Arda Cevahir
Şiirselliğin Fenomenolojisi
Eğer şiir sözcüklerden oluşuyorsa, şu durumda tek bir sözcük bile şiir yazmaya yeterdi: Aşığım. Dışsallıkla içselliğin tek bir varlık fonundan yansıdığı bu söz karşısında biz de yargıda bulunurduk: Kime âşık, yoksa aşktan kastettiği kendi mi? vb. Ne var ki dil, varlıkla ilişki olduğu ve varlık da çoklukta göründüğünden, sayıca sonsuz terimi bir araya getirmekle de anlatımın olanağı tek bir sözcüğe bağlı kalamaz. Böyle olması için, örneğin şu kalemin, bize tek bir varlık boyutundan sözcük olarak yansıması gerekirdi: Siyah kapaklı, kartuşlu, mavi… O zaman da bu ayrı niteliklerin onu tek başına oluşturamamış olması, kalemin var olmaması gerekirdi ki gereksiz bir düşünce bu. Kalem, kalemdir. Onu ortaya koyan niteliklerin bütünlüğü olarak da bize kendinin ötesinde, sayıca sonsuz bir sözcük çeşitliliğiyle görünecektir. Peki, ama şiir nasıl “sözcüklerden” oluşabiliyor ki? Kuşkusuz şu, sözcüklerden üzerinde bile, kaşla göz arasında bizi yanlış yola sürükleyen bir yanılsama mevcuttur. Meselenin kökenine inmek ve sorunun sözcükle girişilen bir ilişki olduğunu görmek için fazla zahmete gerek yok; çoğul ekini atmamız yeterli: Şiir sözcükle yazılır. Böylelikle, söz konusu olan sözcükle girişilen ilişki değil de, sözcükleri farklı nesnellikler gibi düzenleme edimiymişçesine, sorunun özünden saparak “sözcüklerle” ortaya konan bir yan yana getirme oyunundan da vazgeçmiş oluruz. Ama acaba şiir sözcükle de yazılıyor mu? Bu durumda, aynı anda çevireceğimiz iki pedal bulunuyor demektir: Hem şairin sözcükle giriştiği fenomenolojik ilişkiyi aydınlatacak ve sözcüklerin, bu ilişki gereğince şiirdeki konumunu açıklayacak hem de dağınık bir odadaki eşya yığınını bir rafa dizercesine sözcükle oluşturulan şiirin biçimci özelliğini yansıtmış olacağız.
En başta, sözcük nedir? Karşımda duran şu bilgisayar, her şeyden önce ben olmayandır. Kendinde vardır, o aynı zamanda başkası olmayandır da. Bağlı olduğu sonsuz bir görünümler dizisinde kendi nitelikleriyle kendini yalıtır: Bilgisayar. Onu pencere ya da masaya göre daha da kendinde kılmak istersem, niteliklerinin bir dökümünü yaparım: Diz üstü, gri renkli, geçen yıl bir arkadaşımdan aldığım ikinci el bilgisayar vs… Varlık, bana birlikte-çokluğu içinde görünür ve bu çokluğu sağlayan da onu diziler boyunca var eden bilincimin tanıklığıdır, sözcük bu dizilişlerin zamana yayılmış parçalı birliğidir ve her sözcük, bilincimin ona kazandırdığı şu üç fenomenolojik ekstazı kendinde taşımak zorundadır: a) ben olmayan b) kendinde olan ve c) başkası olmayan. Daha şimdiden, sözcüğü, onu şiirin birimi sayan, Heiddegger’in terminolojisiyle söylersek, kategori temelli kurucu öğe vasfı veren idealist yanılgıdan kurtarmış ve egzistansiyal varoluşuna kavuşturmuş bulunuyoruz. Peki, ama neden şu söylem değil de bu söylem, şiir oluyor? Sözcükle girişilen bu ilişki gereği, şiirin sözcükten oluşması ve “İşten çıkıp eve gittim,” tümcesinin de şiir olması gerekiyordu. Ama olmuyor işte. Belki de sözcükler yerine sözcüğü geçirerek bir ilerleme sağlayacağımız yanılgısına kapıldık. Terimleri tersine çevirip, şu şekilde: “Gittim eve işten çıkıp,” biçiminde yazdığımızda bir değişiklik oluyor mu? İlk bakışta ve sıklıkla sanıldığı üzere, kendini duyuma üstünkörü sunan bir müzikalitenin