Esra ERK ÖZYİĞİT
1930, 40 ve 50’li yıllar… Dünyanın kaotik bir dönüşüm yaşadığı bu dönemler; büyük savaşlar, ekonomik buhranlar ve sosyal çalkantılarla dolu dönemlerdi. Dönemin yarattığı umutsuzluk atmosferi, insanların kendilerini bir türlü ait hissedemedikleri bir dünyada, derin bir yalnızlık ve yabancılaşma içinde büyümelerine yol açtı. Bu ortam, modernizmin temsilcisi olan, mevcut toplumsal düzenin aksayan yönlerine dikkat çeken, baskıların ve insanı yok sayan düzenin eleştirisini yapan “yabancılaşmış” edebiyatçıların doğmasına yol açtı. 1950 kuşağı, Kafka’nın labirentlerinden çıkamayan karakterleri gibi toplumun görünmez duvarlarına çarpa çarpa varoluşlarını sorguladılar ve boğucu bir yalnızlık içinde “anlam” aradılar.
İşte böyle bir dünyaya gözlerini açtı Ferit Edgü; yıl 1936, dünyanın dönüşümünün tam ortası. Ferit Edgü’nün doğduğu Türkiye, savaşların yarattığı yıkım ve Cumhuriyet’in sancılı doğuşuyla şekillenen bir ülkeydi. Yoksulluk ve modernleşme baskısı altında kimlik arayışında olan toplum, bireyleri sürekli bir uyumsuzluğa ve çıkmaza sürüklüyordu. Bu karmaşa içinde büyüyen Edgü, eserlerinde bu yabancılaşmayı ve anlamsızlığı derinlemesine işledi.
Edgü’nün öykülerinde, bireylerin savaşın ve toplumsal çatışmaların iç dünyalarında yarattığı karmaşa ve varoluşsal sıkışmışlık hissi Kafkaesk bir anlatım diliyle derinlemesine işlenmiştir. Yazarın tüm öykülerini topladığı LEŞ kitabı bu bakışla incelendiğinde onun kimliğinde savaşın yıkıcı etkilerinin öykülerine nasıl yansıdığı çok net görülmektedir. Bazı öykülerinde, bireylerin savaştan sonra karşı karşıya kaldıkları yalnızlık, çaresizlik ve anlamsızlık hissi ve bu hissin yarattığı yabancılaşma sade ama güçlü imgelerle aktarılır. Bu öykülerde bireyler bir yandan kendi içsel dünyalarında anlam arayışı içinde çırpınırken diğer yandan toplumun dayattığı değerlerle başa çıkmaya çalışırlar. Bu karakterler, toplumun onları yabancılaştırdığı ve yalnız bıraktığı bir dünyada, bir boşluk içinde kaybolmuş gibi görünür.
Bu bakış açısı ile Ferit Edgü’nün “LEŞ” kitabında yer alan öykülerin savaşın yıkıcı etkilerini nasıl ele aldığını ve savaşçıl yaklaşımları nasıl eleştirdiğini incelemek bugün yaşadığımız sorunlara karşı bakış açımızı belirlemekte bizlere yardımcı birer ders olarak değerlendirilebilir.
