Müşerrih 1
Öndeyiş: Edebiyatımızda ‘şerh’ uzun geçmişi olan bir kavram. ‘Açıklama, yorumlama’ anlamında bu kavramla müşerrihler, kimi yazıları/şiirleri/kitapları enine boyuna açıklayıp yorumlarlar, okura, eseri anlamaları için yol gösterirler. Özellikle ‘el mânâ fi batnı şâir” (anlam şairin karnındadır) kültüründen gelen bir toplum olduğumuz için olsa gerek, günümüzde şairler üzerine yazılan ‘inceleme’lerde yazarlarımız ‘karından’ konuştukları için, bu fakir, okura yardımcı olmayı dert edinip ‘durumdan görev çıkararak’ ‘üzerine vazife olmayan’ işlere haşmetli burnunu sokuyor, tembel okurun yoluna ışık tutuyor.
Mâlûm, ‘tefsir’, süreç içinde Kur’an-ı Kerim’in açıklanıp ayetlerin yorumlanması anlamını kazanmış, ‘şerh’ ise Kur’an dışındaki ürünler için kullanılmaya başlamıştır.
Şerh hastalığı, birçok belâ gibi, edebiyatımıza Arap ve Fars edebiyatından bulaşmıştır. Sanırım henüz tedavisi bulunmamıştır. Ne demiş atalarımız: “Şerhe inanma, şerhsiz kalma!” Eyer şerh olmasaydı sevgili Yunus’umuzun “Adımız miskindir bizim, düşmanımız kindir bizim/Biz kimseye kin tutmazuz kamu âlem birdir bize” dizelerini maazallah ‘bu adam komünisttir” diye yorumlayanlar çıkar. Hatta Yunus’u şahit göstererek Hollanda’ya kin tutmamamız gerektiğini savunanlar bile çıkar! El insaf! Yunus ‘kamu âlem birdir bize’ derken bu ‘biz’in kim olduğunu bilmek gerek. Yoksa bu durumda Nakşî’yi Nurcu ile,Ezidî’yi Hindu ile bir tutmamız gerekecek. Hele maazallah Alevi, Şiî’yi bir tutmak, kesinlikle dinden çıkmaktır!
Sözü uzattık yine. Kimi yazar şiiri trene, kimisi vapura bindiriyor. Kimisi de ona karanfillerle dağ aşırtıyor. Bu derin sözlerin altındaki mânâyı açıklama çabasına girişeceğiz.
İlk çabamızı –Yunus’la akraba olduğu için- Haydar Ergülen’in yazısına yoğunlaştırıyoruz:
Arka kulak
“Kitap daha adından bizi bir ‘yangın’a gönderiyor. Yalnızca gülde değil, külde yangın, ama esas olarak ‘dilde yangın’ çıkarıyor. Şiirleri tutuşturan ‘ateşin’ kelimeleriyle, renkten, kokudan ve ıssızlıktan oluşan bir bahçe kuruyor. Şiirin yalımı gözümüzü alıyor, kıvılcımları ateşböcekleri, yıldızlar gibi büyük bir seyir yaratıyor, ama şiirin ‘iç ateşi’ de için için yanmasını, daha yanarken tütmesini sürdürüyor. Genç bir alev. İçindeki ‘od’ tutuşalı çok olmuş, ‘ateş bahçesi’nin kapılarını açmış, ve o bahçenin bazen ateşten buz kesilmiş, bazen yangınını saklamak isterken daha da büyütmüş kelimelerini dünyaya çağırmış.
Zamanın kor ve kül arasında, hangisi akrep hangisi yelkovan bilinmez, kaldığını haber veren, ateşleyici, işaret fişeği gibi bir kitap Gülde Kerem Yangını. Farklı etkilenmeleri buluşturup kendi şiirinin gölgesine çekmiş. Bu aynı zamanda gelenekleri de buluşturarak geleceğe yöneldiğini gösteriyor Harun Atak’ın.
Gülde yangını göze almak için Kerem gibi bir şair olmak gerek besbelli.
Harun Atak: ‘Kerem gibi yana yana’dan ‘Kerem gibi yaza yaza’ya o şair.”
Usta şair Haydar Ergülen, kendini gençken kabul ettirmiş Harun Atak’ın bize bir sırrını ifşa ediyor: kundakçı! Neron, Roma’yı yaktığında pencereden yangını seyredip hazdan mest oluyordu. Şairimiz, ‘toplumcu’ olduğu için, yangını tek başına seyretmekten mutlu olmuyor, zevk almak yok tek başına, yangın için hep beraber omuz omuza, diyor böylece.
Kimileri ‘yangına göndermek’ sözünden Atak’ın itfaiye müdürü olduğunu sanabilirler. Neron, Roma’yı yakıyordu sadece, oysa şairimiz gülü de külü de yakıyor. Aman buraya dikkat! Farsça bilmeyen cahiller ‘dil’in ‘gönül’ olduğunu bilmeyebilirler. Oysa Ergülen kardeşimiz burada tevriye yapıyor. (Tevriye: Bkz. Edebiyat Terimleri Sözlüğü!)
Atak, gerçekten çok atakmış! Bir eliyle şiir yazarken bir eliyle yangın çıkarıyor, bir eliyle de bahçıvanlık yapıyor! Öbür eli şimdilik boşta.
Bir başka kundakçı Edip Cansever “Yangın”ın ilk iki dizesinde “Dışarı çıkıyorsanız dikkat! çiçeklerle karşılaşmayın/ ya da koklamayın onları, iyisi mi, yüzünüzü örtün şapkanızla” derken Atak’ın bahçesine işaret ediyor. Öyle ya… bu bahçe çok farklı, Bağ-ı İrem’e benziyor! Bu bahçede renk var, koku var, yalnızlık var. Şair, İstanbul gibi dünyanın en kalabalık kentlerinden birinde yalnız kalabilmek adına bu bahçeye sığınıyor.
Yalnız şairimizin atalarının izinden gitmediği açık. Çünkü atalarımız gülşende yalnız başlarına dolaşmazlar, çevrelerinde yürüyen selviler olurdu! Yangından korktukları için ‘gonce-dehenler’ bahçeye gelmemişlerdir. Zaten yangın o kadar büyük ki dumanı buraya kadar gelmekte, bizi maske takmaya mecbur kılmaktadır!
Sevgili okur, sakın yangın kıvılcımlarını ateşböceği sanma! İki sözcük ötedeki ‘gibi’ye dikkatini çekerim. “Şiirin iç ateşi” de seni endişelendirmesin, altı üstü bir ‘ateş’! Aile doktorunun vereceği antibiyotik bir haftada onu yok eder. İyi ki şiirin ateşi var; Allah korusun, kanserli şiirlerin hastalığını teşhis etmek büyük bir çaba gerektirir. Dua edelim ki şiirin iç ateşi olsun, teşhis ve tedavi kolaylaşsın.
Nüfus cüzdanına bakılarak onun “genç alev” olduğu anlaşılamaz! Çünkü alevlere henüz cipli kimlik vermeye başlamadılar. Bize düşen, bu genç aleve iyi ve hayırlı yaşlanmalar, dilemektir.