varlığı bize şiirsellikle görünüyor gibi. Ama acaba aslı nedir bu müzikalite denenin? Gerçekten de, şiirde böyle bir şey sanki mümkünmüşçesine tüm poetik düşünümlerin kapısından memnun döndüğü şanlı bir yanılsamadır bu. Sembolistlerden beri yanlış betimlenmişti; ardında ontolojik bir gerçeğin yattığından kuşkulananın çıktığı da söylenemez. Haşim için olduğu gibi, sözcük uyumları ve anlam kaygısı arasında gidip gelen bir şarkısallık, Veli için, Valéry’nin elmada saklı gıdası gibi, taşları birleştiren anlam sıvasıydı, bugün bile, modern şiir çözümlemelerinde sözcükten imgeye bir geçişi temsil ettiği söylenebilir. Böylelikle de sözcük ritmik öğeye indirgenmiş olur. Buna göre, ritm, dizeler boyunca sözcükler arasında akarak onları örüntüleyen anlam ırmağıdır. Fakat bu durumda, aynı sözcükler, eğer anlamda bir farklılaşma yoksa gittim eve işten çıkıp derken kavuştuğu müzikaliteyi, işten çıkıp eve gittim, derken, niye edinemiyor? Yoksa acaba, öğelerinin sürekli kendi olumsallığından ötekine doğru bir kopuş formunda yansıtılmış olması mı, müzikalite olarak görünüyor? Terimlerinin kendini ötekine doğru aşmak ve tamamlanışını onda kazanmak zorunundaki bağlılıkları mı, onu şiirsel kılıp da bize ritmsellik diye yansıyor? Dahası, bu müzikalite ya da ritm, gerçekte yoktur ya da sanıldığı haliyle yoktur. Şiirselliği sağlayan devinimi aydınlatmamızdan önce, onu varmış gibi göstererek ontolojik gerçeği perdeleyen bu sisi dağıtmamız şu durumda yerinde olacaktır.
Bu devinim, sözcük birimleri düşünce tutkalıyla yapıştırarak sağlanmak istendi. Şiir sözcük birimlerden oluşuyordu ve bir sözcükten diğerine nasıl geçileceği, örneğin Süreya için şu basit formülle çözümlenebilirdi: Sözcüğün aynı zamanda duygu ve düşünce olduğu kabul edilip, kaşla göz arasında fizik düzlemden psişik düzleme sıçramak yeterliydi. Sözcüklerin birer birer düşünceyle tutturulması değil de, bir düşüncenin sözcük parçacıklara bölünmesi, demek ki söz konusuydu. Böylelikle, kendini modern diye yutturan bugünkü imgeci anlayışın eline de kararlı bir tutum verilmiş oldu: Sözcük şeylerle birlikte, şeyler de sözcük kılığında bilince buyur edilince, imge de hem sözcük hem şey, hem de sözcük-şey olabilen masanın fizik düzlemden psikoloji düzlemine bir aşırılışı oluyordu. İmgenin modern şiir algısında yeni bir bilinç malzemesi olarak ortaya çıkışı da bu yüzdendi işte: Hem sözcük hem de düşünce olabilen, kendini bir düşünümün sözcüklere yansıması gibi de veren, içi sözcük üstü düşünceyle sıvalı hazır briketlerdi bunlar: Masa, masa olmanın ötesindeki şu diğer imleme göndermenin de aracısıydı; bu bakımdan şiirde imge söz konusu olduğunda, ampirizm kılığa bürünmüş şu türden hurafe yığınıyla karşılaşmak da kaçınılmaz oluyordu: İmge, imgesi olduğu düşünceye göndermenin aracısıdır. Örneğin Bay Ö. İnce’ye kalırsa, imge yeniden üretilen bir şiir birimidir, imge bizi başka bir gerçekliğin çağrışımına sürükler ve şiir her algıda yeniden üretilmiş olur. Böylelikle, algıda düzenlenme şiire özgüymüş gibi başka her nesnelliğin elinden alınmış olduğu gibi, şiirin de bir nesneye indirgenmiş olduğu gözlerden kaçırılmış olur. Sözcük birim gitmiş yerine imge birim gelmiştir; bununsa, sözcükleri düşünceyle yapıştıran yaklaşımın atacağı bir sonraki adım olduğu ne yazık ki anlaşılamamıştır.
