Mehmet Sait İmret, 1983 yılında Batman’da doğdu. Çukurova Üniversitesi Almanca Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Almanca-Türkçe ve İngilizce-Türkçe şiir çevirileri yaptı. Halen İzmir’de Almanca Öğretmenliği yapmaktadır.
2019 yılında “Üç Beş” adlı ilk şiir kitabı yayımlandı. İkinci şiir kitabı “camın ciğere gittiği” ise 2023 yılında Düşünce Yayınları’ndan yayımlanmış ve 2024 M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü’ne layık görülmüştür.
***
Burçin L.A.: Düşünce Yayınları, Biz Poetik serisinden çıkan, camın ciğere gittiği şiir kitabı, yaşamı derinden hisseden bir kalemin acıları sakince canımıza batıran dizelerinden oluşuyor. Felsefi bir derinliğin ve acılı bir tarihin izinde ömrün dağılan bütün parçalarını toplayan şiirlerden oluşan bu kitabın öncelikle ismiyle başlamak istiyorum. İlk bakışta okuyucuyu düşünmeye düşünceye sevk eden bu ismin kitapta bir bölümü var. Bu bölüm;
annem söylerdi
cam ciğere yavaş yavaş gider
cam
ciğere
yavaş yavaş
dizeleriyle başlıyor ve bölüm boyunca şiirlerin ciğerine gidiyor bu cam. Anne faktörünün etkisi de yadsınamaz elbette. Bu isim, bu ismi içine alan bölümün oluşum aşaması nedir?
Mehmet Sait İ.: Kitabın anne sözüyle başlaması ve anne sözünün yazıya dönüşmesi benim için aynı hafızaya işaret ediyor. Anne ve yazı unutmuyor. Bu unutmama hali bir şekilde yol gösterici oluyor. Ama evlat ve söz hata yapmayı seviyor. Ben de unutmamak için annemin sözü ile başladım. Cam ciğere yavaş yavaş gider dedim, camı izleye izleye…
Hata yapmayı seviyorum, hata yapmak bana mükemmel bir varlık olmadığımı hatırlatıyor. Bu insanın hem üstün bir yerde olmadığını ifade ediyor hem de görmeyi, hayıflanmayı, zayıf durmayı, kendisiyle ya da gördükleriyle yüzleşmeyi sağlıyor. Zaman lineer bir çizgi halinde ilerlemiyor. Sürekli bir sıçrama haliyle belleği yokluyor insan. Hafızanın o ilk biriktirmeye başladığı yerden yorumluyor yaşamı insan. Dert ne ise, hareketi o belirliyor. Kimi zaman koşturup yalnız kalmamızı sağlıyor, kimi zaman durdurup kendisine yakalanmasını sağlıyor. Cam metaforu da belleğimde ilk biriktirmeye başladığım, geriye baktığım alan imliyor. Bu imleme hali akronik bir seyir izliyor kendi içinde. Annemin sözüyle başlıyor geriye dönüp baktıklarım. Dil, anlatı ilk annenin sesiyle birleşiyor hafızada. Sözle. Katmerlenerek biriken sözler hayatin durmaksızın ilerleyen telaşında görünmez olur. Bir vakit geldiğinde yavaşlamayı, durmayı, kendine bakmayı becerdiğinde hafızayı da yoklarsın. Bundan sonrası artık geriye bakarak ileriyi yasamak olur. Dert, anakronik gidiş gelişlerin karşılaştığı yerde açığa çıkıyor. Bir sözle de izahın kapısını aralıyor. Ciğere oturanlar, kucaklaşmayı en çok istediğimiz öznenin kelimesine sığınıyor. Başladığım yer tam olarak orası aslında.
