Yaralı Zarafet, kişisel kırılmayı kamusal dile çeviriyor: Hatırlayamamanın siyaseti, “gri”nin ahlakı, reddedişin etik gücü… Pürüzsüz başarı masalına küçük, ama etkili bir taş. Batmankaya, armağanın reddinden başarı mitinin ikirciklerine kadar modern görünürlük rejimini didikliyor.
Ezgi Sena Hanzade
Bazı kitaplar tür sınırını değil, insanın dayanak eşiğini zorlar. Murat Batmankaya’nın Yaralı Zarafet’i işte böylesi bir emeğin ürünü: Aforizmanın çarpan etkisiyle karşılıyor okuru; sonra aforizmaya eşlik eden metinlerle düşünsel ağını örüyor; arkasından gelen “perde” metinler ise okurun zihninde ikinci bir sahne kuruyor. Anlıyoruz ki yazarın muradı, tek nefeste tüketilecek bir “özlü sözler” toplamı sunmak değil; tersine, çağın kırılganlık rejimini kültür eleştirisinin diliyle sorgulayan bütünlüklü bir mimari inşa etmek.
Bu mimarinin merkezinde “zarafet”, dolayısıyla incelik, mesafe ve ölçü var; yüzeyi cilalayan estetik tutum yerine yarayla sınanan bir etik tercih edilmiş. Temel iddia yalın: Kırılma, tecrübenin yoğunluğunu artırabilir; yeter ki o çatlağa bakacak cesaret bulunsun.
- Kavramsal eksen: Kırık, iz ve kimlik
Kitabın en berrak kavrayışlarından biri, kırığın “kusur” olarak damgalanmasına yaptığı itiraz. Yazar, Japon estetiğindeki kintsugi göndermesiyle kırığın değere dönüşmesini tartışırken mesela şöyle bir cümle kuruyor: “Her kırık, bütünlüğün zıddı değil, geçmişin iziyle çizilmiş bir haritadır. O iz olmasa, nereden geldiğini unutursun.”
Bu aforizmaya eşlik eden metinde ise kırığı hafıza ve tanıklıkla ilişkilendiriyor: “İz bırakmadan geçen hiçbir şey kimliğe dönüşmez…”
Takip eden perde metinde de Paul Ricoeur’ün anlatı-kimlik düşüncesiyle karşılaşıyoruz. “Kimlik, yekpare bir öz değil; kesintilerin, ara başlıkların, rotanın değiştiği eşiklerin toplamı” deyiveriyor usulca. Derken altını çiziyor bazı kelimeler: “Kırıklar, yön göstermez belki, ama yönelim biçimini tayin ederler. Neyi nasıl taşıdığımızı, nereden neyle geçtiğimizi belirlerler.”
İyi de yapıyor, çünkü metin bu bağı açıkça kuruyor: “Her çatlak, her iz, anlatının içine işlenmiş bir ara başlıktır…”
Buradan çıkan sonuç: Yaralı Zarafet kırılmayı estetik bir poz olarak yüceltmiyor; yön tayini sorusu haline getiriyor. Kırığı, bir “geçmiş kalıntısı” olarak kabullenmek şöyle dursun, onu “gelecek pratiği” için işaret taşı kılıyor.
- Malzeme-estetik: Aforizma + eşlik + perde
Kitaptaki her bir metin üç tabakalı: İlki aforizma, ki bir “şok” üretiyor; ikincisi aforizmaya eşlik eden şiirsel tınılı metin, ki bu da şokun ardındaki düşünsel yükü taşıyacak iskeleti örüyor; üçüncü tabakada bir “perde” metin, okuru, bir örneklem sahasıyla kültürel-psikolojik bağlama yerleştiriyor. Bu yapı, malzeme kullanımını göstermelik bir üslup oyunundan çıkarıp okuma ritmini ritüele uyarlıyor: Çarpma – düşünme – teşhir/temas.