“Savaşın Yıkıcı Etkisi” karşısında Edgü’nün öykü karakterlerinin çaresizliği “Cellat” öyküsünde çok çarpıcı bir biçimde işlenir. Öyküde savaştan sonra bireylerin içsel dünyalarında hissettikleri anlamsızlık ve çaresizliği “cellât” figürü üzerinden ironik bir biçimde ve Kafkaesk bir üslupla gözler önüne serer. Öyküdeki cellât karakteri, rutin bir görev olarak ölüm dağıtırken, bu rolün kendisinde yarattığı ahlakî boşluk ve vicdanî tükenmişliği içselleştirir. Cellât’ın “Belki hiçbir zaman acıma duygum olmadı” (Edgü 514) şeklindeki sözleri, karakterin içsel boşluğunu ve savaşın insanî duyguları nasıl körelttiğini simgeler. Bu karakterin, işini sorgulamadan yerine getirmesi, onun toplumun ona biçtiği rolü kabullendiğini ancak bu rol içinde derin bir içsel çatışma yaşadığını gösterir. Bu öyküde Edgü, okuyucuya savaşın bireylerde yarattığı ahlakî çöküşü ve duygusal körelmeyi etkileyici bir şekilde aktarır. Buradan da toplumun bireyi içine hapsettiği rollerin insan doğasındaki merhamet ve vicdan duygularını nasıl aşındırdığını gözler önüne serer. Cellât figürü üzerinden bireyin kendisine ve çevresine yabancılaşmasını eleştiren yazar, savaşın yalnızca fiziksel yıkıma değil, aynı zamanda insanî değerlerin yok oluşuna da yol açtığına dikkat çeker. Bu yolla da okuyucuyu yitirilen değerlerin toplumsal boyutlarını sorgulamaya davet eder.
Anlamsızlığın çıkışsızlığında sessiz bir çığlık olarak yorumlayabileceğimiz “Çığlık” öyküsü, Edgü’nün Kafkaesk anlatımının en güçlü örneklerinden biridir. Bu öyküde, karakterin içine düştüğü çaresizlik ve mahkûmiyet hissi çığlık imgesi üzerinden aktarılır.“Sonra yeniden duydum o çığlığı. Bağıran, sürüklenen kişi değildi bu çığlığı atan. Ben de olmadığıma göre, onu sürükleyen zorbalar da olamayacağına göre nerden geliyordu bu çığlık?” (Edgü 274)Bu çığlık, karakterin ruhsal olarak sıkıştığını, varoluşsal bir boşluk içinde hapsolduğunu simgeler. Edgü, bu figür üzerinden karakterin kaçmaya çalıştığı acıyı içselleştirir ve bireyin kendi içsel dünyasında sıkışıp kaldığı bir Kafkaesk durumu ortaya koyar. Buradaki anlatımı Kafta’nın “Dönüşüm” romanında Gregor Samsa’nın bir böceğin zırhı içine hapsolmasına benzetebiliriz. Öyküdeki karakterin toplumsal normlara başkaldırısı “çığlık” imgesi ile somutlanır ve tıpkı Samsa’nın böceğin içinden haykırışı gibi topluma karşı olan isyanını duyurmaya çalışır. Bu çığlık, yalnızca bireyin içsel dünyasındaki çıkışsızlık hissini değil, aynı zamanda toplumun duyarsızlığı ve ilgisizliğiyle de başa çıkmak zorunda olduğunu vurgularken savaşın ardından toplumun bireyi yalnızlığa ve sessiz bir çaresizliğe mahkûm etmesini eleştirir. Yazar, karakterin içsel çığlığını toplumun bireyi sahiplenmeyen ve acılarını görmezden gelen tavrının bir yansıması olarak sunar. Yazar bu öykü üzerinden bireyin bu anlamsızlık içinde sıkışmışlığının toplumsal duyarsızlığın bir sonucu olduğunu gözler önüne serer.
