ESRA KAHYA ile “BENİM RÜYALARIM HEP ÇIKAR” öykü kitabı üzerine söyleşi
Söyleşen: Burçin LAÇİN ALTAY
Esra KAHYA; 1982’de Kastamonu-Taşköprü’de doğdu. Gazi Üniversitesi mezunu, Türkçe öğretmeni. Evli, Emir’in annesi. “Kambur” adlı dosyası 2021 Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’nü aldı. Çeşitli yarışmalarda dereceleri, basılı ve dijital edebiyat mecralarında öyküleri mevcut. Sevginin ve kelimelerin gücüne inanıyor. Son olarak “Benim Rüyalarım Hep Çıkar” öykü kitabı, 2023 yılında iletişim yayınlarından çıktı.
***
Burçin L.A.: “Benim Rüyalarım Hep Çıkar” öykü kitabında insanın duygularının derinlerinde var olan sızıyı işaret eden kurgulardan oluşan bazen tanrı bazen ben diliyle yazılan on iki öykü bulunuyor. Her öyküden sonra durmak, bakmak, düşünmek, insanın içine yerleşen o hissi yenmek gerekiyor. Çünkü öyküler gerçekçiliğinin yanı sıra samimi diliyle karakterlerin yaşadıklarını okuyucuya hissettiriyor. Masalsı bir zamanı da andırdığından akılda kalıcılığı yüksek olan bu kitap Ethem Baran’ın “Ve her hikâye zamanını bekliyordu.” sözüyle başlıyor. Esra Kahya’nın hikayeleri de kendi zamanını buluyor bu kitapla. Öncelikle öyküyü oluştururken, kurgu, karakter, mekân, zaman olgusunun yanı sıra öykünün derinlerinde saklanan metaforları oluştururken özellikle dikkat ettiğiniz bir durum var mı? Öykünün kurgusuna göre yazarken mi oluşuyor, yoksa önceden belirleyip o düzlemde mi ilerliyorsunuz?
Esra K.: Bile isteye yaptığım bir şey değil Sevgili Burçin. Bırak metafor oluşturmayı, kurgunun nereye gideceğini bile bilmiyorum yazarken. Bir şey oluyor, zamandan- mekândan münezzeh bir an. İlk cümlenin doğumu, bana hoş gelişi, sefalar getirişi. Sonrası çorap söküğü, iç dökümü, kelime raksı. Her şey “kendiliğinden” oluyor. Kurgusuz yazmanın en güzel yanı, özgürlük. İlk cümle bana sonsuzluk getiriyor. Birçok şey olabilme ihtimalinin yaşattığı heyecanı seviyorum. Lakin bu sonsuz yolculuğa karar veren ben olmuyorum; ilk cümlenin peşi sıra karakterler, adlar, haller, renkler, kokular, olaylar doluşuyor sayfaya. Uzaktan gelmediklerini biliyorum, onlar içimdekiler. Hiçbirini tanımasam da hepsini biliyorum. Ve onların olmak istediği hiçbir şeye karışmıyorum. Buna senin sorduğun metaforlar da dahil. Ne kurguya dahiller ne de düzlemde bir yerdeler. İçimdekilerin gelirken yanlarında getirdiği şeyler onlar.
Burçin L.A.: “Mercan’ın Saçları” öyküsü, kitaptaki ilk öykü. Yaşamın talihsizliği, doğduğu dünyanın kötülüğü, tesadüflerin zalimliği çocuk dilinden başlayıp büyümüş haline kadar ancak ruhu aynı kalan masum, saf, temiz, iyiliği yitirmemiş gibi dursa da yaşadıklarının izinden ayrılamayan bir kızı, Mercan’ı anlatıyor öykü. Olduğu gibi anlatıyor her şeyi, kötü olduklarını bilmeden ve düşünmeden. Üç kocakarının içinde oturmasıyla başlayan öykünün sonunda, içindeki taşlıkta kendiyle birlikte oturan dört kocakarıya dönüşüyor ve kurtulamıyor onlardan. Üç teyzesinin eline kalan küçük bir kızın öyküsünde saç, bebek, büyü, makas sözcükleri ile kötülüğü bir kalıba sokuyor ve söylemiyor yalnızca hissettiriyor. Oyunları ile hissettirdikleri için çok şey söylemek mümkün. Habersizlik durumu var sürekli olarak öykü de farkında olmama hali ya da bile bile teslim olma, çaresizlik hissediliyor çokça. Korkulan kötülüğe teslim olması ve umutsuzluğa dönmesi yine anlamadan bir yenilginin içine düştüğünü gösteriyor. Mercanın saçlarını “Kapkara kocaman bir makasla” kesip dikilen bez bebeklerin kalbine büyüleri tutsun diye yerleştiren büyük halası saf bir kötülük ve vicdansızlığı temsil ediyor adeta. Mercan saçlarını yolarak bulduğu kaçış yolunun sonunda saçsız kaldığında aşkla kurtulurum sandığı cehennemde sıkışıp kalıyor. Bu efsane kurgu ve doğallıkla aktarılan hikâye eskiden, eskilerin anlattığı bir masal misali süzüldüğünü hissettiriyor. Bu kurguda eskiden, ananelerden alınan ilhamın etkisi var mıdır ve ne derece işlemiştir? Sizce öykü için en önemli ilham, kurgu taslağı nereden çıkar ve yazarın yüreğine gelir kurulur?
