Esra ERK ÖZYİĞİT
Bir cümle, kendi kendini yıkabilir mi? Bir sözcük söylenmeden unutulabilir mi? Anlatı henüz doğmadan sessizlikle boğulabilir mi? Bu soruların yanıtı bulunabilir mi, yoksa anlatının doğası gereği hep yanıtsız mı kalır? Hallaç, bu yanıtsızlıklar içinde varlığını bulur ve okuru belirsizliğin kıvrımlı yollarına sürükler. Bu kitaptaki öykülerde her cümle bir yıkımı yeniden inşa eder; her sözcük söylenmemişlerin yankısını taşır.
Leyla Erbil’in dünyasında anlatı, geleneksel bir öykü anlatma biçimine hizmet etmez; aksine dağılıp çoğalırken biçim değiştirir. Sözcükler yankılanarak çoğalır fakat bir gölge gibi süzülür. Harfler yan yana dizilir ama cümleler anlamın sisleri içinde silinir. Okur belirsizlik içinde yönünü yitirir; metin ise eksikliklerin yankısıyla genişler.
Bu öykülerde zaman, düz bir çizgide ilerlemez; anlatıcı belirsizliğin içinde erir, dil kendini sınırlarından kurtarır. Cümleler başladıkları noktada dağılır, sözcükler çözülerek silikleşir ve metin sürekli tamamlanmamış bir yankı gibi titreşir. Erbil’in dili okuru anlatının merkezine hapsetmez, bunun yerine anlamın sınırlarında dalgalanmaya bırakır. Öykülerde yol arayan okur her yeni cümlede belirsizliğe gömülür, sözcüklerin içinde kayboldukça labirent daha da genişler. Peki bu labirentin gerçekten bir çıkışı var mıdır?
Hallaç’taki öyküler, anlatının kurulu düzenini bozar, biçimsizliği anlatının yeni formu haline getirir. Sözcükler dağılır, anlam belirsizleşir, cümleler eksilir. Noktalamalar kaybolur; cümlelerin arasındaki boşluk sessizlikle dolar. Ritim çözülür, sözcükler birbirine tutunamaz; her sözcük kendi başına var olur ama bir bütün oluşturmaz.
Bu kırılmalar anlatımın ritminde yankılanır ve söz diziminin içinde derinleşir. “Bi nenler anlatabilmek içindi sana biraz da, sekiz saat yürümüştü…“ (s 55). Anlatının içinde eksik kalan bu cümle okurun tamamlamasını bekleyen bir boşluk yaratır. Sözcükler yan yana dizilir ama birbirine tutunamaz, anlam havada asılı kalır.“Bilinç yordamıyla açılan kafeslerin gürbüzlüğü…” (s 41)Bu cümlede de dil, sınırlarını aşar ve anlam kaygan bir yüzeye dönüşür. Sözcükler birbirine tutunamaz, anlam bir bütün oluşturmaz; geriye yalnızca yankılanan boşluklar kalır.
Noktalama işaretleri beklenen düzeni bozarak anlatının kaotik yapısını derinleştirir. Bu bilinçli düzensizlik anlatının sınırlarını aşındırır ve okurun anlamı kendi içinde yeniden keşfetmeye yönlendirir. Eksik bırakılan noktalar, abartılan virgüller, anlatımın ritmini bozarak bir belirsizlik hissi yaratır. Dil çözülür, anlam erir, okur ise kaybolan anlamın izini sürmek zorunda kalır.
Bu noktada sözcüklerin yapısı daha da çözülür ve anlamın sınırları tamamen erimeye başlar. “Gandilere dönmüş güllerinizin liflerini gösterip aya ısısızlığın camlarını şekerlemek…” (s56) cümlesinde sözcükler arasındaki bağlar çözülür, kelimeler birbirine tutunamaz. Sözcükler anlamdan sıyrılır, geriye yalnızca ritmin yankısı kalır. “Balam’a, bu Balak’tı, bal bal balları şamlı bi maştı…” (s 56) cümlesi ise tekrarlarla anlamı silikleştirerek sözcükleri yalnızca ses değerine indirger.
Hallaç’taki öyküler anlatıyı sözcüklerle inşa etmez; suskunluklar, yarım kalmış cümleler ve yoklukla yazılır. Sözcüklerin sustuğu yerde anlam sessizliğin yankısıyla biçimlenir. Bu öykülerde hiçbir şey tamamlanamaz; anlam her defasında yeniden kurulup yeniden yıkılır.
Bu öykülerde anlam durağan bir yapıya oturmaz, sürekli devinir ve değişir. Her okuma yeni bir anlam yaratır, anlatı okurun katılımıyla tamamlanır. Sözcükler tek bir anlam taşımaz; her cümlede erir, yeniden biçimlenir, farklı bir kimlik kazanır.