Bunlar bizi tatmin edebilir mi? Sözcüklerin, kâğıt üzerinde çatılmalarından apayrı olarak önceden imgelemde işlenmiş düşünce kalıbı biçiminde kâğıda aktarılmasından başkaca, ne yenilik olmuştur? Adeta Haşim’in taşlarla tek tek uğraşan el emeğinin yerini, bunlara düşüncede hazır sıva atmak almıştır. Ya da öznelliğin bu yanına geçersek, şair, tasarı düzeyinde kalmakta, sözcükleri, düşüncenin tasarımı gibi vermekte, sanki böylelikle de yaratma düzeyini okura terk etmektedir. Şimdi artık imge birimler, gündelik dil gibi sözcüklerden oluşup ama aynı zamanda gündelik dilden de apayrı bir varoluşa sahiptir, yana yakıla gündelik dilin ötesine geçmek diye övünegeldikleri şey de bu işte. İmgenin kendi dışındaki anlamın tanıklığına bizi sürüklediği böylesi bir yaklaşımda “yeni” olan ne vardır? Aralarındaki birlik tanık bir bakışça (sezgi) sağlanan bu devinimsiz düzenleşmeye Haşim’de rastlamıştık zaten, sadece sözcük kalıplar yerine imgeler art arda diziliyor şimdi. Dolayısıyla imgenin şiir olup olmama koşullarını da sözcüklerde aramak gerekecek. Çünkü şimdiye kadarki imgeci yaklaşımların sorunu çözmek şöyle dursun, üzerine çadır germekten başka işe yaramadığını ve biçimselliğin kökeninde duran sözcüklerden öteye gitmediğini görüyoruz. Kendi aralarında düzenleşen birimlerin birbiriyle ilişkisi, acaba nasıl oluyor da kendileri dışında oluşabiliyor?
Eğer “şiir sözcüklerden oluşur” diyorsam, en başta, sözcükleri birleşmek üzere ayrıştırmış olduğumu da kabul ederim. Fakat birleşme nasıl olacaktır? Bir dizeyi ve onu oluşturan sözcükleri ele alalım: a, b, c, d, /aldım bıçağı canıma dayadım. Bu, şiir midir ya da aralarında şiirsel bağlantı var mıdır? Almak, bıçak, can, dayamak sözcükleriyle bize iki yönü olan tek bir etkinlik sunulmuş ve bu da dize olarak yansıtılmıştır. Ama acaba dize
midir? Bize hemen, bunun görece olduğu, dolayısıyla dize de olabileceği söylenecektir. Ama biz de bu yargının tanıklıktan ibaret olduğunu, şu tümcedeki sözcükleri birleştiren şiirsellik bağlantısının içerden tanımlanmamış olduğunu söyleyeceğiz. Şiiri sözcüklerle oluşturmak, her şeyden önce dünyayı ve bilinci, olguyu ve aşkınlığı birbirinden ayırmaktır. İşten çıkıp eve gittim. Gitmeyebilirdim de. Çamaşırları toplayıp bulaşığı yıkadım. Buradaki bağlantı, bir tanığın bakışında dışsallıktan ibarettir ve eğer bu tanıklık olmasaydı, bu iki söz öbeğini ilişkilendirmek de imkânsız olacaktı. Ama eğer bu iki yönlü ilişkinin tanık bir bakışça düzenlenişinden ötürü şiir olmadığını savunuyorsak, şiirselliğin de dışarıdan sağlanmayan içsel bir ilişki olması gerekir. Süreya’yı ontolojik düzleme taşıyarak da olsa, sözcüklerin düşünce birliği taşıdığını öne sürmek bir çözüm olamaz. Çünkü bu sefer de alt alta dize olarak sıralanmış yargıların hangi düşünsellikte birleştirileceği kadar, bu düşüncenin kendini nasıl maddi öğelere (dizelere) bölüştürdüğü sorusu gündeme gelecektir. Daha önemlisi, düşüncenin tanıklığında birlik taşımaları, sözcükler kadar dizeler arasındaki geçişli birliği de bize sağlamayacak ve karşımızda birbiriyle ilgisiz biçimde bir araya getirilmiş sözler düzenleşmesi bulacağızdır. Her dize, kendi sınırları dâhilinde bütünden yalıtılmış bir parça olacaktır ve onların birliğini, artık Veli’nin şu duvarın bütünlüğünden bakması bile sağlayamaz. Aralarındaki ilişki kendileri dışında sağlanacağından, birbirleriyle önce ve sonra ilişkisinden kopartılıp sonsuz donukluğuyla bakışımıza yerleştirilecek; ama alt alta sıralanmış bu eşit ağırlıktaki basamakların aralarındaki ilişki de aşılmaz bir uçurum olup çıkacaktır.