Esra K.: Mercan’ı yazarken yaşadığım baş ağrılarını hiç unutmayacağım sanırım. Mercan’la birlikte saçlarım kesildi, bez bebeklere girdim çıktım. Kurgusuz yazmanın ödülü olsa gerek, karakteri böyle derin yaşama halleri. Şöyle açıklayayım, neler olacağını bilmemenin verdiği heyecanı ben de tıpkı okur gibi, yazarken hissediyorum. Bir kız var, içinde üç kocakarı oturuyor. İşte sonrası yok ve ben de yazarken öğreniyorum neler olacağını. Bu kurguda ve diğer tüm kurgularda, içimdekiler var. Orada bir yerdeler. Beni “olduran şeyler” Sesler, insanlar, özlemeler, kokular, yerler, sevmeler, korkular, kahkahalar, anlar, anılar, lanet travmalar, kabuslar, sorumluluklar, kaçışlar, yakalanışlar… Her şey. Bundan ötürüdür ki, salt “anane” sanırım yetersiz kalır. Her şeyden biraz, hepsinden azca… Yazılan her şey için ilhamın tek çıkış kaynağı var bende. O da yürek. Mercan ve diğerleri… Yazdığım her şey ve yazacaklarım… İlhamını içimdeki o sesten alacaklar. Yazılmak istendikleri zaman yazılacak hepsi, her hikâye zamanını bekleyecek. İlhamdan çok vakte inanıyorum ben. Dolan taşıyor. Vakti geldiğinde…
Burçin L.A.: “Miskinler Tekkesi’ne geleli bilmem kaç yıl oldu.” cümlesi ile başlayan “Yeniçerinin Hezeyanı” öyküsü, geçmiş bir zamana, Osmanlı zamanına götürüyor okuyucuyu. Bir dram, bir yok oluş, bir yaşamın elden alınışı… Osmanlının Macar İlinden, ailesinden kaçırıp getirdiği yedi yaşında bir oğlanın hazin hikayesi, tam tabiriyle hezeyanı… Yeniçeri olarak yetiştirilen bu çocuk, çağın hastalığı olan cüzzam illetine tutulur, yine de aklından çıkmaz, memleketi, ailesi… Cüzzamlıların sözde şifalanacağı ancak ölüme terkedildiği yer olan Miskinler Tekkesi’ndeki hayalleri, özlemleri ile karışır. Burayı tarif etmeye ancak yüksek bir ses gerekir; “Burada ölün lanetliler, kimseye dokunmasın oyulmuş elleriniz ve dahi kimseler bakmasın o çirkin yüzünüze.” der ve sonra sözlerini kısar, susar; “Aman kimse üzülmesin. Tanrı ve sultan dahil.” diyerek. Onca zaman memleketine dönme hayali burada son bulur ve anılarında çocukluğuna dönerek; “Pisliğin, acının, yaraların içinde hep yedi yaşındaydım.” cümlesini duyarız. Zamana yenilen bir öyküdür çünkü artık o zamanın acılarına duyurmaktan başka yapacak bir şey yoktur. Ancak yine de insanların bilmesi kutsal saydıklarının irdelemesi, geleceği inşa ederken önemli bir kriter olmalı. Tarihi bir öykü de diyebileceğimiz bu öyküde gerçekliğinden sual olunmaz bir kurgu ile ilerliyor. Tarihin, o zamanın, mekanların ince ayrıntısını da içeren bu öykü fikri nasıl oluştu? Bu tarz öykülerle ilgili; yazmak için yapılan araştırma sonucunda kurgu ne derece olmalı, gerçek yer, mekân ve zaman kullanılmalı mı, inandırıcılık olmalı mı, tamimiyle kurgusal da olabilir mi? ne düşünüyorsunuz?
