Mazlum ÇETİNKAYA
Şiir de fırtına gibidir yolları temizler bazen, acının dokunduğu yerleri, yalnızlığın unutulduğu yerleri sarsar. Şiir insanı toparlar, bazen de tersi oluyor.
Kelebekler gece ölmesin, diye başlayan bir cümle Şair Kader Eltutan.
Gerçi şairlerin elini tutmaz kader çoğu zaman ama kelebeklerin gece öldüğüne inanırlar. Gündüz ölenleri, ulu orta ölenleri kimse görmez de şiir gece ölenleri bile görür.
“Cimri Aşık” diye bir şiir, umarım şaire dair değildir, aklıma bir şair geldi, gerçi “cimriden şair olmaz” diyordu sıkı bir eleştirmenimiz.
Kırmızı mühürlü dudaklardan kırmızıya mühürlü bir hayata doğru yol alırken şiir, Kader mimozalardan begonvillerin hayatına uğruyor. Şair ve çiçek aynı dünyaya ağzını açmış sanki, güneşe uyanan ve güneşe hasret bir begonvil dalı gibi sabaha uyanan şiirler. Kendimin de özlediği umut dolu şiirler…
Kırmızıyı, güneşi, toprağı çocukluğundan süzüp getirmiş sanki kendinden habersiz Kader Eltutan.
Geldik kaderin kelebeklerine ve kelebeklerin kaderine, ne güzel demiş bakın,
“…
tertemiz bir günaydın gönderiyorum sana
Kelebekler ölmesin çiçek bahçelerinde.”
Ama bazı kelebekler duvarlar arasında hayata çarpa çarpa ölürler şair.
Sonra yanlışmış bazı sonbaharlar, eline gelmeyen bir güneşi, elini unutan bir kaderi…
“…
adsızlar ülkesinde
isimsiz çocuklar büyüyor…”
Çocuklar büyüyor, isimsiz büyüyen çocukların bazılarına , “hoş geldin çocuk / yaşama sırası sende” diyoruz ve büyümeden idamlar ısmarlıyoruz bazılarına da…
Doyumsuz şu kötü zamanın ve kötü gücün baskısına, dayattığı yoksulluğa ve açlığa seslenen çocukları Silivri’ye yollayan bu kötü adaletin, bu kötü çağın içinde büyüyen kaderin çocukları…
Bir piyanoya uğruyor şairin kalbi, düşler kurmaya gidiyor meleklerle, çadırdan düşler. Sonra dedim ki kim bizi uyandırıyorsa işte koynumuzdaki renkler çıldırsın, kuşlar düşmesin sonbahara, “kilitlerin kuyularına…”
Bakın ne demiş Kader;
“…
Siyah bıçaklar girip çıkıyordu uykularıma
Rüyalarımda iblisi öldürdüm…
Mühürlü kapılardan çılgınca akan bir dereye koştum
Kanatlarımı katlayıp ceviz sandığına koydum
Ve usulca uyandım…”
Yıkılmanın türküsü müdür bu, yoksa yıkılışın türküsü mü, bilmiyorum ama burada bir türkü var!
Geceye bırakılan yangınların içinde kazımış sözcükleri, Ali İsmail’in türküsünü yazmış, hiç yaşanmamış gibi bir türküyü, “kanlı kızıl bir temmuz ayında…”
İşte oralara gittim ben de Ali İsmail Korkmaz parkına, uyuduğum o geceye, o huş ağaçlarına, o taflanlara, o sedirlere. “Ölmüyor bu çocuklar” demişti ağaçlar kulağıma, o gece ben yalnızlık senfonisini yazıyordum İstanbul’da Kadıköy’de o parkta. Yine o parkta uyurken ben bir gün, Brüksel’de havalar soğuk demişti biri, ben de ona “trenler soğuk başkentler uzak sevdiğim” demiştim, sar ince boynunu üşüme demiştim…
Oralara gittim işte. Anlayacağınız şiir götürürse götürüyor!
Çıplak ölümün Küçük İskender’ini yazmak ne güzel Kader Eltutan.
Sonra dedim ki senin o güzlerin de şiir sayılmaz mı, şiir öpülmez mi slogan atan o çocuğun üç gün sonrasında bir hücrede çığlığı duyulmaz mı?
Bak işte, kader işte, bülbülü öldürmedi kimse, herkes parmağına batan gülün dikeni ile uğraşıyor.
Ve hayattan kopuyoruz bir bir, derinden daha derinden kopmayan bir yosun gibi yalnızlık. Selam ederim şiire ve kadere.



1 Yorum
Kelebeklerime dokunan ruhunuz ve kaleminiz var olsun Mazlum Bey. Teşekkür ederim. Saygılar…