Burçin L.A.: Kitabın genelinde olan şiirler ve isimlerinin sıralaması ince düşünülmüş bir düzende ilerliyor. Önceki kitaptan da tanıdığım, sizin kaleminize ait bir özellik bu. Camın ciğere gittiği şiirinden sonra ilk yer, ilk zaman, ilk ten, ilk ev, ilk uyumak, yaşadıkça yer, yaşadıkça zaman, yaşadıkça ten, yaşadıkça ev, yaşadıkça uyumak, son yer, son zaman, son ten, son ev, son uyumak ve perde şiiriyle son buluyor bu bölüm. Yaşamın dokunduğu acıyla evirilmesini baştan sona tüm aşamalarıyla anlatır gibi…
ilk defa yaşamak bu
sözüyle sahici aşkı ve içindeki camların şiirlerde geziniyor ve bu bölüm
dünyanın dörtte üçü suydu
dörtte biri kahır
uç ve bucak
dizeleriyle son buluyor. Bir öykü kurar gibi, şiirler ve isimlerinin kurgusal olarak doyuruculuğu şiiri başka bir boyuta taşıyor. Bu kurgunun oluşumu nasıl oldu? Önceden belirlediniz ona göre mi şiirler oluştu? Neler söylemek isterseniz?
Mehmet Sait İ.: İnsan yeniden başlarken belki bir tercih olarak unutmayı seçiyor, unuttuğunu sanıyor. Bazen bu bana acımasızca geliyor. Yeniden başlarken olmuş olanları unutarak yaşamı yeniden örebilir miyiz? Yeniden başlamak gerçekten bir ilk başlama hali midir? Bu şaşkınlık hali aslında biraz da kendime. Camın Ciğere Gittiği’ndeki ‘ilk defa yaşamak bu’ imgesi aslında bu şaşırma haliyle süregiden hayatın içindeki insanların hikâyeleriyle denkleşen bir yerde. Sonra fark ettim ki insanın en çok sarıldığı yerler zamanla baktığı yerlere, sonrasında da nefret ettiği ya da özlediği yerlere dönüyor. Burası şiirin kendini kurgulamaya başladığı yere de tekabül ediyor aynı zamanda. Bazı şeylerin ilk, yaşadıkça ve son halleri var. Hepsi ayrı güzel.
Fakat bir de insan faktörü var ve bununla beraber sosyal varlık olma zorunluluğu. O zaman da hiçbir şey istediğimiz gibi olamıyor ve sadece bazı konularda eşitlenip önümüze bakıyoruz. Kahır bence insanın değdiği dörtte bir ve maalesef.
Burçin L.A.:
seni çok sevdim
hiç kullanamadım
diye başlayan bölüm aşkın ve ayrılığın ne kadar derinden yaşayıp yaşatılabileceğini gösteriyor. Bu söz, başlı başına şiir ancak; aşkın, ayrılığın, yokluğun zamanıyla insanın nasıl baş edemediğini vurgulayan şiirlerin bölümüne, ömre bıçak saplayan geçişini yapıyor. Aylar, günler, saatler ve dakikaların anlamı, anlamsızlığı yönünden irdeleyerek farklı bir tarz ve bir bütünlük oluşturan şiirlerin sevginin yaşadığımız çağda çabucak tüketilmesine de bir karşı çıkma, başkaldırı gibi. Şiir isimleri bu bölümün başında şöyle; üç ayın yokluğu, çeyrek yıl, üç ay, on üç hafta, doksan gün, doksan gece, günde bin dört yüz kırk defa, iki bin yüz altmış saat, yüz yirmi dokuz bin altı yüz dakika yedi milyon yedi yüz yetmiş altı bin an, o kadar… Şiirler, zamanın içine doğru bir iğne batırırken yine bağlantılı olarak ilerlemesi özenle örülmüş bir ağ gibi tutuyor okuyucuyu. Bu bölümün sizin açınızdan anlatmak istediği, amacı ve ulaştığı yer neresidir?
Mehmet Sait İ.: Seyyidhan Kömürcü bir dizesinde ‘Zaman hızlı da vakit geçmiyor’ der. Vakit bize ait olan ve içinde yasamaya çalıştığımız, oyalandığımız bir yer. Üç ayın yokluğu şiir başlıkları üç ayın yıla, aya, haftaya, güne, gece-gündüze, saate, dakikaya, saniyeye ve ana döndüğü bir kurguya sahip. Zaman hepimizin ömrüne bir güzellik katıp bir şey alırken vakit olarak yaşadığımız şey bizde farklı tezahür ediyor. Kimimiz bir güne geçti diye bakarken, bir hastane koridorunda yaşam ünitesine bağlı sevdiğini bekleyen için an an geçiyor. Peki, kimin gözünden bakacağız zamana? Elbette kendi gözlerimizle bakacağız. Ama yazının bir güzelliği sadece bize ait olanı değil de bizden gayrıyı da yazmak. O yüzden, o zamana birçok yönden bakmak istedim. Öfke olsun da istemedim. Çağın bu denli bizi tükettiği yerde sevgiyle de bakmak istedim.