Kollarında eski balık dövmeleri
teodor kasap perhiz ahali içmez
ay türkçe rakı çıkmıştır kapalı
ve geniş muhlis sabahattin’den
ayşe opereti ne güzel bir hiç (Ece Ayhan, Çapalı Karşı)
Her dizede, birbirleriyle içerden bağlantılandırılmamış sözcükler arasındaki bağlantıyı bize sağlayan, kendisi şiirsel olmayan dışsal bir bakışın tanıklığıdır. Buna şiir, diyebilir miyiz? Şöyle denilecektir: “Elbette. Konuşurken sözcüleri tek tek ve bağlantısız değil, bir çırpıda ve düşünce bütünlüğü içinde söyleriz. Şiirsellik için de dizenin bir düşünce birliği taşıması yeter.” İlk bakışta haklıymış gibi görünen bu yaklaşımın, iskambil kulesi gibi kendi üzerine yıkılacağına kuşku yok. Sözcükleri tek bir düşünce çizgisinde birleştiren böylesi bir bakışın, şiiri günlük konuşmayla bir tutması bir yana, sözcükler arasındaki aralıkları düşünce kremasıyla doldurarak gözlerden gizlediği de ortada. Tıpkı Veli’nin sözcük tuğlaları daha belirgin kılmak için duvarın bütününü anlamla sıvamasını andırıyor. Ama az önce hiç değilse bir düşüncenin kendini sözcüklere yayması söz konusuydu, şimdi ise bundan tümüyle men edilmiş bulunuyoruz: Saf düşüncenin şiir kabul edilmesi söz konusu. Dolayısıyla, ortaya Kant’ın a priori sentetik hükmüne benzer sözcüklerle belirtilmiş bir düşünce koyup şiir olduğunu savunmak hiçbir işe yaramaz; sözcükleri birbirleriyle ilişkileri içinde açınlamak derdindeyiz çünkü düşünce eriyiği içinde ortadan kaldırmak değil. Kaldı ki düşünce örtüsü altında sözcüklerin birbiriyle özdeşliğinin korunması bir yana, onları bütünlükte tutacak şu düşüncenin de bir doğrusal çizgide onları birleştirmesi yeterli olmayacaktır: Birlik sağlayıcı üstünlükle üzerlerine çıkabilmesi için yargı formunda bir tümellik de kazanması gerekir: “Ters yutulmuş jilet pazarlığında eksi punk”(k.İskender, Şair Abi) Şiirin maddi öğesi konumundaki şu sözcüklerden, onları birleştiren şu maddi olmayan düşünceye, fizik öğelerden psişik düzleme nasıl bir hokus pokusla zıplanabiliyor acaba? Ters yönden bakacak olursak, kendisi şiirsel olmayan bu yargısal düşünüş, aynı doğru çizgisindeki vagonlar gibi dizdiği şu sözcüklere şiirsel devinimi nasıl kazandırabilecektir? Şiirsellik için, a, b, c, d, öğelerinin doğrusal bir çizgide bütünleşmeleri değil, öğelerin birinden diğerine geçişe izin verecek biçimde döngüsel bir kopuş formunda düzenleşmeleri gerekir: dayadım bıçağı alıp canıma. Ele aldığımız dizeye hem birliği parçalanmış bir yapı, hem de bu parçalılığın döngüsel olarak sürüp gitmesini sağlayacak bütünlüğü kazandıran işte onun bu içsel formda taşıdığı kopuşluluktur. Doğrusal önce sonra ilişkisi tepetaklak olmuştur ve sonradan önceye, geçmişten geleceğe, gelecekten de geçmişe doğru sürekli bütünden bir kopuş, bir geri dönüşüm söz konusudur, sözcükler arasındaki ilişki, sırasal doğrultuda onları dışardan gören bir tanığın bakışında mümkün olmak yerine, tanığı gereksiz kılacak biçimde içerden sağlanmıştır. Ak akçe kara gün içindir ya da yuvayı dişi kuş yapar. Bütün bunlar da, aynı