Esra K.: Yeniçerinin Hezeyanı fikrinden başlayayım önce. Hep tekrar ediyor olacağım ama fikir yoktu. İlk cümle geldi. Sonrasını biliyorsun, söyledim. “Kendiliğinden.” Ama şunu söyleyebilirim. Korona illetinin bizi eve kapattığı buhran günlerinde, pozitif olup öleceğimi düşündüğüm kâbus zamanlarında yazıldı. Hastalık, bulaş riski, anne özlemi, çocukluk sayıklamaları Karsa ile birlikte benim de hissettiğim hallerdi. Atmosferin genel çatısını o anlık korkularım oluşturuyor sanırım. Bu tarz öykülerde inisiyatif tamamen yazarın elinde. Bir okur olarak içine gerçeklikler serpiştirilmiş tarihi kurguları seviyorum. Hoş, geçmiş ile ilgili neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu hangimiz bilebilir ki? O nedenle kalem sahibi beni ikna ettiği müddetçe geçmişi deşebilir, değiştirebilir. Hem yazmak biraz da sihirdir zaten. El hünerinin marifet olduğu…
Burçin L.A.: “İşte şimdi yeminimi bozduğun andır.” öyküsü, o kadar gerçek bir yerden yakalıyor ve o kadar gerçekçi bir üslupla anlatılıyor ki, o anı yaşatıyor, yaşayanları düşündürüyor. Vurucu, kırıcı, yıkıcı ne kadar duygu varsa yaşatıyor. Bunun bir sebebi de karşındaki karakter üzerine anlatmada, ikici şahıs anlatıcı kullanılması diye düşünüyorum. Bazı şiirleri okurken nasıl nefes tutulur bu öykü de öyle, bitene kadar nefes tutularak okunuyor adeta.
Genç bir kızın okumak için gittiği Ankara’da, yoksulluğunun, özlemin, yalnızlığın, güvensizliğin ve en çok korkunun öyküsü… Özellikle kadınların bu duyguların en ince ayrıntısını hissettiği, özellikle öykünün geçtiği zamanı yaşayanların derinden anlayacağı bir yerden yakalıyor. Belki bir dejavu belki unutulan görmezden gelinen ufak sayılan olayların ne kadar büyük olduğu burada açıkça gösteriyor ve bir yarayı kaşıyor kanatıyor ki o yazarın asıl sebebi o gösterdiği yaraların artık oluşmaması amacını da adeta bağırarak duyuruyor. Bu durum, duygu aslında kitabın tamamında hüküm sürüyor. Ancak bu öyküde turna kuşu ve anlamı üzerinden yapılan metafor ile bizimle birlikte uçuyor, çarpıyor, düşüyor turna kuşu… Üzerinde turna kuşu olan telefon kartlarında yazan şu cümle yazılan karakteri de yansıtıyor; “Turna kuşları, gurbet ile özdeş olup haber getiren ve ruh taşıyan elçi durumundadır.”
Anne ve babasının sesine bir telefon kulübesinde ulaşmaya çalışan genç kızın hayatı üzerinden derdin tanımı yapılıyor; “Derdini söyleyemezsin. Söylemeyince yok olur bazı şeyler. Durduğu yerde eskir, çürür.” Bu cümleler bütün dertleri bir anda avcuna alır, sıkar. Öyle kötü bir durumdadır ki kıyameti dilediğini “İsrafil misin sen? Mümkün olsa sûr’u çalardın.” cümleleriyle söyler yazar. Kadınlar, genç kızlar üzerinden de korkulu yaşamın tedirgin adımlarının çıtırtılarını duyurdunuz etkileyici öykü için, korkunun ve merak unsurunun zirveye tırmanmasında dikkat ettiğiniz özellik oldu mu? Bu unsurların öykü için önemi nedir, nasıl bir sınırda tutulmalıdır?