Bir de insan bir şeyi söyleyemediği için, bazen çok şey söylemek zorunda kalıyor. Bir şey diyebilse aslında onca şeyi demeye gerek kalmayacak. Bazen hayatı etrafımızda döndürüyoruz. İyi mi oluyor bilmiyorum.
Burçin L.A.: Aynı bölümdeki birkaç şiire ve dizeye bakmak istiyorum.
bu durmak
benim ömrümden uzun
dizeleriyle beklemenin karanlık kuyulara atılmaktan farksız olduğunu betimliyor adeta… Beklerken zamanın kıymetini, anlamını kaybetmesini, durmanın sakinliğinde hiç yorulmadan iyimser olabilecek bir üsluba bürünüyor.
bu çoğalmak gittikçe azalmaz
dizesi geliyor sonra ve yitirilen zamanın, sevginin insanı ruhunu azalttığını anlatıyor sanki.
durup karşıdan öfkeme baktım
bir şeye bir yere
bir ölüye yavaş yavaş alışıyor gibi baktım
dizesinde onca ölümün yüksek sesi sakince duruyor karşımızda.
o gün
gece çok uzun bir şey gibi durdu karşımda
dizesi de derinden etkileyen bir ses gibi gecelerin acıların sığınağı olduğunu bir kez daha vurguluyor. Sonra bu durmak tesiri yüksek bir boşluğa evriliyor.
İçimden geçen bütün boşluklara baktım
sözünden sonra Sözün Boşluğu da ironiyle şiir oluyor. Bölüm yavaş yavaş biterken, yitirilirken her şey Takat şiiri gelip duruyor karşımızda;
rengini yitirmiş bir gökkuşağım var benim
her rengi
kendi ağzımın içinde boğmuşum sanki
İnsanın kendine yaptığı, yaşamının değersizleştirilmesi kötülüğü göz kırpıyor burada sanki. Renklerin insanın içinde olduğunu hatırlatan umutla, yaşamı kendinden yoksunlaştığını işaret ediyor.
Bu kadar derinden dizelerin bıraktığı izde yaşamın kendisiyle uyumlandığını hissetmek de okuyucu açısından ufuk açıcı bir deneyim oluyor. Siz de durup bütün yaşama ve dünyaya bakarken neler hissettiğiniz? Bu boşluk, yokluk, azalmak ve çoğalmak en çok yaşamın nerelerinde bulunur, şiire nasıl yansır ve yansımalıdır?
Mehmet Sait İ.: Bir tembih olarak “insan konuşarak çözdüğü şeyleri yazmamalı, şiir konuşarak çözülemeyen şeylerin yazı ile çözümleme arzusudur” diye duymuştum. Sonra Sait Faik Abasıyanık’ın “yazmazsam deli olacaktım” sözü aklıma geliyor ama ben de “yazmazsam ölürdüm” diyorum kendimce. Konuşarak çözülemeyen şeyler ile yazmazsam ölürdüm arasındaki bağlam hep beni cezbetti. Biraz da bu iki yerin arasındaki yeri şiir için çok önemsedim. Yaşamda diyalektiğe inanırım. İnsanın görmeye takati kalmıyor bazen. O takat olunca bir yerde azalmanın başka bir yerde birikmek için olduğunu görürse o zaman biraz da eksilmeyi ve eksiltmeyi de sever. Oysa hayata karşı çok konforluyuz. Tüm yaşamımızı gördüğümüz ve şahitlik ettiğimiz bir mutluluk parametresine bağlıymış gibi düşünüyoruz. Bu yeni bir şey bulmamızı da engelliyor. Herkesin çelişkiye kötümser baktığı bir çağda, insanla yaşamak zorunda olmamın çelişki yaratmanın ilk taşı olduğunu bilmek çok hoşumuzu gitmiyor. Çünkü çoğumuz güvenli ve deneyimlenmiş bir hayatın bir kopyasını istiyoruz. Bu da insanı bir düzene koyuyor. Bu düzen bireyin kendisiyle uyumunu değil, toplumsal bir varlık olarak başkasıyla uyumlu olmasını getiriyor. Kitapta bu tgyere dokunduğumu hissediyorum. Öfke ile sakince beklemenin insani huzuru. İstemek ile imtina etmenin naifliği. Arzu ile akışa hürmetin nezaketi. Bana göre azalmak ve çoğalmak, varlık ve yokluk çoğu zaman aynı şey. Bir de boşluk var insana dair, bu boşluğun hem diyalektik olarak karşılığı yok, hem de anlam açısından bir karşılığı yok. Bu boşluğa ne koyup dolduracağız bilmiyorum.