biçimde, olgudan aşkınlığa, aşkınlıktan olguya, nedene doğru sökülmeye imkân verecek biçimde sonuçtan kalkarak düzenleşmiş olmalarıyla şiirseldirler. Buna birazdan değineceğiz ama şimdi, düz çizgi üzerinde, aldım bıçağı canıma dayadım, işten çıkıp eve gittim, biçiminde sırasal doğrultuda dizildiklerinde, sözcüklerin bu düzenleşmeyi onlara sağlayan tanık bakışça şiirselleştirilemediklerini, dahası bakışın kendisinin de şiirsel olmayan bir yargısallıkla sözün göğünde asılı kaldığını belirtmekle yetinelim: Sözcüklerin birinden diğerine geçişle sürekliliği sağlanan bu yargısallık düşünsel bütünlük gibi varlığını sunarken, sözcüklerin diğerine doğru geriye kayışındaki bütünden kopuş da şiirsellikmiş gibi kendini verir. Sonuç olarak, şiirsel olmayan sözcükleri bir doğrusal çizgide buluşturan da yine yargılayıcı konumda bir şiirsel olmayan, ebedi donuklukta bir tanrısallıktır: “saydam zırhlarla korunmuş büyük şemsiyesi gündeliğin…”(Mungan/ Anakin)
Daha önce, Haşim, Veli ve Süreya için şiirin bilinçdışına sürüklenmek diye söyleyegeldiğimiz şey buydu işte. Rolünü oynama çabasındaki oyuncu gibi, şiiri ortaya koymaya çalıştıkça şair olmayan olarak o çabanın ardına düşüyorlardı, şiirlerinin ardında şair olmayan olarak bulunuyorlardı. Gerçekte de, benim şairliğimle şair olmayan benimi ayıran, bu olmamaktır. Ben, olmayan olarak şairimdir, olmaya doğru sürekli kendiliğimden kopuş formunda ben kendimin uzağında olmamla ki şair olmayanımdır. Yine de bu, ben şair değilim, demek de değildir. Ben, düpedüz şair de değilimdir, çünkü şair olduğumda ben olmaktan çıkmam gerekir ki bu da mümkün değildir. Dolayısıyla ben, olmayan olarak şairimdir. Yazarım, beklerim, tasarlarım, vazgeçerim, kalkıp giderim. Olmanın kendi üzerine dönüşlü bu çifte edimli bilinci, genellikle psişik bütünlüğünden soyutlanıp bilmeye dayalı çift bilinç olarak görülmek istenmiştir. Böylelikle de bilgiyi temellendiren iki ayrı bilinç katmanıyla karşılaşılır. Biri, edimin dolayımsızlığı içinde şiirini yazan, diğeri de bir dolayım olarak kendine yazdıran iki ayrı bilinç dikilir karşımıza, böylelikle de şair, şair olduğunu bilendir. Yine de bu bilenin varlığını onaylamak için, onu bilecek tanık bir bilinç daha gerekecektir ki bu da bizi bilenin kimliği konusunda sonsuza gönderecektir. Sonuç olarak, şairin varlığını konumlandıran hep şair olmayandır; şu masayla sandalyenin yan yana getirildiği tarzda sözcüklerle şiir yazmaya çalıştıkça rolünün ardına düşen sokaktaki adamdır. Şair olmayanın bu şekilde anlaşılması, bilincimin ontolojik özelliği olarak olumsallığıma yönelik bir olumsuzlama olarak değil de olma çabasındaki herhangi biri olarak açığa çıkması, bizi düşünce düzleminden çıkartıp şiirin ne olduğu sorusuyla varılacak bilgi kipine sürükler. Şiir bir nesne kadar bilinebilen bir şeydir, erimin dışındadır ve onu ortaya koyabilmek için kimi öğretici yapıları izlemek gerekir. Şiir zanaattır, yani bilen öznenin bilme nesnesidir. Fakat böylelikle, önce yazıp da sonra mı bilinçlenildiği, önce