Örnek vermek gerekirse… 37’nci metinde aforizma, saadeti armağanı reddediş üzerinden tartışıyor: “Saadet, uzatılan elma şekerini, kimden gelirse gelsin kabul etmemektir bazen – yokluğu zira, varlığından daha kıymetlidir.” Aforizmaya eşlik eden metin, şokun yükünü makul seviyeye düşürüyor: “Çoğu zaman, bize ne verildiğinden ziyade, kimden geldiği belirler kabulümüzü. Ve reddediş, bir vazgeçiş değil; bir hatırlayıştır.”
Eşliği takip eden perde metinde ise armağan ilişkisini Baudelaire’in “borçlandırma” itkisiyle birlikte düşünüyor; kabul kadar reddin de ahlâki eylem olduğunu hatırlatıyor.
Aforizma tek başına hoş bir zekâ parıltısı gibi okunabilirdi; ama yazan bununla yetinmiyor, eşlik metniyle sadakati alıp ekonomiye uzanıyor, ardından da etik sosyolojiye kadar genişletiyor.
Bir başka düğüm 13’üncü metinde… Aforizmanın “gri” pasajında: Burada siyah-beyaz yargı düzeninin dışında kalmanın bedeli tartışılıyor; Haneke, Bauman, Arendt referanslarıyla “gri”nin konformizmle bağı kesilip vicdanın yavaş devinimi olduğuna işaret ediliyor.
Bence bu, kitabın en verimli eleştirel damarlarından biri: Toplumsal hızın yarattığı “algı baskısı”na karşı griyi etik bir uyarı olarak konumlamak.
III. Kültür eleştirisi: Hız, görünürlük, “miş gibi” çağı
Batmankaya, kırılganlığı psikolojik bir duyarlığa sıkıştırmayı düşünmüyor; modern görünürlük rejiminin yan etkisi olarak okuyor. Mesela sosyal medyanın parıltılı yüzeyiyle içsel yoksunluk arasındaki makas açılmasına söz getirip “miş gibi”ler boğulmuş bir yaşam standardına nasıl dönüştüğümüzü anlatıyor bir bir. Bu tespit, kitabın farklı aforizma ve perde parçalarında dolaşsa da, ana damar şu soruda düğümleniyor: İyi de, dayanıklılık miti ile kırılma deneyimi yan yana nasıl yaşayacak?
Yanıtlardan biri, başarı söylemine açılıyor. 16’ncı metinde başarı, akıl ile vicdanın “tokalaşması” gibi anlatılıyor; o tokalaşmanın çekmecelerinde utanç ve tereddüt de bulunuyor: “Başarı sadece zekânın değil, vicdanın da ikna edilmesidir… O onayın çekmecelerinde kimi zaman tereddüt, kimi zaman utanç saklanır.” Böylece başarı, pürüzsüz bir ilerleme çizgisi değil; melez, kuşkulu, içi titreyen bir uzlaşma olarak görülüyor. Bu, güncel “kendini markalaştır” telkinlerinin steril yüzüne atılmış ölçülü bir taş.
- Hafıza siyaseti: Unutma, hatırlayamama ve kırılganlık
Kitap, kırılganlığı “şimdi”nin duygusu olarak kurmuyor; hafıza rejimiyle de ilişkilendiriyor. Ricoeur’e dönerek “hatırlayamamak”ın açtığı boşluğu vurgulayan perde metni, unutmayı gömmeye; hatırlayamamayı ise yükü sırtımızda taşımaya benzetiyor. Bu ayrım, güncel travma dilinin klişelerinden sıyrılıyor: Mesele yalnız hatırlamak/unutmak dikotomisi değil; adı konmamış yankıların politikası.
Bu çerçeve, kırılganlığın “kişisel gelişim” jargonu tarafından evcilleştirilmesine karşı da koruyucu bir kalkan sağlıyor. Öyle ya kırıkla meşgul olmak, niye içe kapanık terapötik bir uğraş olsun ki… Kamusal bir dille deneyimi devreye sokmak dururken.
- Yön değiştiren ışık: Kırılma bir başlangıç olabilir mi?