Burçin L.A.: Ve “eleni”… Bu şiiri görünce “Üç Beş” şiir kitabındaki “eleni”yi hemen anımsayarak gülümsedim. Bitmeyen bir aşk, şiirlerinizde, kitaplarınızda yaşayan ve yaşayacak olan bir aşk; eleni… Bunun kitaplar arası güzel bir bağlantı olması dışında bir aşkın süreğenliğini, yitirilmeyişini, sanki eski çağlardan kalan bir kalbin izini sürdüren mısraların ferahlığını sunuyor. Aşk, acı, ayrılık, yalnızlık, ulaşamama, imkânsızlık ne olursa olsun aşkın o sıcak ellerine dokunuyor bu şiir. Bunu da birkaç dize ile de ispatlıyor;
gözlerin ilk gördüğüm deniz
dizesi vuruyor ilkin, sonra
herkesin bitmesini dahi istemediği
çok sevdiği bir sancısı var
bitmesin
diyor ve bu sancılı dizeler, aşkın güzelliğine doyuran bir umudu yaşatıyor ve
bir aklıma düşüyorsunuz
aklım düşüyor bedenimden
teslimiyetin hafifliği geliyor, benliğe bir vurgun yapıyor.
Bazı şairlerin şiirlerinde kullandığı bir sevgili ismi oluyor; Lavinia, Monna Rosa, Üvercinka, Piraye ve liste uzar gider. Sizin o ulaşılmaz sevgili isminiz de “eleni” diyebilir miyiz? Eleni şiirleri ve aşkın şiirlere yansıması ile ilgili neler söylemek istersiniz? Şiir ve aşk arasında nasıl bir bağlantı kurarsınız?
Mehmet Sait İ.: Cemed Loma’nın çok sevdiğim bir dizesi var. “Kim ne derse desin dünyanın en büyük acısı aşk acısıdır” diye. Muhtemelen daha trajik şeyler de vardır, coğrafyamız buna uygun. Akılda kalan rakam ile akılda kalan anı arasına içimizde hissettiğimiz çok trajik bir dünya var.
Şiirde sevgiliye seslenir gibi konuşmak konforlu bir alan veriyor yazarına. Öyle ki sessizliğin içinde bir monolog haliyle ilerliyor dizeler. Şiirdeki aşkınlık aslında bize ilişki ile aşk arasındaki farkı da gösteriyor. Birçoğumuz aşkı ve ilişkiyi karıştırıyoruz. İlişkiden aşk bekliyoruz, aşktan da ilişkiye dönmesini. Asıl kaybımız o zaman başlıyor. Aşkta uyum gerekmez, hele yazıda olunca da hiç gerekmez. Yazının aşkınlığı da bize ayak bağı olmaz. Ama ilişki bir zorunluluk silsilesi içinde gelir. Sabah çöpü birinin dökmesi gerekir, yatağın hep ayni tarafında birinin yatması. Ama şiirde koca bir çöp yığını içinde de yaşanabilir, yatağın istediğin tarafında da uyuyabilirsin. Buradan bakınca şiirin birine değil, bir duyguya ait olduğunu düşünürüm. Şiirdeki monolog hali sarsıcı bence.