Esra K.: Bu öyküde senin de dediğin gibi tesir diğerlerinden daha fazla. Özellikle kadın okurlara, hele bir de aynı kuşaktan olanlara, daha çok dokundu. Sen dilinin etkili kullanıldığında vurucu bir silah olduğunu biliyorum. Bu öykü; sen anlatıcıdan ziyade benzer yaşanmışlıkları dürtmesi, anıları ve acıları çağrıştırması bakımından daha sesli, daha görünür. Bu öyküyü yazarken şiddetli bir korku hissettim. Bir an evvel bitsin, dolu dolu nefes alayım, o lanet kazı kazancı gitsin. Kız annesinin sesini duysun, rahatlasın… Sürekli böyle, kaygı haliyle bitirdim öyküyü. “Korkunun ve merak unsurunun zirveye tırmanmasında dikkat ettiğiniz özellik oldu mu?” sorunun bu kısmına yine aynı şeyleri yazacağım için cevap vermeyeyim. Çünkü cevabım yok. “Kendiliğinden” dışında😊
Ama bu unsurların öykü için önemli olduğunu söyleyebilirim. Yazılan her şey gerçek hayatın ruhunu taşımalı. Okuru ikna etmeli. Ben, “Hadi oradan,” dediğim anda elimdeki kitaptan kopuyorum. Beni ikna ettiği müddetçe merak ve korkunun sınırı yok. Keza kitabı kaleme alan kişi olarak da buna bakarım, okuru inandırmak. Gerçek hayattan koparmadan, okurun aklıyla dalga geçmeden, onu ikna etmek. Sınır bence budur.
Burçin L.A.: “Yetiş Umay Ana” öyküsünde hayat ve hayal arasında ancak öyle bir kurgu ki mitolojik ögelerle de zenginleşince mantık çerçevesinde olmayacak bir olay da olsa gerçekliğinden şüphe etmek imkânsız oluyor. Kadınların coğrafyamızda, kırsalda hala yaşanan ve günümüzde de devam eden törelere kurban giden yaşamların içinden bir öykü. Yeni gelin ve kuma arasında çatışması yüksek kıskançlık ve haksızlık damarına basılan kadınların yenilgisinin en dibine vurduğunda yapabileceklerinin sınırsızlığında masumluğun mitolojik kahraman Umay Ana’ya sığınmasını anlatıyor. Bir rüya görüyor hamile olan yeni gelin, kendisine yapılan kötülükte yavrusunu yitirme telaşıyla “Benim Rüyalarım Hep Çıkar” diye kendini inandırdığında Umay Ana’nın yavrusunu kurtardığını görüyor düşünde, düş gerçeğe dönüyor, gerçek düşe… Önceden ölümü sezdiren bir helva yapılıyor, kilimin ilmekleri sökülüyor, örgü şişleri yumağa batıyor, huzursuzluk gelip uykusuna misafir oluyor. Sonra Umay Ana çağrılıyor, ölüm yavaş yavaş sezdiriliyor ve yine kadınların sessiz çığlıkları duyuluyor öyküde. Metaforların yoğunluğuna imgeler de eklenince kurgu dışında lezzetli bir metin duyuluyor. Burada önce metaforlar ve benzetmeleri oluştururken özen gösterdiğiniz asıl olgu nedir, kurgu ile kurulan dengenin terazisi eşit mi olmalı? Mitolojik unsurlarla ilgili gerçekliği yakalanmadaki hünerli kurgu ve öyküyle ilgili ne eklemek istersiniz? Mitolojinin öyküdeki yeri nedir, ne olmalıdır?
Esra K.: Kurgu ve kurulan dengenin eşitliği öznel bir durum. Bazı yazarlar kurguyla ön plana çıkarken kimi yazarları okurken kurgu aklıma bile gelmiyor. Öyle bir şölenin içinde buluyorum ki kendimi “Bu nasıl bir deyiştir, deyiveriştir?” demekten, altını üstünü çizmekten okuyamıyorum. Metaforlar, benzetmeler, bezemeler, oyunlar, bin manaya gelişler… Sihirli küçük şeyler, kelimeler. Kurgu da denge de yazarın gönlünce.
Mitolojik öyküler okumayı seviyorum. Her şeyin mümkün olduğu yaşamaklar sunuyor bana. Bu dünyanın kirinden uzak, bilmediğim alemlerin kapısını açmak, onlara inanmak, peşlerine takılmak iyi hissettiriyor. İşte okura bunu yaşatabildiği sürece mitoloji dahil edilmeli öykülere.