Bir metnin perde bölümünde Asghar Farhadi’nin Bir Ayrılık filmine gönderme yapılıyor; kırığın salt acı üretmediği, aksine yol değiştirdiği fikrini sinematik bir örnek üzerinden açıyor: “Kırık… filmin sonunda bir sonuç değil, bir başlangıçtır.” Clarice Lispector’la yapılan eşleştirme de yazının kırıkla başladığını hatırlatıyor: İçsel parçalanma, yazıyı harekete geçiren motordur.
Buradaki ortak çizgi şu: Kırılma, kronolojiye vurulan bir darbe gibi görünse de çoğu kez yön tayinidir. Demem o ki, kırılma, hattı bozarken yoğunluğu artırır.
- Örneklem sergisi: Ritüel, gündem, kolektif hatırlama
Kitabın oyunbaz, ama düşünsel olarak yerinde hamlelerinden biri, 100 numaralı çağrı: “Kanun teklifimdir: 7 Temmuz Kırılma Günü olsun!” Metin, “kırılma” için bir gün tasarlarken parodi yapmıyor; gündemle “ritüel” arasındaki boşluğu kapatmaya çalışıyor. Her şeyin bir gününün olduğu çağda, kırılmanın ortak bir ritüeli yoksa, yas ile sevinç arasında asılı kalıyoruz: “Ne tam yas, ne tam sevinç…” Bu öneri, kişisel kırığı kolektif bir hatırlama pratiğine çevirmeyi deniyor.
VII. Yöntem dersi: Dil, düşünce ve okur
Batmankaya’nın dili tasarruflu, ama keskin. Aforizmalar, süslü bir parıltıdan kaçınıyor; eşlik metinleri düşünsel omurga sağlıyor. Bu tercih, kitaptaki metinleri “alıntılanabilir sözler defteri”ne dönüşmekten koruyor. Öte yandan, eşlik yazılarında kurulan kültürel referans ağı (Ricoeur, Haneke, Bauman, Arendt, Lispector, Farhadi…) metni akademik soğukluğa itmeden, eleştirel bağlam kuruyor.
Okurun konumu da buna göre ayarlı: Yaralı Zarafet bir “yara gösterisi” yapmıyor; okuru tanıklık etiğine çağırıyor. Kırılganlık, mahremiyetin romantikleştirilmesiyle değil; ölçü, mesafe ve sorumlulukla çalışıyor.
VIII. Sonuç: Zarafetin yükü
Modern kültür, darbe aldıkça “dayanıklılık” fetişine sarılıyor. Yaralı Zarafet bunun karşısına başka bir dayanma biçimi çıkarıyor: Kırılmayı bastırmak yerine terbiye etmek, izlere bakmayı öğrenmek. Kırık, eksiltmez; yön verir. İz, utanç üretmek zorunda değil; hafızayı örgütler. Zarafet, cilasız bir ölçü ve mesafe olarak, güncel hız rejimine karşı etik bir tempo üretir.
Bu yüzden Yaralı Zarafet, “özdeyiş keyfi” yaşatmak için değil; zihni ölçülü bir ritme davet etmek için yazılmış gibi görünüyor. Aforizmadan perdeye uzanan üç tabakalı kurgusu, okuma deneyimini hızlı tüketime kapatmıyor; ama düşünsel bir yavaşlama alanı açıyor. Kimi pasajlar, okurun kendi kırıklarını hemen teşhis etmesine yarıyor; kimileri ise yalnızca bir iz bırakıyor ve zamanla yarışıyor. İyi eleştiri metinlerinin yaptığı şey de budur zaten: Yön değil, yönelim öğretir.
Yaralı Zarafet’i masaya koyduğunuzda, kırılganlığın kültürel anatomisini görüyorsunuz. Bugünün hızlı kesinliklerine karşı, gri bilincin, reddedişin ahlâki boyutunun, başarı mitinin ikircikli doğasının ve kolektif hatırlamanın gerekliliğinin yan yana konuşulduğu bir alan… Kısacası, kırılmadan bakmayı; bakarken incelmeyi öneren bir alan!