Bana göre şiir hiç romantik değildir ve akıl ile örülüdür. Bir romancının koca bir kitapla anlattığı şeyi bir şair bir satır ile verebilir, ki veriyor. O yüzden ben aşk ile şiir ilişkisi kuramıyorum. Belki kayıp veya varlık duygusunun biz de yarattığı enerjidir. Bu enerji ise sadece şiire başlamak için yeterlidir. Sonrası akıl işidir gibi gelir bana.
Eleni bir sevgili değil de birine rahat rahat konuşmanın verdiği huzur. Cevap yok. Bazı soruların cevabı sessiz kalmak. Bir sorunun cevabını alabilmek maalesef bir yarış getiriyor ya da bir cevabın sorusu olması. Yazıda cevap yok ve bu yazarın asıl istediğini istediği gibi kurgulamasını ve hayatı ayıklamasını sağlıyor. Bu çok keyifli.
Burçin L.A.: Çaresizlik
kim ne dediyse yaptım
Bu kısa şiirin olduğu son bölümde yaralı şiirlerden oluşuyor. Çünkü coğrafyamızda yaşanan birçok acıya dokunmuş, acılara direnmiş, acıları unutmamış, acıları hatırlatmış… Coğrafyanın kader ve bir o kadar da keder olduğu “insana dair döngü bir ve sen dahil” ve “insana dair döngü iki ve sen dahil” şiirlerinde derinden bir haykırışla açıkça görülüyor.
şanslıysan-
egemen bir dilin
egemen bir ırkın
egemen bir dinin
dizelerinde ırkçılık ve ayrımcılık zulmüne maruz kalan bir sesleniş
şanslıysan
her yerde sesin sana ait
dizeleriyle tamamlanıyor adeta. Ve unutmamak için
Buraya ağır ağır yanan bir sivas yaz
Buraya patlama yaz
Buraya birdenbire patlayan bir ankara yaz
Ve kendini ağlaya ağlaya ikna ettiğin bir ülke yaz
diyor şiir. O zaman dünyaya gelmeyi, doğduğun coğrafyayı ve yaşamı tamamen sorgulamaya yönelerek yine
durup içinden dünyaya bakıyorsun
dizesiyle her şeyin aynı kaldığına şahit olunuyor. İnsan olmaya başla diye buyurulan şiirden yaşamdan insan olarak çıkmanın zorluğu ve varoluşsal sorguların bütününde ilerliyor. Elbette ki yazın sanatının gücünü toplumsal yaralar parmak basarak, eleştirerek hatta çözüm üreterek kullanmalıyız. Bu nedenle bu kitapta da hala yanan bir Sivas olması, Sivas’ın sonsuza kadar içimizde yanacağını gösteriyor. Sizce toplumsal olayların sanatla, bu sanatın her dalıyla ilgili olarak, nasıl yoğrulması gerekir? Coğrafyanın sanata etkisi, sizin gözünüzden nasıldır?
Mehmet Sait İ.: İnsan dünyaya zaten yaralı ve eksik geliyor. Geldiği bu yer de yara ve eksiklik yaratmaya devam ediyor. Çoğu zaman toplumsal sorunlarla hemhal olmak bizi kendi kuytumuzdan alır, beraberce bir mücadele alanına götürür. Burası insanı ferahlatır.
Hayata karşı mücadele etmenin elbette çok fazla yolu ve yöntemi var. Sanat entelektüel bir şeymiş gibi geliyor bana. Sadece sanatçı ya da yazarın kendisi değil de, aynı zamanda metni ya da eseri mücadele eder gibime geliyor. Bu açıdan bakınca metin ve yazar ilişkisi daha çarpıcı hale geliyor ve kıymet artıyor.
