre şiir yazamadığı bir dönemde, umutsuz olduğu bir anda bir eseflenme ile Rodin “Azizim Rilke, “Neden gidip nesnelere bakmıyorsunuz? Şiir de resim gibi yapılır çünkü!” demiş. Hatta bir ara şiir üzerinde, ‘sentetik’, ‘organik’ tartışmalarının yapıldığı dönemde bunu bir kez daha dile getirdiğini anımsıyorum. Şimdi asılolan şiir. Babamız dahi gelse mevzu bahis şiir olunca bildiğimizden, şiir bilgimizden ödün vermeyiz. Ve elbette vermemeliyiz.
Bir genç şaire mektup yazmayı düşünmez misin? Mustafa Fırat’ın söyleyeceklerini görüyoruz. Şiir ortamı, şairler ve seni şaşırtan şeyleri. Başka isimler de yapmalı. Şiir ortamını en iyi takip eden şairlerden biri olarak Baki Ayhan mesela…
*Bazen görüyoruz. Bir şair poetik çizgisini de değiştirebilir. Hatta çelişen, ‘Hadi canım nasıl yani?’ diye sorduğumuz anlar olabilir. Bu değişkenliğin göstergesidir. Şaşırmamak lazım. Biz okur olarak örnek veriyorum Tuğrul Tanyol’un şiirlerini okurken aldığımız o bireysel haz alanından ki muhteşem kitaplara imza atmış usta bir şairdir; bir dairenin içinde kesişen bir küme gibi yeri geldiğinde toplumsal olana seyir ettirebilir şiiri. Bu bireyin sınırsız özgürlüğüdür. Şairin özgürlüğü. Çünkü şiir özgürlük ile kardeştir. Öyle olmalıdır. Dönem dönem buna ihtiyaç duyar şairler. Nefes almak da diyebiliriz.
Bu söylediğin şiirin bütünü içinde şaire ait en değerli gereksinim. Anakronik bir yanı var sanılan bu alan bir yenilenme alanıdır aynı zamanda. Bu yüzden şiiri kendi yazdığı kalıplarla sınırlamamak da önemlidir. Değişim ve dönüşüm her an kapıyı çalabilecek ve reddedilmesi söz konusu olmayacak bir şartlı tepke değil mi senin için de?
*Elbette. Benim şiirde yola revan olduğum anda şiire bakışım, şiire eğilişimle bugün yazdığım şiir elbette farklı. Bu bazen kaçınılmaz olabiliyor. Ama şiire bakışım, estetik olarak değişen bir şey yok tabiki. Hâşim ne diyordu, “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar”da; “… şair, ne bir hakikat habercisi, ne bir belagatli insan, ne de bir va’zı kanundur. Şairin lisânı ‘nesir’ gibi anlaşılmak için değil; fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır” Bak bu söylem çok önemli. Milli edebiyatın hakim olduğu bir dönemde şiirin tebliğ ve telkinde bulunulduğu döneme bir baş kaldırış olarak okunabilir. Çok önemli. Çok…
Nüanslar var. Artık üstünde durulmayan nüanslar… Sabahattin Eyüpoğlu şiir-anlam ilişkisi ile ilgili “herhangi bir şiirde, hatta bir mısrada açık veya kapalı, basit veya değişken bir “anlam” vardır.” Dedikten sonra şöyle bir ifade kullanıyor: “şiirin şiir oluşu bu anlam ile değildir.” Sanırım kafalar en çok burada karışıyor ya da kırılmaların, dönüşümlerin kesişim kümesi burası. MaxJacob’un “ilham dizginlenmelidir” ifadesindeki muğlaklık burada da var. Kontrol mekanizması şiirsel yaratımın düşmanıdır aynı zamanda. Bu değişkenler arasındaki ilişkinin çözümlemesi Modern Türk şiirinin Ahmet Haşim – Yahya Kemal tartışmaları üzerinden yönetmeye çalıştığı algının da dümenini elinde tutuyor. Ama Türk şiirini bundan ibaret zanneden bir anlayış da başka bir kontrol mekanizmasını yürürlükte tutuyor. Dolayısıyla malzemenin ne olduğundan çok nasıl kullanıldığıdır burada belirleyici olan.