bilip de sonra mı yazıldığı anlaşılmaz olur, yaratılanla yaratıcı arasındaki varoluş farklılığı, bilmeye dayalı toprak örtüsünde anzısın ortaya çıkar ve maddi ya da şiirsel olmayan düşüncenin, şiir denen şu şeyi kendinden nasıl çıkardığı bilinmez olur. Şiiri daima eşyanın varlık kipinde nedir sorusuyla yanıtlamaya çalışan girişimlerin başarısızlığı bundandır. Her koşulda, kendisi şiirsel olmayan, dahası şiirle ilgisiz bir bilinç, parçaları bir araya getirmekle bize şiir denecek bir yapı, bir şiir bilinci göstermeye çalışır. Bu bilincin bilinci de onun bileni olarak şair olmayandır.1 Bütün bu nesnel bilinç, onun edimi olduğu ölçüde geçmişidir de; bu şair olmayan bilge, geleceğe doğru atıldığı her edimin, her dizenin ardında bir oyuk, bir sığınak gibi asılı duran doğasıyla bilincin bilinci olarak durur, merhamet sahibi bir hayırsever gibi her edimi geçmiş kipte ve ebedi donukluğu içinde seyrettiğinden, geçmiş ve gelecek ilişkisi de tepetaklak olur: “Bakakalırım giden geminin ardından” Şair için geçmiş gelecektir. Böylelikle, biz de, kökenden itibaren birbiriyle temelden farklı iki şairce varoluş saptayabiliriz: Birincisi, ardında tuttuğu geçmiş doğasının görüş alanından dünyayı bir tuvaldeki nesnelerin ebedi donukluğunda resmeden, diğeri de, kendini atılmışlığı içinde algılayıp edimde biçimleyerek dünyayı akış halinde kavrayan yaklaşımdır. “Birbirine karışır tavuklarımız, bilmezlikten değil, fukaralıktan.” Dahası, bu bakışlardan biri için, dünya, içinde yer alınan bir mekân, diğeri içinse içinden geçilen bir akış demektir. Şairi, sığındığı bu ebedi kımıltısızlıktan dünyanın bağrına indirip zamansallaştırabilecek miyiz?
Çünkü insan zamansaldır. Şair olmayan, sözcüklere dışsal bağlantıyla şiirsellik kazandıramıyorsa, şiirselliği dizeye içsel olarak kazandıran düşüncenin kendisinin de şiirsel olması gerekir. Bilen-bilinen, bilinç- bilinci ikiliğinin yerini, bütünlüğü bölünme tarzında gerçekleşen kendi üzerine dönüşlü bir bilincin psişik birliği almalıdır. O halde şiirsellik, birliğini bölünme formunda sağlayan bir bilincin varlık tarzı olarak açığa çıkabilecektir İşten çıkıp eve gittim, dediğimde, benim için var olmanın bir tek boyutu vardır. Bu anın, bu durumun ötesine geçmeme imkân sağlayacak hiçbir şey yoktur; yeşermiş bir ağacın varlık fonunda kendi olumsallığımın kalıpları içindeyimdir. Ama olamamak yönünden bir olumsuzlama işin içine girerse, cennet çayırındaki bu ufak çıtırtı beni dışlanmanın çölünde üç zamansal boyutla özgürlüğüme terk eder. Artık, belirli bir anın donukluğundan kurtulup var olmanın bütün boyutlarında birden var olurum. Sözcükleri düşünceden ayrı ele aldığımızda, onlara düşüncenin birliğini kazandıramadık. Aynı biçimde düşünceyi sözcüklere yaymak istediğimizde, sözcüklere en ufak işleyişi bile olmadan oyun dışı kaldı, şair olmayan, sözcükleri bir çizgide birleştirdi ama şiirselleştiremedi. Şiirsellik art arda ve olumsallığı içinde yalıtılmış yapılar arasında gerçekleşmez. Kendi tamlıkları içerisinde