Ferit Edgü’nün öykülerinde, toplumun savaşın yarattığı yıkımı sessiz bir şekilde kabullenmesi, bireyde derin bir yabancılaşma duygusu yaratır. Özellikle “Karanlıkta” öyküsünde, toplumun savaştan sonra içine düştüğü ilgisizlik ve duyarsızlık, Kafkaesk bir yalnızlık duygusuna dönüşür. “Korkudan kurtulacakmışım gibi gökyüzüne baktım. Birkaç soluk yıldız vardı. Kayıkhanenin karanlığına seslendim: “Hey kim var orada? Görüyorum. Hadi çık!” Sesimin yankısını bekledim, gelmedi. Tüm gücümü toplayıp girdim karanlığa.”(Edgü 391)Edgü’nün öykü karakterinin karanlıkta gökyüzüne bakması seslenişine kimsenin yanıt vermemesi söylemi üzerinden toplumun birey üzerindeki kayıtsızlığını sorgular. Bireyler, savaşın ardından derin bir yalnızlık ve yabancılaşma yaşarken, toplumun bu ilgisizliği, onların ruhsal olarak kopukluk hissetmesine neden olur. Burada “karanlık” onun içinde bulunduğu çaresizliğin ve yalnızlığın bir sembolü olarak kullanılır. Edgü, bu durumu “Sesinin yankısının bile gelmemesi” üzerinden Kafkaesk bir sessizlikle resmeder ve bireylerin, toplumun gözünde yalnızca savaşın bıraktığı ruhsal enkazın bir parçası haline geldiklerini ima eder. Bu öyküde Edgü, öyküde savaş sonrası toplumun bireye karşı duyarsızlığı ve ilgisizliğini vurgulayarak savaşın yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda bireylerin iç dünyasında derin yaralar açan bir ruhsal enkaz bıraktığını gözler önüne serer. Toplumun sessizce kabullendiği bu yabancılaşma, bireyin kendini hem toplumdan hem de kendi iç dünyasından kopmuş hissetmesine neden olur ve yazar, bu duyarsızlıkla yüzleşmeyen bir toplumun bireyleri ne kadar yalnız ve çaresiz bırakabileceğini okurun dikkatine sunar.
Edgü’nün karakterleri, savaşa ve savaşın getirdiği anlamsızlığa karşı direnç gösterirken aslında çıkışsız bir döngü içinde olduklarının farkındadırlar. “Yol”, savaşın anlamsızlığı ve bireyin çıkışsız durumu gibi temalar üzerinde derinlemesine duran bir öyküdür. “Bir ormanda ilerlemeye, yolumu bulmaya çalışıyorum. Kim bilir, belki de geriliyorum. Aslında, öyle ya da böyle, beni şaşırtan ya da korkutan bir şey yok yeryüzünde. Dolayısıyla yolumu bulmamın ya da bulamamamın da bir anlamı yok.”(Edgü 43) ifadesi, karakterin içsel çabasının anlamsız bir direnç olduğunu gösterir. Bu minimal öyküde yol imgesi karakterin bu absürt direnişi, savaşın getirdiği anlamsızlığa karşı verilen içsel bir mücadeleyi temsil eder. Bu mücadele bir anlam arayışında olsa da çoğunlukla sonuçsuz kalır ve Edgü’nün bireyleri, anlamsızlık karşısında yalnızca içsel bir direniş sergileyerek var olmaya çalışırlar. Bu alıntı, karakterin savaşın yarattığı çıkmazı ve anlamsız bir döngüyü fark etmesi aynı zamanda Kafkaesk bir kaybolmuşluk hissiyle karşı karşıya kalması üzerine kuruludur.