*Bak Yahya Kemal, Ahmet Hâşim çok önemli iki şairdir. Şiir yolculuğunda. Modern şiirin mihenk taşları. Yedi Meşale’nin en büyük kazanımı olan ‘beyaz’ın şairi Ziya Osman Saba arada kalsa da çok önemlidir. Ama üç büyük şair vardır, Cumhuriyet dönemi şiirine yön veren. Bunu ben söylemiyorum. Edebiyat tarihçileri ve estik kuramcıları da söylüyor. Kimlerdir onlar? Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek ve Cahit Sıtkı Tarancı. Şimdi genç arkadaşlarımız İkinci Yeni ile başlayıp bugüne dize düşüyorlar. Ama bu şairler var. Bunlar şiire yön vermişler. Onları takip eden kaç şair var. Okumak lazım. Yine okumak lazım. Yoksa yazdıkları şiirkondu olur! Böyle diyorum ben. Sen de biliyorsun Cumhuriyet Dönemi şiirin en büyük devrimlerinden biri de sen de o üçlüden biri üzerine biyografik roman yazdın. Garipçiler (Birinci Yeniciler) olmasaydı bugün şiirimizin halini düşünemiyorum. Onlara da bakmak lazım. Sadece şiirlerine değil; şiir üzerine yazdıklarına da. Diyeceksin ki gerçi o grubun içinde sonradan şairlerin başkaca durakları oldu! Evet oldu o başka bir konu. Ama şiirimiz İkinci Yeni’den ibaret değil İsmail. Düşünsene 70 toplumcuları gelmiş geçmiş ki içlerinde yaşayanlar şairlerimiz var; 80’li yılların şairleri hâlâ yazıyorlar sağ olsunlar. Bizler yazıyoruz. Şiire adım atmış, kapısından içeri girmiş olan arkadaşlarımız kendi yaşıtlarını okuyarak ses veriyorlar. Ve inanılmaz biçimde bir kapalı devre iletişimleri var. Korkuyorlar sanırım. Birbirlerini okuyorlar. Çok yakında tartışacaklar. Hiç bilmedikleri bir kuyuya düşecekler. Ve bundan bizlerin bile haberi olmayacak!
Üst başlıklar çok etkin. Ara satırlara ayıracak zaman kalmadı gibi geliyor herkese…
*ErcümendBehzadLâv’ı bilmiyorlar sevgili İsmail. Belki bu konuşmalarımızı okuduktan sonra merak edip hiç çıkmadıkları sosyal medyalarına bakıp araştırma yapacaklar. O bilir diyecekler. Kendi aralarında söyleştikleri şekliyle söylersem ‘Google Amcaları’na soracaklar tabi ne kadar düzgün yanıt alacakları tartışılır? ! Bizde ilk gerçeküstücülerden. İlk temsilci. 1940’ta yayınlanan ‘Açıl Kilidim Açıl’ kitabı vardır. ‘Prologia’ girizgahı vardır. Kitabın girizgahı, ve bir çeşit mukaddimesi.Önemli bir şairdir.
Aslında ErcümendBehzad’ıöğretecek deneysel metotlara ihtiyacımız var. Belki bir şairi, yazarı yaşadığı dönemin dışında tutarak o dönemi inceleyecek bir metot üstünde çalışmalıyız. Ercüment Behzat olmadan modern şiiri, tiyatroyu, sinemayı incelemeyi öğretecek bir metot. Bak sana bir sır vereyim. Şu an benzer bir konuyu çalışıyorum.
*Şimdi benim bir koşu Masal’a dönmem lazım. Onunla büyümek zamanım şimdi. O bisiklete binecek ben de yürüyeceğim. Yürümek, en büyük şiirdi değil mi?