olgudan aşkınlığa ya da tersine olarak öznelden nesnele geçişin olanaksız olduğunu da az önce gördük. Gerçekten de, sözcüklerle düşünceyi, nesneyle öznelin, özle biçimin ayrıldığı tarzda ele almak, onları sonradan birleştirmek üzere aralarındaki ilişkiyi de kendilerinin dışına havale etmek olacaktır. Ama olumsuzlamayla birlikte, bir andan diğerine geçme ve orada var olma olgusu, yapraksız kuru bir ağaç formunda, sürekli kendi olumsallığından ötekine doğru kopuş formunda ve kendini bir diğerine doğru aşarak tamamlanışını onda kazanmak zorunundaki sözcüklerim için de geçerli bir varlık tarzı olur, dizenin çelişik birlik bütünlüğünde varoluşu, tanığın bakışında ebedilikten kurtulup kendiyle içsel bir devinim haline gelir: Gittim eve işten çıkıp. Öğelerinin sürekli bütünden koparak, tamlanışı bir sonraki sözcükte sürdürmesinde hiçbir öğe diğeriyle bağlantısız değildir burada. Aynı biçimde:
…..a
….a
….b
….a
dediğimde, a ve a olumsallığı arasına olumsuzlayan bir öğe olarak b’nin girmesi, özdeş kipte süren a olumsallığını bozguna uğratır ve kendinden öncesini olmuş olacak olan olarak kendinde sürdürürken, kendinden sonraki olacak olmuş olana doğru da varlığını sürükler, ayrışmaz sıkılıktaki bölünen birlik vasfını yapının tamamında sağlayıp dörtlüğü şiirselleştirir. Buna, eksildikçe çoğalmanın çelişik birliği diyebiliriz. Bu bakımdan, şiir söz konusu olduğunda, ancak kendini hem yansı hem yansıtan, hem de yansı-yansıtan bütünlüğünde çelişik birlik formunda sunan yapılara, şiirdir, diyebileceğiz ki öğelerini sürekli kendi olumsallığından ötekine doğru kopuş formunda yansıtsın ve bu öğeler, kendini bir diğerine doğru aşmak ve tamamlanışını onda kazanmak zorunundaki bir olumsuzlanmayla birbirlerine sımsıkı bağlı kalsın. Bununla birlikte şiir bölünmezdir: Yuvayı dişi kuş yapar. Bizi sürekli aşkın bir dünyanın bağrındaki olgusallığımıza, olgusallığımızdan da aşkınlığımıza gönderen bir düşünce doluluğudur bu, yuva, kuş, dişi sözcüklerinin yan yana getirilmesiyle oluşturulmadığı gibi ne tek başına yuva ne de dişi kuştur. Kendini kendi varoluşuyla ayakta tutan bir düşünce bütünlüğüdür; hiçbir düşünce de gelip parçal öğelerine soyutlayamayacaktır. Suyun üzerinde batıp çıkan bir nesne gibi sürekli kendini oldurmak için çırpınan, düşünceden düşünceye yapıp bozmalarla kendini olduran bir devingenliktir. Bu durumda, Ö. İnce’nin az önce yukarıda söz ettiği, imgenin ardındaki bir düşünceye bizi şu sevk edişi ne demek oluyor?2 Ak akçe kara gün içindir, dediğimde, bunu şiirsel kılan, bizi durmadan imgeden düşünceye düşünceden de imgeye gönderen çelişik birlik bütünlüğündeki yapısıdır; imgenin varlığı, sözcükleri birbirine bir anlam oluşturacak biçimde lehimlemekle oluşmadığı gibi, hiçbir imge de bizi ardındaki bir anlama ya da düşünceye göndermez. Anlam çoğu kere yanılagelindiği üzere sözcükler arasında akarak onları örüntüleyen ırmak ya da daha iyisi, Valéry’nin elmada saklı gıdası değildir, (bu bizi yeniden özne-nesne ikiliğinde sözcük-birimlere