Bu belirsizlik okuru bir izleyiciden katılımcıya çeker. Okur artık anlamın içinde yolunu bulmaya çalışan bir yolcudur.“Gitgide içeri kaçıyorum ben. Ötekiler durmadan çoğalıyorlar. Ben de çoğalmak isterdim.” (s 7) Anlatıcının yalnızlığını yansıtan bu sözler okurun zihninde derin bir boşluk açar. Tamamlanmamış her anlatı gibi bu öyküler de anlamını boşluklarda saklar.
Hallaç’ta zaman gibi ölüm de mutlak değildir; o da çözülür, silikleşir ve yankılanır. “ÖLECEĞİM BİRAZDAN…” (s 16) Bu çığlık bir ölümün ötesinde varoluşun parçalanışını duyurur. Ölüm harflerin yankısı içinde kaybolur; varoluşun akışına karışır. Her harf sessizliğe karıştıkça okurun zihninde yeni anlamlar doğar. Bu cümlede ölüm yankılar halinde genişleyen bir boşluktur.
Metinde ölüm tamamlanmaz; anlatı da eksikliklerin içinde kendini yeniden kurar. “Başından A’yı böyle bir işe koymuştu kuzeyli kendi kendini savunabilmesi gerekti…” (s 21) Bu cümlede anlatının eksik bırakılması okuru metne katılmaya davet eder. Eksik bırakılan bu yapı okurun katılımıyla anlam kazanır. Anlam söylenmeyenlerin gölgesinde biçimlenir.
Erbil’in dili, anlatıyı tamamlanmış formdan çıkarıp akışkan bir sürece dönüştürür. Okur metni sadece izlemez; her okuma anlatıyı tamamlamaya yönelik bir arayıştır. Her sözcük yön değiştirir; eksiklikler okuru keşfedilmemiş bir anlatıya taşır. Bu kitap okurun her adımda yeni bir geçit bulduğu her duraksamada genişleyen bir labirenttir.
Hallaç’taki öykülerinde zaman, doğrusal ilerlemez; ekseninden sapar, dağılır, içine kapanan bir girdaba dönüşür. Bu anlatıda zaman çözülerek anlatının akışına karışır.“Buzullar kusuyorum, ilkçağlardan kalma buzullar…” (s 19). Anlatıcı geçmişin donmuş katmanlarında sıkışıp kalır. Zaman yankılar içinde genişleyen bir boşluğa dönüşür. Mekân sınırlarını aşar; çerçevesinden taşar, zemini kaygan bir boşluğa dönüşür.
Bu anlatıda zaman ve mekân erirken okur da yönünü yitiren bir gezgin olur.“Donmaya koyuldum yeniden, buzullanmaya yeniden…” (s 20). Anlatıcı donarken öykü de onunla birlikte katılaşır, zaman ilerlemek yerine durağanlaşır. Okur metnin içinde yol arar fakat sözcüklerin labirentinde sıkışır. Zamanın katmanları iç içe geçtikçe okuma düz bir çizgide ilerlemez. Her sözcük yeni bir geçit açar, her cümle okuru bilinmez bir boşluğa sürükler.
Hallaç, okurunu içine çeken ve yönsüzlüğe sürükleyen bir labirenttir. Öykülerde anlatıcı metnin içinde bir siluet gibi çözülerek yok olur. Zamanın ve mekânın çözülürken anlatı tamamlanmamış bir yapı izlenimi verir. Ancak bu kırılmalar, okuru anlatının içine çekerek aktif bir katılımcıya dönüştürür. Bu öykülerde yol almak imkânsızdır; her cümle okuru içine çeken bir girdap oluşturur. Zaman ve mekân kayboldukça okur anlatının metnin eksik parçalarını kendi hayal gücüyle tamamlar. Hallaç’ı okumak her seferinde farklı bir labirente adım atmaktır.
Bazı öykülerde anlatıcı anlatının içinde eriyerek görülmez hale gelir. Anlatıcının varlığı silinirken gölgesi okurun üzerinden gezinir. Anlatıcı bazen içten gelen bir şüphe bazen de dışarıdan izleyen tehditkâr bir gölge olur. “Güzel değilim hiç. Sevmemişlerdir beni herhalde. Zaten nasıl sever kişi? Ben sevmiş miydim ki?” (s 7). Bu cümlede anlatıcı varlığını sorgularken okur da bu belirsizliğin içine çekilir. “Adamın omuz dikişinde bizim kuşsu böcek dikizliyordu beni, gülümsedim.” (s 12). Burada gözlem bir anlatı tekniği olmaktan çıkar, doğrudan metnin yapısına siner. Okur metni okurken metin de okuru izler.