İktidar ve ezilen ilişkisine gelince, insanın olduğu her yerde zaten kavga var. Bu kavgada egemenler hep şanslı ve doğum ile elde edilen ilkel bir şey ile kavgasız yaşamanın huzuru içinde. Bu tuhaf bir gerçek. Alışkanlıklar, dünyaya bakma biçimi, teolojik eğilimler, artı değerle ilişkileri öteki olanlardan çok farklı. Bir de dünyanın her yerinde kendisini devlet gibi gören ‘hazır sever’ bir kitle var. Genelde de bu kesim devletlerin ideolojik, teolojik ve toplumsal yapılarına yakındırlar ve devletlerin ne olduğu konusunda yaşayan birer örnek gibi dururlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, çok tiksiniyorum bu kesimlerden. Bir şeyi geliştirmeyen, itiraz etmeyen, herkesi biat etmeye çağıran, kendi halinden memnun ve gururlu kesim. Bunun tam karşısındaki kesimse ezilenlerdir. Onlar da durmadan egemenlerle benzerliklerini bulmaya çalışır. Bunu daha çok kentteki toplum ilişkilerinde görürüz. Buna elbette itiraz edeceğiz. Hem yaşamda keskin bir şekilde buna işaret edeceğiz, hem de yazıda tabi.
Burçin L.A.: Son Bir Tembih… Kitaptaki bütün dizelerin, sözlerin üzerini ince bir tülle örtüp kalbe sirayet eden şiirlerin orada kalması için koruma altına alır gibi bir şiir.
Kalan alışmıştır seni öldürmeye
Ölmekten vazgeç
Alışmak sevmeyi öldürür bilirsin
Öldürmekten vazgeç
İki öldürür
Çok olmaktan vazgeç
Şiirin bu dizelerinde, yaşamak için gerekli tembihlerinin sadece yaşamak için değil, aşk için ve yalnızlık için de şiire yansıdığını görüyoruz. Yaşamak, mutlulukla yaşamak için tembihlere, telkinlere ya da başka bir olguya, duyguya neden gerek duymalıyız? Siz gerek duyar mısınız? Ölümün kıyısından dönüşler için vazgeçmeyi, vazgeçebilmeyi yaşam felsefesine dönüştüren bu şiir için neler söylemek istersiniz?
Mehmet Sait İ.: İnsan dilden önce de bir döngü içindeydi ve bu döngü kendi hayatına yetiyordu. Fakat her insanın aynı deneyimden geçmek zorunda kalma durumu dilin ortaya çıkmasını ve deneyimin yaşanmadan aktarımına imkân sağladı. O yüzden ilk sözcükleri bulan insan muhtemelen duygusuna söz geçiremediği için duymak da istedi. O anda çok şey bulmuş olsa da, çok şey de kaybetti. Bu sefer insan kendi bağımsız dünyasının dışında bir şey duymaya, teskin edilmeye olanak sağladı. İnsanın nereden geldiği ve nereye gittiği konusundaki kafa karışıklığı artık sözün gölgesindeydi. O yüzden kim ne düşündüyse söyledi, imkân bulan yazdı. Kimi zaman bunu sembollerle, kimi zaman harflerle yaptı. Bu tembihmiş gibi geliyor bana.
Ben insanın ikinci bir insanla kurduğu ilişkide kaybetmeye başladığını düşünürüm ki, insanın sosyal varlık olmasına da şerh koyar. O yüzden de ilk sese gidip vazgeç demek istedim. İnsan nihayetinde yalnız ölür de, tüm yaşamını birinin yanında huzurlu ölmenin hayali peşinde harcar. Güzel duygular bunlar ama varlık alanımıza uygun olmadığını hissediyorum. Huzursuz ve güzel ölmeyi seçiyorum.
Burçin L.A.: Latife Tekin’in “bir şiir herkese dava açabilir” sözüyle başlayan camın ciğere gittiği şiirleri biraz puslu, biraz kırık bir ayna tutuyor insan yaşamına.
Son bölümü de Seyithan Kömürcü’nün
“Senden sonra dünyada çok önemli şeyler oldu
ama ben de sizin eve baktım.”
dizeleriyle başlıyor. Bu epigrafların sizdeki yerini de merak ediyorum. Bununla ilgili seçim aşaması nasıl oldu? Önceden belirleyerek mi yoksa şiirlerden sonra mı seçtiniz?
Mehmet Sait İ.: Bir sözün insana dava açabileceğini Latife Tekin ile bir sohbetimizde şahitlik ettik. Bu söz benim birçok duyguma tercüme oldu sanki. Hepimizin hafızasında birkaç şiir mutlaka vardır, bize dava açan. Bu sohbetimizde ‘camın ciğere gittiği’ dosyasının aslında bana dava açtığını hissettim. Herkese de dava açsın diye diledim.