götürürdü) kendini aynı anda hem anlam hem de imge bilinci olarak sunan dizenin bütünüdür: “Fırınların önüne kurşun yağdırsan nafile.” (İ.Berk, İstanbul) Tıpkı, yapraksız bir ağacı zamansal bölünmüşlüğünün üç boyutundan ayrı düşünemeyişimiz gibi, imgeyi de kendi varlığını olmanın üç tarzından ayrı düşünemeyiz: Hem şiirin hem de imgenin varlığı üç boyutludur:1) içeriğindeki anlama bizi göndermesiyle, yansıyan değildir, 2) anlamın kendisi olmasıyla yansıtan değildir ve 3) sürekli birinden diğerine geçişi olanaklı kılacak biçimde yansı- yansıtan çiftinin kendi üzerine dönüşlü bütünlüğüdür. Şiir, ne tek başına imge ne de düşüncedir, birbiri için var olmak üzere hem imge hem düşüncedir. Kuşkusuz, bu, birbirlerine katıştırmak için ilkin ayrı ayır var olan bir imge ya da düşünce olduğu gibi bir düşünceyi de bize yasaklamış olur. Bu durumda, şiirsel imge, kendini imgeleştiren bir düşünce ve karşı yönden de, düşünceleştiren bir imge bütünlüğünde dünyayla girişilen sıkı bir ilişkinin imleyen imlenen bütünlüğüdür. Ki böylelikle şiir, tarihsel akışla ona sıkıca bağlı bir eylem ve bir devinim olarak açığa çıkabilsin. Beri taraftan, bu sıkı ilişki, vazoyla masanın kurduğu tarzda, bir hale, bir yere …da olmak biçiminde mekanist bir ilişki olmak yerine:
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil (C.Süreya/ Üvercinka)
Ontolojik içerikte girişilmiş bir münasebet olarak gerçekleşebilecektir: Havva anan dünkü çocuk… ya da yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine… Böylelikle şiirsellik, var olmak için kendisine gerekecek tanığın bakışından kurtulup dizeye içsel bir devinim haline gelir. Bu nedenle her şiir, imge boyutunda da, bize, olmuş olan, olmakta olan ve olacak olmuş olanın bütünlüğü olarak kendini sunmak zorunundadır.
Notlar:
1-Haşim’de şairaneye doğru sözcükleri törpüleyen bu bilinç, Veli’de şairaneyi yoksayıp olmayan kipindeki o ham bilinci, şair olmayanı esas bilinç olarak öne sürmüş ve şiirin bu iki bilinci arasındaki uzlaşmazlığı keyfince noktalamıştır. Bunun gibi, şair olmayanı şiirin edimsel bilinci önüne geçirmekle Dağlarca da, şair olmak için şiir yazmaya gerek olmadığını söyleyebilmiş, fakat İkinci Yeniyle yeniden o ilk yuvaya, şairanenin bilinç düzeyine dönülüp şair olmayan şiirin dışına sürüklenmiştir. Süreya’nın, “Bizce şiir en çok biçimdir,” derken biçimden kastettiği, özün ardında gizlendiği şekil değil, bizatihi kendisine dönülecek bilincin(şairanenin) kuracağı özyapıdır.
2) Nitekim, Mungan’ın “saydam zırhlarla korunmuş büyük şemsiyesi gündeliğin…” sözünün imgeyle, şiir ya da şiirsellikle de uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bunun gibi, yüzlerce örneği temsil etmesi bakımından örneğin ” sen gelince yüzüme eğildi içindeki gökyüzü,” türünden lafların da imge ya da şiirle ilgisi bulunmamaktadır. Meğer ki imge, şiirde, sıradan algının imgesinden başka bilinç münasebeti olmak kadar, dünyayla girişilen bir ilişkiyi bize göstersin.
Bireylikler dergisinin 40.sayısında yayımlanmıştır.