Savaşın bireyin iç dünyasında yarattığı derin kaos ve kopuş, Edgü’nün “Bir Gemide” adlı öyküsünde güçlü bir sembolizmle aktarılır. Yazar, bu öyküsünde savaşın birey üzerindeki yıkıcı etkisini simgesel bir anlatımla sunarak, belirsizlikle dolu bir geleceğe doğru sürüklenen insanların çaresizlik ve yönsüzlük hislerini gözler önüne serer. “Acaba bizim rotamız neye göre çizilmişti? Hangi limana doğru? Gemiyi yönetenler biliyor muydu bu sorunun karşılığını? Yoksa onlar da bilinmezliğin rotasında mı tutuyorlardı dümeni? Gelişigüzel çizilmiş, amacı olmayan bir rota üstünde mi ilerliyorduk? Belki haritası olmayan bir nota. (Olabilir mi?) Gemimiz bu bilgisizlik içinde ilerliyordu. (Olabilir mi?) Hiçbir yere doğru? Bu gece, bu sorulara, ‘Evet’ demek geliyor içimden. ‘Evet, bizim rotamız, belirsizliktir’ demek.”(Edgü 320)Yazar bu sembolik anlatımıyla, bireyin savaştan sonra içine düştüğü anlamsızlık duygusunu ve mahkûmiyeti gözler önüne serer. Öyküde karakterin sonsuz bir denizin ortasında kaybolmuş gibi hissetmesi, savaşın bireyin iç dünyasında yarattığı kopukluk ve yalnızlık duygusunu temsil eder. Bu hikâye, savaştan sonra bireyin, güven duygusunu ve anlam arayışını yitirmiş bir şekilde, toplumun ve yöneticilerin belirsizliğe sürüklediği bir rotada savrulmasını eleştirir. Edgü, “Gemi” imgesi aracılığıyla toplumun ve bireyin amacını kaybettiği, güvensiz ve bilinmez bir dünyada bırakıldığı mesajını okuyucusuna güçlü bir şekilde iletir. Yazarın metni boyunca tekrarladığı “(olabilir mi?)” sorgusu ise bu çaresizliğe yönelik bir başkaldırı niteliğindedir. Bu sorgulamayı, karakterinin içinde bulunup bulunmadığını kaçınılmaz bir gerçekliğini kabul etmediğini, otoritenin çizdiği rotaya yönelik bir güvensizlik ve içsel bir direniş taşıdığını ima eder. Karakterin ‘Evet, bizim rotamız belirsizliktir’ diyerek içinde yer alan duruma yönelik ironik bir kabulleniş göstermesi aslında bu durumun saçmalığını ortaya koyar ve toplumun saçmalık olduğunu bile bile bu kararları kabullenişine yönelik bir eleştiriyi barındırır. Bu anlatım, savaş sonrası bireyin otoriteye güveninin sarsıldığını ve umutsuzluktan bir tablonun çizildiği gözlerin önüne serer.
Sonuç olarak, Ferit Edgü’nün öyküleri, savaş sonrası bireyin ruhsal enkazını ve toplumun bu enkaz karşısındaki duyarsızlığını Kafkaesk bir anlatımla gözler önüne serer. Edgü’nün karakterleri; anlamsızlık ve yalnızlık içinde çıkışsız bir döngüde var olmaya devam eden, derin bir içsel direnişle hayata tutunmaya çalışan bireylerdir. Edgü, savaşın birey üzerindeki etkilerini, toplumun kayıtsızlığını ve bireyin mahkûmiyet hissiyle birleşen ruhsal sancılarını güçlü imgelerle işleyerek okuyucusuna savaşın ve yabancılaşmanın yarattığı kalıcı izleri hissettirir. Bu öyküler, yalnızca bireyin ruhsal dünyasındaki çatışmaları değil aynı zamanda modern toplumun birey üzerindeki etkilerini Kafkaesk bir perspektifle yeniden düşünmemizi sağlar.
Bugün benzer savaş atmosferinin, farklı bir biçimde de olsa tüm dünyada sürdüğünü söyleyebiliriz. Edgü’nün öykülerindeki bireylerin yaşadığı bu çaresizlik ve yabancılaşma hissi, bize savaş ve çatışmalara karşı kayıtsız kalmamamız gerektiğini hatırlatır. Edgü’nün bize sunduğu bu imgeler, savaşın yalnızca fiziksel değil, toplumsal ve ruhsal bir enkaz olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Bu öyküler, yalnızca geçmişin değil, bugünün de bir eleştirisi olarak kalıcı bir uyarı niteliğinde.
Kaynakça:
Edgü, Ferit. Leş. İstanbul: Sel Yayınları, 2011.
NOTOS.69. 2018-02. İstanbul: Notos Yayınları, Nisan-Mayıs 2018.
1 Yorum
Eline sağlık Esra Hocam. Harika bir yazı olmuş.