Öykülerin içinde izleyenle izlenen arasında sınırlar belirsizleşir.“bi kezlik dirimimde, yaşam açgözlüsüyüm, sonrabella cohen hep beni izliyo...” (s 55). Burada anlatıcı anlatının içine sıkışıp kalır hem izler hem izlenir. Metin okuru izleyici olmaktan çıkarır. Okur anlatının içine çekilir ve bakışların arasında sıkışır.
Bu öykülerde gözlem anlatıcının iç dünyasından sızarken çevresini de kapsamına alır. Anlatıcının kimliği silinirken okur da farkında olmadan anlatının içinde kaybolur. Anlatıcının kendi varlığıyla ilişkisi çözülürken okur da bu gözlemin bir parçası haline gelir.”Kendi kendime’yi bozacak yok. Nesnelerin -içinde kişiler de olan- böylesi bir hızla, sürtünmesiz, evet ve hayırlarımla kayıp gideceklerini getirmezdim usuma hiç. Dokuntusuz, sıyrılma.” (s7). Bu sözlerde anlatıcı kendi varlığına bile tutunamayan bir bilincin içinde savrulur. Bu süreç anlatıcıyı silik bir gölgeye, okuru da anlatının görünmez bir parçasına dönüştürür. Öyle ki okur, okuduğunu zannettiği metnin içinden sıyrılır ve anlatının bir gölgesi haline gelir.
Hallaç’ın anlatısı tekrarlarla sürekli değişen bir labirente dönüşür. Sözcükler anlamdan sıyrılır, metnin içinde aşınır, silinir ve yankıları giderek kaybolur. Bu öykülerde tekrarlar her cümlede parçalanır, yeniden kurulur ve değişen bir ritme dönüşür.
Bu döngüde anlam erir, cümle çıkışı olmayan bir labirente dönüşür; okur tekrarlar arasında kaybolur ve çıkışı ararken derinliklere sürüklenir.“Bağırıyorlar, bağırıyorlar, bağırıyorlar...” (s 25) bu tekrar dilin içinde yankılanarak eriyen bir çığlıktır. İlk bağırış bir ses, ikinci bir yankıdır, üçüncüsü ise dilin içinde kaybolduğu noktadır. Her tekrar anlamı biraz daha aşındırır, sözcükler yankılar içinde eriyerek kaybolur.
Bu tekrarlar ritim kurmak yerine dili kırar, anlatıyı çözüp yankılar içine dağıtan bir alana dönüşür.“Balam sıpasını alsın, Balak kavmini alsın tak tak da tak tak tak tak tak tak tak…” (s 56). Sözcükler arasında bir anlam bağı kopar ve belirsizleşir.”Tak tak tak...” sesi bir kapının çalınışı mı, bir makinenin vuruşu mu, bir silah sesi mi? Yoksa boşluğa düşen yankılar mı? Tekrarlar ritmi kırdıkça okur anlamı bulmak için çabalar fakat her denemede daha da kaybolur.
Bazen tekrarlar bir ezgiye dönüşür, kelimeler dalgalanır, yankılanır, metnin içinde titreşerek sessizliğe karışır.“Sarnıçlara salmış, sarman güneşler üst üst mor…” (s53). Sözcükler işitilmek, hissedilmek, metin içinde dalgalanmak için vardır. “Sarnıç”, “sarman”, “salınmış” sözcükleri birbirine yaslanarak metnin ritmini oluşturur. Ama bu ritim bir yapı oluşturmaz, yalnızca okurun zihninde yankılanır ve silinir.
Hallaç’ta anlam hiçbir zaman sabitlenmez, sürekli çözülerek kaybolur. Bu öykülerde bir tekrarlar kırılma yaratmaz çünkü düzen zaten baştan beri dağınıktır. Sesler içinde savrulan okur anlam arar ama anlam çoktan sökülüp dağılmıştır. Tam da burada anlam arayışı bir yanılsamaya dönüşür.
Leyla Erbil’in öyküleri, zihinde açılan ve her okumada genişleyen bir çatlaktır. O çatlak bir kez oluştu mu artık hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Onun öykülerinde anlatılar dağılır, her okuyuşta yeniden biçimlenir.
Her cümle, her tekrar, her sessizlik okuru içine çeken bir girdaptır. Ne kadar ilerleseniz de çıkış hep biraz daha uzağa kayar. Çünkü bu öyküler yankılar ve boşluklardan doğan sonsuz bir kayboluştur. Okur bu boşlukları sözcüklerle tamamlayamaz; metnin içinde kayboldukça anlamı kendi zihninde inşa etmek zorunda kalır.
Hallaç’ı okumak sözcüklerin sınırlarında kaybolmak ve anlamın peşinde durmadan devinen bir yolculuğa çıkmaktır. Dil parçalanır, zaman çözülür, mekân çöker ve geriye yalnızca bir soru kalır: Bu labirentten çıkmak mümkün mü?


