Emel İrtem’in Metnine Şerh Denemesi
Sabit Kemal
Son dönemlerde kimi kalemler –Allah ü Teâlâ onları sakınsın- şairler hakkında hermenüetik yazılar döktürmeğe başladılar. Kârîlerin çoğu bu metinlerden anlam çıkaramamakta, ye’ise kapılmakta. Bu fakir de muhterem kârîlere bir nebze katkıda bulunmak için muhterem şaire Emel İrtem’in dergide kıymetli şairlerimizden biri için yazdığı metni şerh etme cesaretine kapıldım.
Emel Sultan buyuruyor ki,
Kendisiyle okur aracılığı ile konuşurken yüreği elinde bütün o yangın yerlerinden derlediği şiirleri bir silah gibi kendi şakağına doğrultmuş. Muhteşem bir kendini imha planının bir parçasıyla bizi kuşatıyor ve sisteme ateş açıyor. Katili yakaladığınızda maktulü de bulacağınız umudunu taşıyorsanız yanılıyorsunuz.
İrtem, son sözcükle okuru uyarıyor. Tepemizdekiler sürekli aldatılıyor diye sizin aldanmanız şart değil! Ey Türk kârîibirinci vazifen ilelebet kanmamaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Fikret her ne kadar “İnan şair, ezeli bir şifadır aldanmak” dese de o, istibdat devri içindir; Cumhuriyet’in nuruyla nurlanmışlara aldanmak uzak olsun.
Şair, Neron’un Romayı yakmasının ardından oraya gider ve şiir derler. Bir yandan da okuru eyleme sokar, kendisiyle konuşmak için onu büyükelçi tayin eder. (Bu arada ‘kendisiyle’ derken ‘ile’ edatını bitiştirir ve ‘aracılığı ile’ derken onu ayrı yazarak kakofoniden nasıl kaçındığını da ortaya koyar. “Maktulü de” derken ‘de’ bağlacını ayrı yazarak Türkçe öğretmenine küfredilmesinin önüne geçer.)
İrtem, ‘gibi’ benzetme edatını da yerinde kullanmış, okurun ‘şiir –silah’ bağlamının yanlış anlamasının önünü kesmiştir. Çünkü kuşaklardan biri –sayısını şaşırdım- “Şiir burjuvaziye karşı bir mavzer olmalıdır” diyordu; İrtem, burada ‘silah’ derken farklılığı vurguluyor: Silah dedikse de bu keleş değil, papyonlu parabellumdur! Şairin sisteme ateş etmesi de muhteşem bir mecazdır: Şair, ateş ettiği zaman kurşun yerine konfeti saçılmaktadır. Böylece insanları ezen sistem, seyirciyi gülümseterek konfeti yağmurunun ardına gizlenmektedir.
Allah korusun, konfeti yerine kurşun sıkılsaydı, fail-i meşhur bu cinayette bilirkişi şair İbnül Emin Ali Günvar’a, avukat şair Murat Çakır’a iş düşecekti! Reklamcı şair her ne kadar cinayet faili olarak tutuklanmasın diye –gerçi tutuklansaydı altı yılcık sonra beraat eder salınırdı- V ile başlayan adını W ile başlatarak izini kaybettirmek istemiştir.
İrtem Sultan önemli bir noktaya daha dikkati çekiyor:
Dil üzerinden kurduğu şiirsel albeniyi soldurmaz. Bir başkalığı vardır, sürekliliği vardır. Hiçbir sekteye uğramadan çarpmadan devam eden sözcüklerin peşine düştüğünüzde sizi bir şeyin parçası olmaya yaklaştırır. Söze olan hâkimiyetiyle o ışığı yakar. Neredeyse sadece şiire ve şiirin ötesine ödenmiş bir hayattır bu.
İrtem’in metnini dikkatli okumak gerekir. Burada ‘hâkimiyet’ derken paradigma değişimine gönderme yapıyor. Eskiden “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” denirken, bundan böyle “Hâkimiyet kayıtlı kuyutlu başkanındır” denecek demek istememiş, bunu sadece imâ etmiştir. İrtem, Nâilî’nin izinden giderek “Dil verdiğimiz yâre nigâh-i gazabından/Tasrîhe mecâl olmadı îmâ ile geçtik” demektedir.
Burada Bâtîni yaklaşıma da dikkati çekmektedir yazar: ‘Sözcüklerin peşine düştüğünüzde” derken sekteye uğranılabileceğini ve sözcüklerin size çarpabileceğini, çarpılmamak için tarikat pirine kendinizi okutmanız gerektiğini hatırlatıyor. Ayrıca okuru başka bir noktadan uyarıyor: Geothe, son anlarında “Işık, daha çok ışık” diye bağırmış, çünkü söze olan hâkimiyeti az olduğu için o ışığı yakamamış. Bizim şairimiz ise ateşi değil, ışığı (!) bile yakabilmektedir sözcüklerle. Etrafa duman yayılmasının sebebi budur! Yoksa çok kişinin sandığı gibi Mustafa Fırat mangalın başına oturup onu yellemekte değil!
Burada Emel İrtem şaire ince, ama çok ince bir eleştiri getirmektedir: Şair hayatını şiire ve şiirin ötesine (dili zenginleştiren bir kavram, fizik ötesi gibi.) adıyor; bu arada eşini ve yavrusunu ihmal ediyor! İrtem, şairi ‘iyi aile babası’ olmaya davet ediyor bir RTÜK üyesi olarak!
Onun dili memleketin toplamıdır. Onları okuduğumuz andan itibaren Rize’den, Mardin’den, Kütahya’dan Şarkışla’dan Ergani’den İstanbul’a doğru hareket eden bir trenin yolcuları olduğunuzu anlarsınız. Bu muhteşem yolculuğun sonunda bir amaç yok, bir ütopya yok, vaat edilmiş bir cennet yok. Yolculuğun kendisine bakmamız gerekiyor. Bizi akılcı olmaya davet eden bir düşbazla yol alıyoruz. Bizdeki bu geçişi büyük bir dalgalanma ve uyumla yaratan pratik zekânın ve duygu yoğunluğunun hedefiyiz artık.
İrtem, okura o kadar para ödeyip trene bineceğinize şairimizin kitabını okuyun. Oturduğunuz yerden İstanbul’a yolculuk eylersiniz, diyerek iyilik meleği olduğunu da bize ihsas ediyor. Yolculuk muhteşem ama üç ‘yok’u var! Bu yolculukta bir bardak kaçak çay bile yok! Oysa Mardin’de mola verildiğinde bir paket Seylan çayı alınabilir. Ama İrtem, trenin penceresinden dışarı bakmamızı istemiyor. Ayrıca düşbazlıkla akılcı olmayı bir araya getirme becerisini de gösteriyor yazarımız.
Paragrafın son cümlesini yorumlamaya, teşrih etmeye bende takat kalmadı.
Zaten Emel İrtem’in bu tespit ve teşhisinden sonra şairin şiirlerine sokakta rastlasanız, size tanıdık görünürler, selam verirsiniz.
Sabit Hoca der ki karıdım
İhtiyar oldum çürüdüm
Akl yoruldu ben yoruldum
Kalem döndürü döndürü