Burçin L.A.: Bahsetmediğimiz öyküler olarak; “Şeytan Aldı Götürdü, Külleri Kaldı, Gerçeğe Rüya Karıştı, Ufak Bir Poster Meselesi, Monik Hanım ve Şişeler, Susmak Zamanı, Ben Bir Yalan Uydurdum, Ölene Kadar Aramızda” isimlerini de duyurmak isterim ki bütün öyküler gerçek ve düş, yalan ve doğru arasında yaşamın karmaşıklığını saydam bir yüzeyde sunuluyor. Genel olarak öykülerde ortak olarak gözlemlenenin, ses çıkarmamak ya da nasıl ses çıkaracağını bilmemek, susmak ve tek bir insana ait kötülüğün bulaştığı bir dünya yaratılması diye düşünüyorum. Bir taraftan mürekkebin koyusu boğazımızı sıkılırken bir taraftan kabullenmenin o rahatlığını da hissettiriyor bu öyküler. Halktan karakterler işlenirken üst tabaka ya da ulaşılması zor insanlardan uzak duruluyor, bu nedenle arka sokağımızda geçiyormuşçasına yakınlık duyuluyor öykülere. Ayrıca çocukların özellikle kız çocuklarının ve kadınların sessiz çığlıkları sayfalarda öykülerin ortaklığında yankılanıyor. Sizin öykülerinizin konuştuğu ortak dili oluşturmaya çalıştınız mı, kendiliğinden mi oluştu? Sizce söz konusu olan bundan çok başka bir durum mu? Size göre öykü kitaplarında benzer ses olmalı mı, dosya bütünlüğü dediğimiz olgu ışığında oluşturulmalı mı?
Esra K.: Ortak bir ses yahut tema fikri hiç olmadı. Kendimi tekrar ediyor olacağım ama Burçin, inan bana bu da kendiliğinden, tesadüfen oldu. Sevdiğim öykülerimi bir dosyada topladıktan sonra, değerli editörüm Duygu ile çalışmaya başladık. Onu ekle bunu çıkar derken bunlar elde kaldı ve sonrasında okurlardan gelen dönüşlerle öyküler arasındaki ortak sesleri, kokuları, acıları, susuşları fark ettim. Bütün olarak, dışarıdan bakmamıştım hepsine birden. Bu tarz dönüşlerden sonra ben de “nedenleri, acabaları” düşündüm. Bilerek yapılan bir şey değildi ama çok güzel bir denk geliş oldu. Ruhumu yansıtan susmalar bunlar.
Sorunun diğer kısmında, öykü kitaplarında benzer ses olmalı mı, demişsin. Benzer sesi bana leziz bir edebiyat sofrasında verecekse neden olmasın. Üslubu da belirleyen edebi söyleyişi önemsiyorum ben. Dilin nimetlerinden faydalanmayı, kelimeleri eğip bükmeyi, bazen az sözle çok şey anlatırken bazen de çok sözle az susmayı… Ben bu hazzı yaşıyorsam eğer dosya bütünlüğüne ya da seslerin benzerliğine bakmıyorum. Kaldı ki evvela çıkan sesi sevmeli okur. En baştan sevmediyse o sesi, kitap boyu bağırsın dursun yazar. Okurun umrunda bile olmaz.
Bundan ötürüdür ki, benzer sesten evvel iyi ses diyorum.
Burçin L.A.: “Benim Rüyalarım Hep Çıkar” öykü kitabının, cennet ve cehennemi birlikte yaşadığımıza bizi uyandırmaya çalışan bir yanı da var diye düşündüm. Arafta ama bazen de umutlu bir yerden göz kırpıyor adeta. Bu öyküleri kaleminizden damlayan içtenlikle sunduğunuz için çokça tebrik ediyorum. Sesi duyulsun, kalplere dokunsun ve yolu uzun olsun ki eminim olacaktır ama yeni öykülerle de buluşmak dileği ve bu güzel söyleşi için çokça teşekkürle…
Esra K.: Sevgili Burçin, kıymetli yol arkadaşım,
“Benim Rüyalarım Hep Çıkar” ı böyle ince ince okuduğun, bana bu hoş sorularla geldiğin için çok teşekkür ediyorum. Sorularını okurken kendimi şanslı hissettim. Halden bilene denk gelsin, ruh akrabalarımı bulsun diledim hep. Sana da denk gelmiş. Ne güzel. Onur duydum.