Sevgili Seyyidhan Kömürcü’nün ‘senden sonra dünyada çok önemli şeyler oldu/ama ben de sizin eve baktım.” dizesi de çok gerçek bir şeye işaret ettiğini düşündüm hep. Ki Seyyidhan Kömürcü bu dosyaya çok omuz verdi, beraberce okuduk defalarca. Emeğine teşekkür ediyorum.
İnsanın insanla ilişkisi tuhaf bence. Hepimize ilişkilenmek için çok mantıklı bir yer gerekir ya, insan bazen de alakasız veya kendisiyle alakalı bir yere dalar. İşte o dünyada olan mühim şeyler bazen sizin için ilk sırada olamıyor. Bundan elbette acı duyarsınız ama birinci şey olmaz. Çünkü birinci şeye siz karar veremeden o birinci şey olmuştur. Birbirimizi kandırmaya gerek yok. Mesele o eve bakmak.
Tabi kendi şiirime bir yol çizerek çıkmadım. Yolda oldu olan. Ama yolda olanın da, hayatın olağan akışına uygun olmasını istedim. Nihayetinde şiir bazen gür bir ses ile dayanır kapınıza, bazen de ses etmeden durur orada. Ben bu dosyam da sessizce dursun orada istedim. Bu benim bakmama da iyi geldi.
Burçin L.A.: camın ciğere gittiği M. Sunullah Arısoy 2024 Şiir Ödülü’nün de sahibi oldu. Bunun için çok tebrik ederim, çünkü ruhunuzdan taşan bu şiirleri ödülle taçlandırmak şarttı ve dilerim ki nice ödülle yücelir. Bu ödüle, kitabın hangi aşmasında dâhil oldunuz. Bu ödülün sizin için önemi nedir ve ödüllerin şiir açısından önemi sizin açınızdan nedir?
Mehmet Sait İ.: Çok teşekkür ediyorum. Daha önce dosya halindeyken bir ödüle katılmayı hiç düşünmedim. Dosya 2023 yılında Düşünce Yayınları etiketiyle basılınca ödüle başvuru yaptık. Her yıl Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı (KEGEV) tarafından düzenlenen M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü jürisinde Hidayet Karakuş, Ayten Mutlu, Ahmet Özer, Çiğdem Sezer, Halim Yazıcı gibi kıymetli yazar ve şairler var. Jüride benim de çok sevdiğim ve yazısını bildiğim üstatların olması beni ayrıca onurlandırdı. Tabi ödül sadece bir işareti teşkil ediyor. Gerisi şiirin ve okurun maharetidir. Ben şiirin çok yalnız olan bir şey olduğunu düşünürüm. O yüzden şiir ya kendi yolunu kendisi bulur ya da başka bir şeye yol açar. O açıdan ödül şiirimin biraz daha görünmesine katkıda bulundu diyebilirim.
Burçin L.A.: En başta söylediğim gibi yaşamın felsefesine sakince durup bakmamızı isteyen bu kitap acının, aşkın dinginlikle nefes gibi içe çekerek yaşamı tam olarak kavramamızı sağlıyor.
durup içinden dünyaya bakıyorsun
dizesindeki gibi, durup yaşama, aşklara, acılara bakıyorsunuz, sorgulamanın en nahif haliyle ve sessizce, sonra bütün suskunluklar içinizde yankılanıyor. Bir suskunluğu bulup kanatıyor, bir yarayı ve kabullenmenin huzuru merhemini de sürüyor bu şiirler. O yüzden siz de suskunluğunuzu bu şiirlerle böldüğünüz için ve bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. camın ciğere gittiği şiirlerinin yolu hiç bitmesin, yeni şiirleriniz için de yeni suskunluğunuzun bitmesini bekleyeceğiz.
Mehmet Sait İ.: Sevgili şair Burçin Laçin Altay, öncelikle size çok teşekkür ediyorum ve Aksi Sanat ailesine. İncelikle hazırlanmış sorulardı. Keyifle okuyup anladığım kadar cevap vermeye çalıştım. Yazıya emeğiniz için tekrar teşekkürler. Sevgiyle…